Gökhan Duman:Göçmenler hayali duvarların içerisinde yaşarlar

Gökhan Duman: Göçmenler hayali duvarların içerisinde yaşarlar
Gökhan Duman: Göçmenler hayali duvarların içerisinde yaşarlar

Göçü, gurbeti, göçmenliği fotoğraflar ve hikâyeleri aracılığıyla anlatan DiasporaTürk hesabının yöneticisi Gökhan Duman ile bu bağlamda yazdığı, Vadi Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluşan yeni kitabı 11. Peron üzerine hasbihal ettik.

Neresidir 11. Peron? Hangi duyguları ihtiva eder? Onu kitaba ismini verecek kadar önemli yapan şey nedir? Bir çıkış mıdır, bir bitiş mi; bir kapı mıdır, bir başlangıç mı?

Öncelikle teşekkür ederim. 11. Peron’un bir yanı memleket, bir yanı gurbet. Uzun yıllar boyu Sirkeci’den kalkan her trenin Almanya’daki son durağı burası oldu. Türk işçiler bu peronda indirilip, yerin 20 basamak altındaki depodan bozma işçi sevkiyat merkezine alınıyordu. Burada işlemleri yapılıyor, ardından otobüs ve iç hat trenleriyle Almanya’nın herhangi bir şehrine sevk ediliyordu. 11. Peron aslında hem bir başlangıç hem bir bitiş. Peronda duran, dönüp dönüp baktıkları Sirkeci treni, geçmişlerini ve ait oldukları gerçek hayatı simgelerken, hemen yan peronda onları bekleyen tren ise gurbeti ve içeriğini henüz bilmedikleri yeni hayatlarını simgeliyor.

Gurbetçiler için Almanya ile Türkiye arasındaki uzaklık nasıl ölçülür; zamanla mı, uzaklıkla mı? Yoksa…

Emekli büyükelçilerimizden dinlediğimiz kadarıyla ilk yıllarda Avrupa’daki tren istasyonlarında görev yapan polisler, “Türk işçiler neden her tatil günü kalabalık gruplar hâlinde istasyonda toplanıyorlar?” diye Türk elçiliğine veya konsolosluğuna telefon açarlarmış. Cevabı şöyle olurmuş: “Endişelenmeyin, hasret gideriyorlar.” Zaten birlikte aynı fabrikada çalışıp, aynı yurtlarda kalmıyorlar mıydı? O hâlde hasret giderdikleri şey neydi? Türk işçiler için istasyon demek memlekete en yakın yer demekti.

Kollarındaki saat birkaç saat ileriydi, zaman önden ilerliyordu, Türkiye saatine göre ayarlıydı ve istasyon mekân olarak memlekete en yakın yerdi. Dönüş yolu bazen uzayıp giden bir tren rayında, bazen bir tren biletinde, zamanı Anadolu’ya ayarlanmış kol saatinde ya da gözlerinin önünden ayırmadıkları bavullarında beliriyordu. İlk gidenlerin hayalini kurdukları tek şey geri dönüş yoluydu. Bazı hayaller zamandan ve mekândan bağımsızdır. Memlekete, vatana, aileye, eşe ve çocuklara geri dönüş hayali de böyledir.

İlk kuşağın anlatılarına baktığımızda müthiş bir idealizme şahit oluyoruz. Almanya’da, Türkiye’de bilinmeyenler öğrenilecek, nihayet dönüldüğünde ülkeye hizmet etmek için bu bilgilerden istifade edilecek. Bu idealizmin kırılma noktası neresidir?

Evet, 1960’lı yılların gazetelerine ya da dönemin politikacılarının söylemlerine baktığınızda ortaya konulan ideal bu. Ancak söylemden öteye gidememişiz. Burada biraz kendimizi eleştirmeliyiz. O dönemdeki devlet politikamızı maalesef “gidebilen gitsin” şeklinde özetleyebiliriz.

Bizim dışımızda Almanya’ya göçmen işçi yollayan birkaç ülke bazı kriterler koymuş mesela. Yalnızca vasıfsız işçilerini yollamış ve bu işçilerin belli bir süre sonra kendi ülkelerine dönüp belirli sektörlerde çalışmalarını şart koşmuşlar. Biz de ise vasıflı vasıfsız, esnaf, el sanatları ustası, meslek erbabı, hatta öğretmenlerimiz, polislerimiz bile istifa edip işçi olarak gitmiş. Devletimiz gidenlere “dur sen gitme” dememiş.

Kontrolsüz bir göç politikasının sonucunda da bugünlere gelinmiş. Aile birleşiminden sonra dönüş fikri iyice zayıflamış. Üçüncü ve dördüncü nesillerin Avrupa ülkelerinde doğmasından sonra da bugün yurt dışında 6 milyonluk bir Türk nüfusa ulaşmışız.

Göçmenlik bir yazgı... Üzerinize biçildiyse eğer bir daha çıkarıp atmanız çok mümkün değil.
Göçmenlik bir yazgı... Üzerinize biçildiyse eğer bir daha çıkarıp atmanız çok mümkün değil.

Ne güzel bir alıntılama oldu. Filmde şöyle söylüyor değil mi? “Berlin’de kaybolmak imkânsızdır, çünkü her zaman duvarı bulursun.” Burada kastedilen o gri ve soluk benizli Berlin Duvarı mı, yoksa görünmeyen hayali duvarlar mı? Göçmenliğin kaderidir, etrafınıza bir sürü görünmeyen duvar inşa edilir.

Kimin çizdiği, ne zaman ve neden çizdiği tam bilinemez. Ancak siz bu sınırların içerisinde bir yaşam mücadelesi verirsiniz. Yaşayabileceğiniz semtler, oturacağınız evler çok önceden belirlenmiştir, hangi işlerde çalışabileceğiniz, nerelerden alışveriş yapacağınız, hangi parkın hangi kısmında oturacağınız, çocuklarınızın hangi okullarda okuyabileceği, sokağın ne tarafından yürüyebileceğiniz ve hatta öldüğünüzde nereye gömüleceğiniz...

Göçmenler hayali duvarların içerisinde yaşarlar; filmdeki Türk kadına çizilen de odur. Senarist çizmiştir ve aslında doğrudur da. Göçmen kadın çamaşırdan çıkıp, Spree Nehri’nin kıyısında bir yorgunluk kahvesi içecek “lükse” sahip değildir. Akşama tencerede ne kaynayacak, onu düşünmek zorundadır. Bugün kendi şehirlerimizin en kıyı mahallerinde yaşayan on binlerce göçmen kadın da aynı şeyi düşünmüyor mu?

Yolculukla başlıyorsunuz kitaba ve aslında yine bir yolculukla bitiriyorsunuz… İbrahim’in yolculuğu bu. İbrahim’in yol hâli devam ediyor mu? Göçmenlik daimi bir yol hâli midir?

Göçmenlik bir yazgı... Üzerinize biçildiyse eğer bir daha çıkarıp atmanız çok mümkün değil. Hem göçtüğünüz memlekete yabancısınız hem de yıllar sonra geri dönseniz bile doğup büyüdüğünüz kendi memleketinizin yabancısısınız. Arafta bir hayat. Burada aslında kitaptan bir alıntı yapabiliriz. Bir süre gurbette yaşayıp memlekete izin için dönen göçmenleri 11. Peron’da şu şekilde anlattım:

En çok da ölümler, doğumlar, düğünler. Hayıflanıyorlar, cenazeye yetişemedikleri için, düğünlerine gelemedikleri için ve daha başka ‘için’lere hayıflanıyorlar.
En çok da ölümler, doğumlar, düğünler. Hayıflanıyorlar, cenazeye yetişemedikleri için, düğünlerine gelemedikleri için ve daha başka ‘için’lere hayıflanıyorlar.

“Doğup büyüdükleri yeri gözlemliyorlar dikkatlice. Küçük değişiklikleri bile gözden kaçırmıyorlar. Akıp giden zamanı burada daha iyi anlıyorlar. Bir mutsuzluk çöküyor üzerlerine. Bıraktıkları gibi bulsalar her şeyi daha mı mutlu olurlardı? Her değişim onlara memleketten uzakta geçen zamanın fazlalığını hatırlatıyor. Bir evin boyası değişmişse ya da bir ağaç meyveden kesilmiş olsa hemen fark ediyorlar.

En çok da ölümler, doğumlar, düğünler. Hayıflanıyorlar, cenazeye yetişemedikleri için, düğünlerine gelemedikleri için ve daha başka ‘için’lere hayıflanıyorlar. Çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği yollara yöneliyorlar içlerinden gelen bir hisle. Okula, oyun oynadıkları sokağa, top peşinde koştukları patates tarlasına, sıcak havalarda girdikleri dereye, çıraklık yaptıkları esnafa, mahalle berberine, kahvehaneye, aylarca aynı filmi oynatan şehrin tek sinemasına, limonatası ve muhallebisiyle meşhur, bulvarın en eski pastanesine düşüyor yolları. Bedenlerini değil, benliklerini gezdiriyorlar sokaklarda. Geçip giden hayatlarına kısa bir bakış atıyorlar. Hem kendileri hem de gülümseyerek onları selamlayan eski ahbapları biliyor. Onlar artık buraya ait değiller.”

Kitap, duyguların tarihi, sosyolojisi ve edebiyatıyla, göçün tarihini ve sosyolojisini harmanlıyor. Hem bir romanda hem bir müzede hissediyoruz kendimizi. Öylesine somut, elle tutulabilir duygular, hayatlar… Masumiyet Müzesi’nden mülhem ve fakat bütünüyle gerçek bir müze projeniz var mıdır?

Bu tanımlama için çok teşekkür ederim. Şimdiye kadar duyduğum en güzel tanımlama. Gerçekten hak ediyor muyuz bilmiyorum. Evet, kitabın içerisinde çok sayıda tema, obje ve göç tarihine şahitlik etmiş eşya mevcut. Kitapta hikâyesini anlattığım bavul, radyo, bilet, mektup, duvar kilimi, fotoğraf, bant gibi birçok göç eşyasına daha önce dokunup, onun öyküsünü ilk ağızdan dinledim.

Sanırım bu şekilde beslenebildiğim için gerçek eşyaların, gerçek hikâyelerini anlatma iddiasına giriştim. Bunların birçoğunu şu an muhafaza ediyoruz. 11. Peron’u küçük, butik bir müzeye dönüştürmeyi hayal ediyoruz. Bu konuda öneri, fikir ve destek vereceklere, bizimle birlikte gönüllü çalışacaklara kapımız açık. DiasporaTürk sayfasından haberleşmek ve buluşmak dileğiyle.