İbret-nüma temaşagâhım var kim görmeğe muhtaçtır

​İbret-nüma temaşagâhım var kim görmeğe muhta
​İbret-nüma temaşagâhım var kim görmeğe muhta

Derviş Mehmed Efendi’nin 10 Muharrem’de bir oğlancığı dünyaya gelir. Adını Evliya koyarlar. Yaradılıştan zeki olan Evliya’yı, babası önce Hâmid Efendi’nin medresesine gönderir. Burada yedi yıl kadar tahsil eder. Sesi de güzel olan Evliya’yı babası yedi kıraatte yed-i tûlâ sahibi Evliya Efendi’ye götürür, hıfzını ondan tamamlar.

Evliya Çelebi’ nin babası Mehmed Efendi saray kuyumculuğuna yükselince Kanuni Sultan Süleyman ile ve diğer nice padişahlar ile seferlere çıkar. Evliya da babasının bu seferlerden gelişini merakla bekler, anlattığı maceraları pür-dikkat dinler.

Aynı zamanda gürbüz, uzun boylu, yapılı olan Evliya ata binmeye, doğanla ava çıkmaya da meraklıdır. İşte bu avlardan birinde, henüz gençliğinin başlarındayken elim bir kaza geçirir.

Gözüne kestirdiği ceylanın peşi sıa at sürerken at birden irkilir ve Evliya’yı sırtından atar. Yârenleri yarı baygın bulup eve getirirler. Fakat Evliya kötürüm kalmıştır. Artık babası gibi seferlere çıkmak, kâfire kılıç üşürmek, âlemin acayibin ve garayibini temaşa etmek ne mümkün.

Babası evladının üzüntüsünü azaltmak için nerde bir kitap bulursa alıp getirir, bazen kendisi okur oğlu dinler bazen Evliya uzun geceleri bu kitaplarla geçirir.

Efendim bu kitapların içinde Kazvînî’nin Acâibü’l-Mahlûkât’ı, Yanko’nun Tarih’i, KurtubîCifr-i Alî, Firdevsü’l-Ahbâr, Tarih-i Taberî, Cevrî Çelebi’nin Mecmuâ’sı, Mısır tarihleri, gazavatlar, Çerkezce, Boşnakça, Sırpça ve dahi envai dilde lügatler ve daha neler...

Küçürek Evliya da ne yapsın kadere rıza gösterir, günlerini okumakla geçirir. Günlerden bir gün aklına ben dahi böyle bir mecmua telif etsem de benden sonra yadigâr kalsa fikri gelince, oturup büyükçe bir tarih yazmaya karar verir.

Evsâf-ı İstanbul ile başlar, sonra sırasıyla Osmanlı’nın neredeyse bütün şehirleri ve şehirlerin bütün harikuladelikleri… Mesela Bursa’nın meşhur Irgandı Köprüsü’nün hikâyesini şöyle anlatıyor:

Türkçede “ırganmak” salınmak demektir. 722 yılında Sultan Orhan Gazi Bursa’yı fethettiği zaman gazilerden bir gazi şimdi bu köprünün olduğu yerden geçerken “Çıkayım mı, varayım mı?” diye bir ses duyar.

Gazi hemen kılıcını çekip “Çık ulan anasını bilmem ne yaptığım” diyerek sesin geldiği tarafa doğru bir kılıç sallar. Yer ırgalanır, gazinin kılıç salladığı yerden çil çil altınlar dökülmeye başlar. Gazi hemen olan biteni bütün açıklığıyla Orhan Bey’e iletir. Orhan Bey “Hayır hasenat yap, mal senindir” deyince buraya bir köprü yapar. İşte köprünün ismi buradan gelmektedir.

Bursa’dan şöyle biraz Erdebil’e uzanalım çünkü Evliya Çelebi orada bize ilginç bir taş olduğundan bahsediyor. Bu seyyahların ilginç taşlara olan merakı da ayrıca ilginç. İbn Battuta da Isparta’da gördüğü gökten düşmüş ilginç bir taştan bahseder.

Neyse bu, bahs-i diger. Biz Evliya’ya geri dönelim. Diyor ki Evliya, bu Erdebil sahrasında bir taş vardır siyah ve yuvarlak. Üç kantar ağırlığında olan bu taşın üzerinde İbranice yazılar ve iki elini havaya kaldırmış bir insan sureti bulunmakta imiş. Ne zaman ki kuraklık olsa bu taşı kaidesinden kaldırır, Erdebil şehri içine getirirler, üç gün üç gece yağmur yağınca da geri yerine koyarlarmış. Rivayet odur ki bu taşın kaidesinde on iki adet de delik varmış, taş kaldırıldığında bu deliklerden su akar, taş yerine konuncaya kadar da sular kesilmezmiş.

Evliya Çelebi’nin yöre halkından dinlediğine göre bu taş, Hz. Musa’nın asası ile vurup su çıkardığı taş imiş ki Kur’an-ı Kerim’de dahi mezkûrdur: “Tih’de susayan kavmi Musa’dan su istediği zaman asanı taşa vur diye vahyettik de ondan on iki pınar kaynayıp aktı” (Araf, 160).

Buradan da geçelim Hama şehrine çünkü Yunus’un burada bir dolabı vardır ki iniler. Yunus’un geçtiği illerden Evliya Çelebi de geçmiş inileyen dolabı Hama’da bulmuştur ki hikâyesi pek gariptir. Bu dolap Asi Nehri kıyısındadır, Mısır’da Yahudi bir sehhar tarafından yapılmıştır.

Hz. Ali o Yahudi’yi katlettiği vakit dolabın da sihri bozulmuştur. Üzerinden seneler geçince o Yahudi’nin neslinden gelen bir genç dolabı bulup hitaben “Hz. Âdem’i seversen dön” der, fakat dolap dönmez. Sırasıyla bütün nebi ve resulleri sayar. Dolap hiç hareket etmez. O zaman Yahudi “Hz. Muhammed (sav) aşkına dön” deyince dolap Muhammed’in aşkından “Ya Muhammed” deyip tekrar dönmeye başlar. Yahudi de imana gelir. Evliya Çelebi’ye göre dolabın dönerken çıkardığı “ya Muhammed” sadası sekiz saatlik mesafeden duyulurmuş.

Buradan Evliya’nın anlatısı Akka’ya doğru gidiyor. Hz. İsa’nın on iki halifesinden Hz. Şem’ûn-ı Safâ Türbesi’ni ziyaret ediyor. Türbeden ziyade burada gördüğü bir kitap Evliya’nın dikkatini celp ediyor: Şem’ûn-ı Safâ’nın kendi hattı ile yazdığı İncil-i Sahih.

Evliya Çelebi, ceylan derisi üzerine yazılmış bu İncil’i yedi defa ziyaret ediyor. Bu ziyaretler sırasında yanında masraf kâtibi Rûm Mehmed Ağa da vardır.

İncil içerisinde Hazret-i Muhammed’i (sav) anlatan ayeti de bulup kitabına derc etmiş Evliya: “Abitun Azeriyûn porfonoton lev gislîn nîte efzûlât ki kâlev şîr tü numnîn mevâmis epsi gudus nakirdîs bîst bis= Bir oğlan Âzer oğlundan peygamber ola, yalancı olmaya. Anın mevlüdi Mekke’de ola. Sâlihliğ ile gelmiş ola, anın mübarek adı Ahmed-Muhammed ola. Ona uyanlar bu cihan ıssı olalar. Dahı ol cihan ıssı olalar.

Şimdi bu Evliya’nın yanındaki Rûm Mehmed Ağa hezarfen bir adamdır. Evliya Çelebi onun da hayret-engiz vefatını anlatmadan geçemez:

Cezayir kalyonlarından iki adet hizmetkârıyla bir pehlivan çıkıp geldi. Bir uluç olan bu pehlivan insanları başına toplayıp, size hayretler göstereceğim, dedi. İki hizmetkârına daire çaldırıp kendi sema ederek meydana geldi. Küçük karpuz kadar bir kırmızı top çıkardı. Toptan bir ip çıkarıp onu büyük bir at kazığıyla yere bağladı. Sonra topun içinden ipi çeke çeke on kulaç miktarı çıkardı.

Kuvvetle topu yukarı atınca top havada titreyip asılı kaldı. Pehlivan birkaç kere topa in dediyse de top hiç hareket etmedi. “Ey yârenler, top lisan-ı hâl ile biraz akçe verin, ineyim” der diyerek insanlardan bolca para topladı. Fakat top yine de inmedi. Orada bulunan herkes ipe asıldı, çeke çeke üç fil yükü ipi toptan çıkardılarsa da topu indirmeyi beceremediler. Bu kez pehlivan gazaba gelip hizmetkârlarından birine, “Var şu topu indir” dedi. Der demez hizmetçisi örümcek gibi ipe tırmandı, topun üstünde oturdu. Bu sefer pehlivan hizmetçisine seslendi fakat o da inmedi. Pehlivan diğer hizmetçisine dönüp, “Var şunları aşağı indir” dedi. Gariptir ki bu hizmetkârlar hiç konuşmazlar amma bir şey emredince hemen yerine getirirlerdi. Bu kere diğer hizmetçisi de topun üzerine çıkıp oturdu. Bu kez pehlivan gazaba geldi, “Ey adam, pişman olursun, işime mâni olma yoksa sana kıyarım” diyerek meydanda yalın kılıç gezmeye başladı.

Nasıl ki mana şairin karnında ise bu sözün de manasını sadece o pehlivan bilir. İnsanlar hayretle pehlivanın kime bu sözü ettiğini anlamaya çalışıyorlardı. Pehlivan cebinden bir çekirdek çıkarıp toprağa ekti, üzerine su döker dökmez kabak uzadı uzadı, topun hizasına geldi. Pehlivan “Bu kerre de bu marifetimi temaşa edin ey ümmet-i Muhammed” deyip topun üzerindeki hizmetkârlarının kafasını vurup aşağı attı, üzerine bindiği kabağı da kılıçla kesip “Benim sanatıma mâni olanı dahi defy eylenin, bize Endülüs yolu göründü” diyerek kırmızı top üzerinde havada süzülüp gitti.

Tam bu anda kaleden Rûm Mehmed Ağa başsız bulundu, diye haber geldi. Meğer Mehmed Ağa kalenin yüksek bir yerine çıkmış, esvaplarını ters giymiş, pabuçlarını başına sokup bu pehlivanın simyasını bozarmış. Meğer pehlivanın “Ey âdem pişman olursun” dediği Mehmed Ağa imiş.

Siz ne dersiniz bilmem ben Evliya’yı bi-riya ve seyyah-ı âlem bilirim. Nasıl gezdi kim bilir, allahu alem.