Geleneksel ve makbul Avrupa’da Tasavvufa dair bir dilemma

Avrupalı İslam (Avro-İslam) tartışmalarının ana başlıkları, Avrupa’daki Müslüman göçmenlerin Avrupalı olup olamamalarının etrafında dönüyordu.
Avrupalı İslam (Avro-İslam) tartışmalarının ana başlıkları, Avrupa’daki Müslüman göçmenlerin Avrupalı olup olamamalarının etrafında dönüyordu.

Tasavvuf, İslam dünyasında olduğu gibi, Avrupa’da da çoğunlukla kendi geleneğine atıfla var olmayı seçmiş durumda. Bu gelenek bazen musiki, bazen geleneksel sufi giysilerinden izlerin sergilenmesi, bazen geleneksel ev döşeme biçiminin tercih edilmesi gibi unsurlarla temsil ediliyor. Avrupa’da rastlayabileceğimiz non-muslim sufis örneklerinde bile, sema yapan ya da sufi pratiklerini cemaatle icra edenler, başlarına birer takke, sikke, üstlerine birer haydari ya da tennure giymeye ve hususen geleneksel edebiyat ve musikinin mirasına sadık kalmaya özen gösteriyorlar.

Avrupa’daki İslamoloji çevrelerinde bundan bir yirmi sene önce tartışılmaya başlayan ve on sene kadar tartışılan Avrupalı İslam (Avro-İslam) tartışmalarının ana başlıkları, Avrupa’daki Müslüman göçmenlerin Avrupalı olup olamamalarının etrafında dönüyordu. Kavramsallaştırmanın sahibi olduğunu da iddia eden, Almanya’da yaşayan Suriyeli yazar Bassam Tibi’ye göre; Türk, Faslı, Boşnak ya da Pakistanlı Müslüman göçmenler, artık kendi ülkelerine dönmeyeceklerinin ve Avrupalılar açısından çok uzamış olan misafirliklerinin bitmeyeceğinin anlaşılmasına bağlı olarak bir karar vermeliydiler: Kendi içlerine daha da kapanarak gettolaşacaklar mı, yoksa Avrupa’nın bir parçası olarak Avrupa’ya nihayet katılacaklar mı? Tibi ve benzerleri, elbette göçmen Müslümanların değerler ve kültür anlamında Avrupalı olmalarının gerekliliğini savundular. Avrupa’nın, laiklik, hümanizm, demokrasi, cinsiyetler arası eşitlik, sivil topluma katılım gibi ortak değerlerinin Müslümanlarca benimsenmesi, Müslümanları radikalleşmekten olduğu kadar asimile olmaktan da koruyacaktı onlara göre. Müslüman vaizler, kendilerini Avrupa’ya hidayet ışığını getirmek gibi bir misyonla yükümlü tutmaktan vazgeçmeli, Avrupa’yı zorunlu bir hicretin yurdu olarak değil, artık yerleştikleri ve torunlarının da bir parçası olacağı muhakkak olan yeni vatanları olarak görmeliydiler. Niçin? Çünkü ancak bu şekilde Avrupalı insanı tedirgin etmeyen, Avrupa’nın ortak kültürüyle uyumlu bir İslam modeli çıkabilirdi. Kavramın tazammun ettiği temel önerinin Müslümanların politik iddialarından vazgeçmeleri olduğu açıktır.

Bu yaklaşım, kavramın ortaya atıldığı tarihten bu yana bitmeyen tartışmaların konusu oldu. Yaklaşım temelde bir tür yumuşak reform öneriyor denebilir. İslam’da reform tartışmalarına dair muazzam birikimi hatırlayacak olursak, tartışmayı kısa vadede bitirebilmenin bir yolu da görünmüyor. Ama şu kadarını söyleyebiliriz: Avrupalı Müslümanlar arasında geniş kitlelerin, ortak vatandaşlık sağduyusuna katılarak yeni bir Avrupalı türünü zaten oluşturduğu kesin. Onlar Avrupalı değerlere bazen yasalar sebebiyle mecburen uyum sağlıyorlar, bazen de zaman içinde bunları benimsiyorlar. Bu geniş kitleler, dindarlaşmayı ana meseleleri olarak gören İslamcı yani politize olmuş kümeye dâhil değiller. Sade vatandaşlardan oluşuyorlar ve tabir caizse ekmeklerinin peşindeler. Domuz eti yememekle, arada bir camiye gitmekle, çocuklarını Kur’an derslerine göndermekle sınırlı bir dindarlık kıstasına sahipler. Bu kesimlerden de daha fazla Avrupalılaşmayı bekliyor olsalar da, Tibi gibilerin asıl meselesinin İslamcılar, yani kamusal alanın dinileşmesini ana gündemi yapan dindar gruplar, Avrupa’da İslam’ı temsil etme iddiasını üstlenmiş oluşumlar ile olduğunu söyleyebiliriz. Tibi ve benzerleri bu gruplara, biraz yavaş olun, burası Avrupa demeye getiriyor.

Burada ilginç bir mesele olarak Avrupa’daki tasavvuf olgusuna biraz yakından bakabiliriz. Çünkü Avrupalılar arasında son yarım yüzyılda giderek artan bir ilgiyi celbeden tasavvuf, aynı zamanda Avro-İslam kavramının temel iddialarına ters düşen geleneksel ve Doğulu niteliklere sahip.

Bunu biraz açalım: Tasavvuf, İslam dünyasında olduğu gibi, Avrupa’da da çoğunlukla kendi geleneğine atıfla var olmayı seçmiş durumda. Bu gelenek bazen musiki, bazen geleneksel sufi giysilerinden izlerin sergilenmesi, bazen geleneksel ev döşeme biçiminin tercih edilmesi gibi unsurlarla temsil ediliyor. Avrupa’da rastlayabileceğimiz non-muslim sufis örneklerinde bile, sema yapan ya da sufi pratiklerini cemaatle icra edenler, başlarına birer takke, sikke, üstlerine birer haydari ya da tennure giymeye ve hususen geleneksel edebiyat ve musikinin mirasına sadık kalmaya özen gösteriyorlar.

Gelenek ve tasavvuf ilişkisinin Batı’daki tezahürleri sadece görüntüde, giyside, musikide ya da tefrişatta değil. Aslında fikrî bir tercih olarak da sert ya da yumuşak bir gelenekçiliğin hâkim olduğu tasavvuf, Batı’da da bu gelenekçi tabiatını muhafaza ediyor. Sözgelimi yetmişlerde Los Angeles’ta Amerikalı bir gruba konuşan ve hoşgörüsünün yanı sıra, temsil ettiği Mevlevilik sebebiyle makbuliyeti de tescilli bir Mevlevi dedesi olan Süleyman Loras Dede, dinî hoşgörünün bir sözcüsü olarak başladığı konuşmanın ilerleyen evresinde dinleyenleri kelime-i şehadet getirmeye davet etmişti. Genel olarak kendisinden evrenselci bir mistisizm beklentisi içinde olan dinleyenlerin, hiç beklemedikleri bu şok edici teklife, biraz da karmaşık duygularla verdiği tepki ses kaydına yansımaktadır. (https://www. youtube.com/watch?v=5Qr- NIP308_A)

Hoşgörülü bir sufi izlenimini hep veren Şeyh Nazım Kıbrısi ya da Bawa Muhaiyaddeen’in giyim kuşamı, modern eğitim, düşünce ve hayat tarzı hakkındaki görüşleri (Kıbrısi, modern eğitimdeki ateizme ısrarla dikkat çekmekteydi mesela) son derece muhafazakârdır.

Dolayısıyla Batılılar karşılaştıkları tasavvufun geleneksel İslam’ın bir temsilcisi olduğunu bilmekte, hatta belki de bu yönü kendilerine cazip gelmektedir. Burada sorulması beklenen soru şudur: Geleneksel simgeleri, geleneksel değerleri, geleneğin ürettiği estetiği temsil eden ve bu yönüyle modern olanla sürtünme ve aşındırma oranı yüksek olması beklenen tasavvuf, nasıl olup da modern Batı’da kabul görebilmektedir? Yani Bassam Tibi’nin iddia ettiği gibi, Avro olmasına gerek kalmadan tasavvuf niçin kabul görmektedir?

Süleyman Loras Dede.
Süleyman Loras Dede.

Bunun cevaplarından biri, tasavvufun Batı’da alternatif bir siyasi projeyi önermemiş olması, genel olarak apolitik görünmeyi tercih etmesidir. Bu hâliyle bulundukları ülkedeki siyasetin radarına yakalanmadığını söyleyebiliriz.

İkincisi, tasavvufi çevrelerin temsil ettikleri musiki, giyim, tefrişat, bazen mutfak, mimari ya da edebiyatın etrafında genellikle hayranlıkla dokunmuş bir halenin oluşmasıdır. Bunun akademik oryantalizmle bağlantısı vardır. Goethe bile ta o zamanlar Doğulu/ tasavvufi şiire dikkat çekmiş, hayranlığını gizleme ihtiyacı duymamıştı. Oryantalizmin ürettiği bir Doğu romantizminin, müzeciliği, koleksiyonerliği, kütüphaneciliği yönlendirdiğini görmek kolaydır.

Doğu’nun bu geleneksel estetik birikiminin, bir fosil ya da arkeolojik bir buluntu olmaktan çıkıp sahneye, bir sufinin şahsında kanlı canlı bir insan olarak çıkmasının yol açtığı merak son derece yönlendirici olmaktadır.

Üçüncü cevap, İslam ve Avrupa ilişkilerinin, Avrupa kimliğinin oluşumuna etki edecek denli dramatik olmasıyla ilgilidir. Avrupa kimliği diye bir kimlik varsa (ki bu son yıllarda çokça tartışılmakta, böyle bir kimliğin homojen olarak bulunmadığı daha sık dile getirilmektedir) bu kimlik varlığını biraz da İslam’la yaşadığı tarihsel çatışmaya borçludur. Dolayısıyla Avrupa’nın İslam ve Müslümanlarla olan tarihsel ilişkileri bu çatışmanın hayaletini üzerinde taşımaktadır. Her ne kadar hemen hepsi işçilerden oluşan yeni göçmen topluluklarının varlığı Avrupa’ya Müslümanlar karşısında bir tür üstünlük ve galibiyet hissi bağışlasa da, Avrupa’nın bu çatışmacı bağlamı terk etmesi zordur.

  • Bawa Muhayidden.
  • Buna mukabil tasavvuf, bu çatışmalara işaret eden bir dil kullanmamaktadır. Çoğu kez belli bir mekân ve zamandan bağımsız, neredeyse varoluşçu diyeceğimiz bir gündemle konuşmaktadır. Meseleleri çoğu kez modern insanın anlam arayışı, yalnızlık, ölümden sonraki hayatın belirsizliği, sevmek ve dayanışmak etrafında dönmekte, bu da tasavvufun kültürel görünümlerinin Doğulu yapısına rağmen, tasavvufun söylemini coğrafi işarete sahip, yani Doğulu bir mamul olmaktan çıkarıp evrenselleştirmektedir.

Sorunun bir başka cevabı da şudur: Avrupa’da yok olma noktasına kadar gelen mistik gelenekler geçen yüzyılda yeniden dikkat çekmeye başlamıştır. Ama bu geleneklerin belli bir aktarım silsilesine sahip olmaması sebebiyle, makbul, gelenekli, köklü bir temsiliyeti de bulunmamaktadır. Avrupa’da geçen yüzyılın başlarında peş peşe birçok ezoterik/mistik derneğin ve halkanın ortaya çıkması bunun göstergesidir. Avrupa, tarihsel olarak aktarılmamış geleneğini kendisi icat etmek zorunda kalmıştır. Buna mukabil tasavvufun kesintisiz bir silsile/ aktarım zinciriyle köklerini çok eski tarihlere, Hz. Peygamber’in kendisine kadar götürebilmesi, bu yeni mistikleri ve arayıcıları etkilemektedir. Önlerinde yüzyılların süzgeçlerinden geçerek mukavemet kazanmış bir mistik gelenek olmasının cazibesi de diyebiliriz buna.

Gayrimüslim Sufiler.
Gayrimüslim Sufiler.

Dolasıyla, Bassam Tibi’nin Avro-İslamı’nın iddiası olan, İslam’ın modernize edilmesi ve liberalleşmesinin, Avrupa’da yaşayan ve gettolaşmak istemeyen, Avrupa’nın kültürel hayatına dâhil olarak onun bir parçası olmak isteyen göçmen Müslüman için bir anlamı olabilir. Ama bizzat Avrupalı için bunun bir karşılığının olduğunu söylemek zordur. Avrupalı kendisine benzemiş, kendi değerlerini özümsemiş Doğulularla bir arada yaşamayı tercih edebilir ama bu Doğuluların onun için bir cazibe oluşturduğunu söylemek mümkün değildir.