Hep kiracı olmak: Yeni mülksüzleştirme politikalarında bugün

Evden ayrıldığım günden beri artık bir kiracıydım ve o günden beri sürekli şu cümleyi kurup durdum: Galiba hayatımda bana en çok dokunan, her ay ev sahibime verdiğim kiradır.
Evden ayrıldığım günden beri artık bir kiracıydım ve o günden beri sürekli şu cümleyi kurup durdum: Galiba hayatımda bana en çok dokunan, her ay ev sahibime verdiğim kiradır.

Suat Derviş, 1935 yılında, yani yeni Cumhuriyet’in yavaş yavaş dibe vurduğunun kabul edilmeye başlandığı yıllarda ‘‘İstanbul halkı nerelerde otururlar?’’ başlıklı bir yazı dizisi yayımlar. Yazı dizisi birkaç katmandan oluşuyor: Bunlardan ilki, halka ve onun yoksulluğuna dair olan boyut. İkinci katman, yeni Cumhuriyet’in mekanla ilgili, daha da özelde, İstanbul’daki şehir planlamasıyla ilgili gözümün içine sokulan çarpıklıklardan oluşuyor. Üçünçü katman ise tahmin edeceğiniz üzere kiracı olmaya dair.

Doğrusu üniversiteye kadar “kiracı” olmanın ne demek olduğuyla ilgili pek bir bilgim yoktu. Ailemin -çok şükür- hep “kendine ait bir ev”i olmuştu. Ama evden ayrıldığım günden beri artık bir kiracıydım ve o günden beri sürekli şu cümleyi kurup durdum: Galiba hayatımda bana en çok dokunan, her ay ev sahibime verdiğim kiradır.

Ama bu yazının konusu benim değil, “başkaları”nın kiracılık deneyimleri olacak.

Suat Derviş, 1935 yılında, yani yeni Cumhuriyet’in yavaş yavaş dibe vurduğunun kabul edilmeye başlandığı yıllarda -ki burada Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nı hatırlatmakta fayda var; zira Tahir orada Yeni Cumhuriyet’in nasıl iflas ettiğini bütün çıplaklığıyla anlatır- “İstanbul Halkı Nerelerde Otururlar?” başlıklı bir yazı dizisi yayımlar. Derviş’in “kariyer”inin giderek artan sosyalist tonunu da hesaba kattığımızda Cumhuriyet’teki bu yazı dizisinin meslekten solculuğa adım atmasından -TKP deneyiminden bahsediyorum- hemen öncesine denk gelmesinin de kaydını düşmekte fayda var.

Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nı hatırlatmakta fayda var; zira Tahir orada Yeni Cumhuriyet’in nasıl iflas ettiğini bütün çıplaklığıyla anlatır.
Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nı hatırlatmakta fayda var; zira Tahir orada Yeni Cumhuriyet’in nasıl iflas ettiğini bütün çıplaklığıyla anlatır.

Yazı dizisi birkaç katmandan oluşuyor aslında: Bunlardan ilki, yukarıda bahsettiğim halka ve onun yoksulluğuna dair olan boyut. Burada Derviş bir yandan halkın fakirliğine bakıyor bir yandan da onların bu fakirliğe dair gösterdikleri metanetli tavra şaşırmadan edemiyor. İkinci katman ise, Yeni Cumhuriyet’in “mekân”la ilgili, daha da özelde, İstanbul’daki şehir planlamasıyla ilgili gözümüzün içine sokulan çarpıklıklardan oluşuyor. Bu çarpıklığın da büyük bir kısmını “Tarihî Yarımada”nın kendi hâline bırakılan mekânları -surlar, hanlar, bekâr odaları- ve buralarda yaşayanlar oluşturuyor. Derviş’in bakışının mekânın eskiden kalmış, bir türlü yenilenemeyen köhne ve anti-modern damarına yöneldiğini belirtmek gerekir. Üçüncü katman ise tahmin edeceğiniz üzere kiracı olmaya dair.

Kiracı olmak, bahsettiğimiz iki katmanın, yani halka ve onun yoksulluğuna olan bakış ve mekânla ilgili politik eleştirinin alt zeminini oluşturuyor. Dolayısıyla kiracı olmak, bu iki analiz biriminin bir anlamda mantıki sonuçlarına var(dırıl)mış hâlini anlatıyor bize. Başka bir ifadeyle şehirde zorla, yoksulluk teknesinde yüzmeye çalışan halkın, Yeni Cumhuriyet’in siyasetsizliğinin bir damarı olarak mekânsızlık politikalarının bir sonucu olan yersiz-yurtsuzluğunu anlatıyor kiracı olmak.

“Mağara kovuklarından bozma bir odada yaşayan 6 çocuklu ana”, “Bekâr yatağı Sultanodaları”, “On iki senedir kış, yaz cami avlusunda yatan garip adam”, “Şehrin göbeğinde etrafı surlarla çevrili 9 hanelik bir köy”, “150 kiracısı olan 35 odalı Taşhan”, “Günde kırk kuruşla geçinen beş nüfuslu bir aile”, “Tabut ve teneşir deposunda yaşayanlar”, “Belediye ‘Meşrutiyet’ adını takmış fakat halk ona ‘Teneke Mahallesi’ diyor”, “Edirnekapı surlarının içinde dört nüfusu barındıran mağara”: Yazı dizininin başlıklarında halkın fakirliğini ve mekân politikalarının çarpıklığını dikey olarak kesen kiracı olmanın o dayanılmaz hafifliğini görmemek için galiba kör olmak gerek.

Derviş’in edebî inceliğinin her bir yazıya -eski usulle foto-romana- sızdığı bu metinlerde kiracı olmak, ucu herkese dokunan yoğun bir politik eleştiriyi anlatıyor.
Derviş’in edebî inceliğinin her bir yazıya -eski usulle foto-romana- sızdığı bu metinlerde kiracı olmak, ucu herkese dokunan yoğun bir politik eleştiriyi anlatıyor.

Karşımızdaki manzarayı biraz daha netleştirmekte fayda var o hâlde: Derviş’in edebî inceliğinin her bir yazıya -eski usulle foto-romana- sızdığı bu metinlerde kiracı olmak, ucu herkese dokunan yoğun bir politik eleştiriyi anlatıyor. Bu eleştirinin bir yanında devlet var -zira halkın fakirliğinin sebebi halk olmasa gerektir ama bir yanında da halk var -kendi fakirliğine gösterdiği rıza, işte budur halkın suçu-. Devletin bu yeni kurulum anında “üstyapı”ya ince ince dokunurken, halkın bu dokunuşları duymasını engelleyen ince dokunuşları -“altyapı”- unuttuğunu söylüyor Derviş bize.

Bu, eleştirinin devlete dönük boyutuysa eğer, diğer uçta da yoksulluğa ince ince “rıza” gösteren, ona isyan etmeyen halk var.

Doğrusu kendi adıma foto-roman boyunca anlatıcının bir yerlerden çıkmasını heyecanla beklediğim merhametli sesini yakalamak için bayağı uğraştım ama Derviş’in sertliği ve kızgınlığı en az devlet kadar halka da çoktan ulaşmış durumdaydı.

Onların bu “miskinliği” ve içinde bulundukları hâle karşı gösterdikleri rıza onu çileden çıkarıyordu.

Yine de biz bakışımızı bu katmanlı yapıdaki unsurlardan kiracı olmaya çevirelim izninizle: Kiracı olmanın tadına, 1935 yazında, bir foto-roman eşliğinde biraz daha yakından bakalım.

2000’lerin başında yapılan nüfus sayımında -en azından kâğıt üzerinde- evime yakın olan bir yerde sayım yapmak için görev almıştım; “Bakalım halkımız bu geçen zaman içinde ne kadar çoğalmış?” konulu bu çalışmada, benim de bir rolüm vardı işte. Halkımızı parmak parmak sayacağım adres, bulunduğum yere çok yakın bir yeri işaret ediyordu ve başlangıçta korkacak bir şey yoktu. Sabah, halkımın bir kısmını narhını düşüp saymak suretiyle kaydını düşeceğim o yere kolaylıkla ulaşacağıma dair inancım tamdı... Fakat sayımı yapacağım “bölge”ye ulaşmam neredeyse iki saatimi almıştı. Yağmurlu bir günde fena hâlde ıslanmış ama bir türlü o “bölge”ye ulaşmayı becerememiştim. Ulaşamamıştım çünkü ana hattın dışında böyle bir yer olacağını hiç düşünmemiştim. Ama burada önemli olan, sayım yapacağım yerin tahmin ettiğimden fazla olan uzaklığı değildi elbette. İşin daha “dramatik” olan kısmını sayım yapacağım yere ulaşınca görmüş olacaktım: Aman Allah’ım, bizim evin sadece 1 km uzağında böyle izbe bir yer mi vardı sahiden? Kendime bütün sayım boyunca sorduğum soru buydu işte. Sayım yapmak için girdiğim yerlere ev demeye bin şahit gerekti. Bir gecekondu mahallesinde büyüyen benim için bile, “halk”ın bu durumuna şahitlik etmek öyle kolay bir şey değildi ne yazık ki. Nihayet, biraz ferah bir yer bulduğumda, mekân sahibinden -yeterince ıslanmış ve yorgun düşmüş olmanın takatsizliği ve çaresizliğiyle- sayım için geri kalanları buraya çağırmasını rica etmiştim...

Suat Derviş’in şehrin dibinden insan manzaralarını anlattığı mezkûr yazı dizisini ilk okuduğum andan itibaren, sayım günü beni karşılayan “bölge”yi hatırlayıp durdum nedense: Sayımdan hatırladığım kadarıyla şehrin merkezindeki bilinmeyen izbe semtte kimsenin evi yoktu; herkes, tıpkı Derviş’in bakışına takılan yerlerdeki gibi “kiracı”ydı, hep kiracıydı ama daha önemlisi burada yaşayan “sakinler”in kiracı olduklarını bile unutturan o perişan hâlleriydi.

Kiracı olmanın farklı parametrelerinden, zaman içinde değişen hâllerinden; mesela “yeni nesil kiracılık” durumlarından bahis açmak mümkün elbette. Ama burada benim dikkat çekmek istediğim husus şu: bir asır önce Derviş’in foto-romanında, 22 sene önce Kağıthane kırsalında ve bugün benzeri durumların olduğu nice yerlerde bizler, aslında kiracılığın manasının tam olarak tahakkuk ettiği hâllere şahitlik ediyoruz. Bachelard, Mekânın Poetikası’nda uzun uzadıya, “hafızanın evle birlikte ördüğü” birikintiden bahseder durur. “Ev, insan ruhunun bir çözümleme aracı olarak ele alınabilir.” der Bachelard ve ekler: “İnsanın ve evin dinamik birlikteliği içinde, evin ve evrenin bu dinamik çekişmesi içinde, basit geometrik göndermelerin artık çok uzağındayız. İçinde yaşanmış bir ev, cansız bir dam değildir. İçinde oturulan mekân, geometrik mekânı aşar.”

Kiracılığın hafızası fazlasıyla kırılgandır, olan bitenleri çoktan unutmaya meyyaldir. Daha doğrusu onun için her hatırlayış çoktan bölünmüş ve parçalanmış, yırtılmış bir rüyayı andırır. Denebilir ki kiracılığın hafızasından çok hafızasızlaştırılmasından bahsedilebilir. Kiracı olmanın doğal bir parçasıdır “kendisine ait bir eve sahip olma” arzusu ve bu hayal -kim ne derse desin- o yaşanılan anın da -kiracılıkta geçirilen vaktin de- korunmasının bir teminatıdır. İstanbul’un benim de şahitlik ettiğim ve belli ki zamanlar üstü bir anlamı olan bu mekânsızlık hikâyelerindeki durumu trajik kılan husus, bir bakıma, bu hayalin ortadan kalktığını görmektir esasında. Harvey’in kurucu metinlerden birisinin hilafına söyleyecek olursak bu hikâyelerde “umutsuzluk mekânları”yla karşı karşıyayızdır. Kiracı olmanın hafızasından bahsedebilmek ancak -paradoksal bir şekilde- hiçbir zaman gerçekleşmese bile bir evle, kendine ait bir evi hayal edebilmeyle mümkündür. Fakat bazı yerler mekânsal tutkallığını çoktan yitirdiği için, mekânsal olarak umut olma vasfını da yitirmektedir. Kiracılığın mantıki sonuçlarına varmasından kastım da biraz da bununla ilgili aslında.

Burada insanların içinde bulundukları duruma dair geliştirdikleri “umutsuzluktan” ziyade, mekânsal bir imkânsızlıktan, umutsuzluktan bahsediyorum. Genel olarak insani “sahiplenişi” eleştirsem bile, kiracılıktaki insani olmayan boyuttan da bahis açmamıza engel bir durum olmasa gerek. Kiracılıktaki insani olmayan nokta, sahiplenmenin bir ihtimal (siz bunu “imtihan” diye okuyun) olarak ortadan kalkmasıdır. Bir eve sahip olmak, hayal edilmesi bile yasak bir olgudur. Hâl böyle olunca insani marjlarımızdaki imtihanları bile ortadan kaldıran bir boyuta varmış oluyoruz. Bu tür durumlarda hem evin mekânsal olarak barınma yani dışarıyla olan teması kesme işlevi görmesi hem de kendisinden kurtulmanın imkânı olan “gerçek” bir eve vasıl olmanın imkânı ortadan kaldırılmaktadır. Kiracılık ancak, bir eve dair hayali ve umudu bütün imkânsızlığıyla birlikte, “gerçekçi” bir şekilde içinde taşırsa insanları dışarıda korur ve kiracıyı “gerçek” bir eve ulaştırma imkânını taşıdığı için anlamlı olmayı sürdürür. Ama kiracılığın sahip olması gereken bu iki unsurun -dışarıdan koruma ve umut ilkesi- kökünden baltalanmasıyla birlikte kiracılık, hafızasızlığı ve umutsuzluğu beslediği için temel bir unsur olan barınmanın önündeki en büyük engele dönüşüverir. Kiracılığın içinde barındırdığı dışarıdan koruma ve umut ilkesine sarıldığımız için -biz ortalama insanlar- kiracılığa dair hep pozitif bir tevile yöneliriz. Daha doğru bir ifadeyle biz ortalama insanlar, kiracılığın bu negatif yönünü görmeyerek yaşamımızı sürdürüyoruz. Negatif yön, kiracılığın bir mekândan beklenilmesi gereken asgari iki şartı içinde barındırmama hâlidir ve bu, kiracılığın içinde zaten çoktan vardır. Mantıki sonuçlarına vardırılmış kiracılık, negatif yönlerin, yani dışarıdan korumayan ve umutsuzluktan beslenen iki yönle insanı köksüzleştiren durumun adıdır. Onu dışarıdan korumayan ve oradan çıkıp kendine ait bir eve çıkması düşünülemeyen bir yer, ev değildir; ortada gerçek bir kiracıdan, hatta kiracılıktan da bahsetmek imkânsız bir hâl almıştır.

“Medrese bahçesi derin bir sessizlik içinde, gene nereden ortaya çıktığını bilmediğim küçük (bir) kız çocuğu toprağın üstünde oynuyor. Ve çocuğun bana gösterdiği (kapının, o tabut deposunun kapısının yanındaki odadan bir kadın sesi hafif hafif şarkı söylüyor. Tuhaf bir rüyada gibiyim. (vurgular benim, üa) Gözlerimin hiç [d]e alışık olmadığı bu dekor içinde kendi kendime soruyorum: Hakikaten ben İstanbul’da mıyım?”

“Tabut ve teneşir deposunda yaşayanlar” başlıklı yazı dizisi böyle bitiyor. Derviş’i bir kabusta hissettiren durum, mekânsal imkânsızlığın adı olmuş kiracılığın üzerinde bıraktığı yorgunluğun adıdır. Başka bir deyişle “İstanbul Halkı Nerelerde Oturuyor?” foto-romanının alt metni şudur aslında: Kiracı bile olamayacak insanların tam olarak nerelerde yaşayamadıklarını size anlatmamızı ister misiniz? Hiç şüphe yok ki Derviş’in yazı dizisinde kiracı olmak, halka ve onun yoksulluğa verdiği tepki ve dahi şehrin mekânsızlık politikalarının bir payandası olarak kullanılır. Başka bir deyişle Derviş için önemli olan kiracılık değil, kiracılık üzerinden işleyen daha geniş ve derin ortamın kendisidir.

Derviş’in gözünden kaçan hususu da izninizle biz tamamlayalım: Kiracı olmak, içinde barındırdığı çift yönlü ihtimaller zinciriyle birlikte mümkün bir durumdur ve asıl mesele bu ihtimalleri negatif bir şeklide -yani evin (içinde yaşayanı) dışarıdan koruyan boyutu ve umut ilkesi- ortadan kaldırılmasıdır. Böyle olunca da kiracılığın kendisi de ortadan kalkmaktadır. Bunun sebebi ise kiracılığın anlamının asgari şartlarını sağlayacak mekânsal ve umutla ilgili boyutun artık o insanların elinde olmamasıdır.

Gelelim günümüze: Kiracılığın hafızasının ne kadar kırılgan olduğunu tekrarlamakta fayda var. İnsanların yaşamsal birikiminin anlamlı bir hikâyeye dönebilmesinin önündeki en büyük engel, hiç şüphesiz bu kırılgan hafızanın parçalanıp yok edilmesidir. Evet, kiracılık, hep kiracı olmayı içinde barındırır ama bu kiracılığı da mümkün kılan uç durumlardan sadece birisidir. Halkı yoksulluğundan dolayı isyana teşvik etmeden ve umut ilkesini ortadan kaldırmadan onları kiracılığın ortalama minvalinde tutmanın imkânları üzerine düşünmemize fırsat tanıyor Derviş’in foto-romanı bu anlamda: Bir imkân olarak Derviş’in metni elbette sadece olumlu bir tevile dönüşemeyecek kadar sert bir etkiye sahip. Mekânın neredeyse kendini iptal eden -içinde yaşayanı dışarıdan korumaktır bu- ve kendine ait bir eve geçme ihtimalinin -bu da umut ilkesidir olmadığı bir tablonun kiracılığı olumlayan bir manzara ifade etmediğini bilmem söylemeye gerek var mı?

Kiracılığın hafızasının ne kadar kırılgan olduğunu tekrarlamakta fayda var. İnsanların yaşamsal birikiminin anlamlı bir hikâyeye dönebilmesinin önündeki en büyük engel, hiç şüphesiz bu kırılgan hafızanın parçalanıp yok edilmesidir.
Kiracılığın hafızasının ne kadar kırılgan olduğunu tekrarlamakta fayda var. İnsanların yaşamsal birikiminin anlamlı bir hikâyeye dönebilmesinin önündeki en büyük engel, hiç şüphesiz bu kırılgan hafızanın parçalanıp yok edilmesidir.

Siz bakmayın şartların bir asır öncesinden daha iyi olduğuna. Mülksüzleştirme politikalarının giderek arttığı günümüz siyasal hiper-gerçekliği içinde geniş evsizleştirilmiş (barınma ve umut ilkesinin parçalanması demektir bu) yığınlarının sayısının giderek artacağı bir duruma doğru koşar adım gittiğimiz vakitleri yaşıyoruz ki bu insanların sayısı şimdilerde bile hiç de az değil. Hâl böyle olunca da mezkûr mülksüzleştirme oyunları kimsenin barınma sorunuyla ilgili gerçekçi bir çözüm umudu taşıyamayacağı bir tabloyu sunuyor bize. Dolayısıyla kiracı olmanın sadece sembolik ve pratik bir aparat olarak rol oynadığı Derviş’in Yeni Cumhuriyet’inden yüz yıl sonra, daha yıkıcı bir durumla, mülksüzleştirme politikalarının gizli adı olan hep kiracı olacağımız “yeni nesil kiracılığa” hepimizin hoş geldiğini üzülerek hatırlatmak zorundayım.

O hâlde yazıyı Derviş’in, “Günde kırk kuruşla geçinen beş nüfuslu bir aile” başlıklı yazısındaki şu sözle bitirmekte bir beis olmasa gerek: “‘Burası bir ev midir?’ diye soruyorum. Genç kadın gülerek, ‘İstersen diyebilirsin; işte, biz oturuyoruz’.”

Evet, isterseniz [bir ev] diyebilirsin[iz]; biz oturuyoruz…