İlhan İlkılıç: Teknoloji üreten ahlakı da belirler

​İlhan İlkılıç​:  Teknoloji üreten ahlakı da belirler​
​İlhan İlkılıç​: Teknoloji üreten ahlakı da belirler​

Beyin ölümü, kök hücre, embriyoya müdahale, organ nakli… Biyoetik, hayatın başlangıcından bitimine kadar insanın bedeni üzerindeki bazı soruların ahlaki cevaplarını arıyor. Teknolojik gelişmeler bu tartışma alanlarını genişletirken tıp etiğinin ne olduğunu, olaylara yaklaşımını, bakış açısının merkezinde Tanrı’nın mı insanın mı bulunduğunu konuşmak için İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. İlhan İlkılıç ile bir araya geldik.

Çalışma alanı olarak seçtiğiniz alanlar biyoetik ve tıp etiği Türkiye’de çok çalışılan alanlar değil. Biyoetik alanında çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Türkiye’de 30-40 yıl önce biyoetik kavramından önce “tıbbi deontoloji” kavramını kullanıyorduk. Bu daha çok hekim-hasta ve hekim-hekim arasındaki görevleri konu alan bir bilimdi.
Türkiye’de 30-40 yıl önce biyoetik kavramından önce “tıbbi deontoloji” kavramını kullanıyorduk. Bu daha çok hekim-hasta ve hekim-hekim arasındaki görevleri konu alan bir bilimdi.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunuyum. İstanbul’un sağlamış olduğu sosyal ve entelektüel ortamla özellikle tıp eğitiminin son döneminde felsefe ve etik konularını tartıştığımız bir arkadaş grubumuz vardı. Bu tartışmalar sonucunda bu meselelerin çok önemli olduğunu ve bu işlerle profesyonelce uğraşmak gerektiğini anladım.

Bu türden çalışmaların bir hekimin gündelik çalışma düzenine ve kısıtlı zamanına sıkıştırılamayacağını keşfettikten sonra bu konuları anlamak ve kavramak için profesyonel şekilde felsefe eğitiminin gerekli olduğu kanaatine vardım. Felsefenin en iyi olduğu ülkelerden birisi olan Almanya’da felsefe okumaya karar verdim.

Bochum Üniversitesi’nde önce Almanca öğrendim ve felsefe eğitimine başladım. Burada bütün etiğin temel sorusu olan “İnsan nedir?” sorusunun cevabını aradım. Tabii ana dal olarak okuduğum felsefenin yanı sıra yan dal olarak da İslami bilimler ve Doğu dilleri filolojisi aldım ve bu üç alandan mezun oldum. Ayrıca tarih ve İngiliz filolojisi dersleri de aldım fakat o bölümleri bitiremedim.

Biyoetik neyle uğraşır? Biyoetiğin inceleme alanı nedir?

Teknolojik gelişmeler bu tartışma alanlarını genişletirken tıp etiğinin ne olduğunu, olaylara yaklaşımını, bakış açısının merkezinde Tanrı’nın mı insanın mı bulunduğunu konuşmak için İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. İlhan İlkılıç ile bir araya geldik.
Teknolojik gelişmeler bu tartışma alanlarını genişletirken tıp etiğinin ne olduğunu, olaylara yaklaşımını, bakış açısının merkezinde Tanrı’nın mı insanın mı bulunduğunu konuşmak için İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. İlhan İlkılıç ile bir araya geldik.

Türkiye’de 30-40 yıl önce biyoetik kavramından önce “tıbbi deontoloji” kavramını kullanıyorduk. Bu daha çok hekim-hasta ve hekim-hekim arasındaki görevleri konu alan bir bilimdi. Ancak konu şu an o kadar karmaşık bir hâl aldı ki artık bu ilişkilerin ötesinde örneğin hayvandan insana organ nakillerinin denenmesi söz konusu.

Embriyoya, gözle görünmeyen bir canlıya çeşitli müdahalelerin yapılması söz konusu. Dolayısıyla bu yeni gelişmelerin sadece tıp etiği ve tıbbi deontoloji bağlamında değil, bütün hayatı içine alan bir kavramla izah edilmesi gerekiyordu. Bu bağlamda da biyoetik kavramı kullanıldı.

Biyoetik için yaşamın her alanındaki sorunlara ve özellikle de tıp alanında gerçekleştirilen tedavi, uygulama ve araştırmaların tümüyle uğraşan felsefi bir refleksiyon bilimi diyebiliriz.

Peki, biyoetiğin ilgilendiği, cevap aradığı temel sorular nelerdir?

Biyoetik klasik manada yaşamın tümüyle ilgilenir; “Ahlaki olarak korunması gereken yaşam nereden başlar?” sorusunun cevabını arar. Bu bağlamda da embriyoya müdahale, kök hücre araştırmaları gibi konulara eğilir.

Diğer yandan 1968 yılında Harvard’da insan ölümünün beyin ölümü olarak tanımlanmasıyla birlikte, “Acaba insan ne zaman ölmüştür?”, “Beyin ölümü gerçekleşen ancak kalbi atan makinalar yardımıyla nefes alıp verebilen insan gerçekten ölmüş müdür?” gibi sorulara cevap bulmaya çalışır. Bunun dışında organ nakli meselesi de var: Organ nakli hangi kriterlere göre yapılacak; aciliyet mi, verimlilik mi ön planda olacak? Bu sorular üzerinde tartışır.

Biyoetik neden gerekli? Bilimsel araştırmalar ve teknolojik gelişmeler hızla ilerliyor ve biz de bunların sonuçlarını uyguluyor ve yaşıyoruz. Bunları sorgulamak zorunlu mu? Olduğu gibi alsak ve uygulasak ne olur?

Bilimsel ve teknolojik uygulamalar ve insan üzerindeki deneyler işin ahlaki kurallarına ve etik prensiplere dikkat edilmeden uygulandığında nelerin yaşanabileceğine dair en bariz ve ilginç örnekler Alman nasyonal sosyalizm döneminde görülmüştür.

Bu dönemde etik prensiplerden uzak kalınarak birtakım tıbbi ve bilimsel araştırmalar adına “insan deneyleri” dediğimiz deneyler ve uygulamalar yapıldı.

Tıbbi uygulamalardan etik ilkeleri çıkardığımız zaman tıbbın nasıl bir canavara dönüşebileceğini gördük. Bu tecrübe sizin sorunuzu şu şekilde cevaplandırmayı zorunlu kılıyor: Modern teknoloji ve bunun tıbbın uygulamalarından ahlaki hassasiyet ve etik ilkeler çıkartıldığı takdirde belki insanlığın felaketiyle bile karşılaşabiliriz.

Hayatın başlangıcı ve bitimiyle ilgili genel olarak insanların, özelde ise hekim ve hastaların karşılaştığı sorunlar nelerdir?

 Modern teknoloji ve bunun tıbbın uygulamalarından ahlaki hassasiyet ve etik ilkeler çıkartıldığı takdirde belki insanlığın felaketiyle bile karşılaşabiliriz.
Modern teknoloji ve bunun tıbbın uygulamalarından ahlaki hassasiyet ve etik ilkeler çıkartıldığı takdirde belki insanlığın felaketiyle bile karşılaşabiliriz.

Burada en önemli mesele “Ahlaken korunması gereken yaşam biyolojik olarak ne zaman başlar?” sorusudur. Tartışmalı olsa da klasik manada sperm hücresinin çekirdeği ile yumurta hücresinin çekirdeği birleştiğinde yeni bir canlı oluşuyor ve hayat başlıyor. Ama bu iki çekirdek birleşip bir genom oluştuktan sonraki hayat ahlaki olarak hemen korunması gereken bir hayat mıdır?

Bir kısım biyoetikçilere göre embriyo kendi hâline bırakılırsa insan olamaz ancak anne rahminin duvarına yapıştıktan sonra insan hayatı başlar ve ondan sonra korunmaya hak kazanan bir canlıdır. Diğer bir kısım ise bu durumdaki embriyo da ağrı-acı hissetmez, dolayısıyla bunun üzerinde deney yapmak sorunlu değildir, diyor.

İşte bu tür sorular ve sorunlar kürtaj, hamilelikteki prenatal genetik teşhis, embriyo safhasındaki preimplantasyon genetik teşhis ve tüp bebek uygulamaları gibi durumlar söz konusu olduğunda hem hekimi hem de hastayı ilgilendirir.

Aynı şekilde “Hayat ne zaman sona ermiştir?” ya da “Ne zamandan itibaren hayatın sonundaki tedaviler kesilebilir?” sorusu hekim ve hastaları yakından ilgilendirir.

BEYİN ÖLÜMÜ ORGAN NAKLİNİN BAHANESİ Mİ?

1968’te Harvard’da insanın ölümünün beyin ölümü olarak tanımlanmasından önce ölüm nasıl tanımlanıyordu?

1968 yılında Harvard’da yapılan tanımdan önce bu konuda bilimsel çalışma ve yayın olmasına rağmen beyin ölümü tıp dünyasında kabul edilmemişti. Yani bu kriterlere göre ölü kabul edilen biri 60’ların başında ölü kabul edilmiyordu. Bu insanlık tarihi açısından ölüme hakkında ciddi bir tanım değişikliğidir. Bu döneme kadar kalbi merkez alan bir hayat ve insan anlayışı olduğu için “Ancak ve ancak kalp durduğu zaman insan hayatı durmuştur” deniyordu.

Fakat beyin ölümü tanımı yapıldıktan sonra bu tanımın kriterleri tespit edildiğinde artık beyin ölümü insanın ölümü anlamına gelmeye başladı. Tabii şu an Türkiye de dâhil dünyadaki ülkelerin çoğunda bu

tanım geçerlidir.

Dolayısıyla ancak beyin ölümü gerçekleşen bir hastadan nakil için organ alınabilir. Beyin ölümünü reddedersek kalp, karaciğer, akciğer gibi hayati öneme haiz organların naklini de reddetmiş oluruz. Böyle bir yönü de var.

Ortaçağ doktoru Ambroise Parén
Ortaçağ doktoru Ambroise Parén

Dolayısıyla beyin ölümünün organ naklini kolaylaştırmak için ortaya atılmış bir tanım olduğunu iddia edenler de var. Ancak bazı tıp tarihçileri bunu reddediyor. Burada şunun farkında olmamız gerekiyor.

Modern tıp ve teknoloji alanındaki gelişmelerle birlikte bizim klasik manada hayata, hayatın başlangıcına ve ölüme bakışımız da değişiyor. Bir nevi modern teknoloji bizim insanlık anlayışımızı değiştiriyor; bizim bu değişen insanlık anlayışımız da başka yeni modern teknolojik uygulamaları beraberinde getiriyor.

  • BEDENİMİZ BİZİM MALIMIZ MIDIR?
  • İnsan bedenine yapılan müdahaleler noktasında biyoetik neler söylüyor? “Beden bana ait” şeklinde bir söylem de var. Kürtajda örneğin bebeğin hayatı mı, kadının özgürce karar verme hakkı mı? İnsan bedenine yapılan müdahaleler özelinde düşünürsek bioetiğin evrensel ilkeleri var mıdır?
  • Bugün insan ömrünün 100 yıl öncesine göre neredeyse iki katına çıkmış olmasını tıptaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere borçluyuz. Mesela anestezi ve antibiyotik olmamış olsa cerrahi müdahaleler yapılamaz ve bu yolla insan hayatı kurtarılamaz. Fakat bu yapılan müdahalelerin ahlaki değerlendirmesi bizim insanlık anlayışımızla ilgili bir şeydir.
  • Eğer bir insan kendi bedenine ona ait olan bir mal gözüyle bakıyorsa bedenine her türlü müdahale hakkını kendinde görür. Örneğin, aktif ötanazi yaparak yaşamına son verebilir ya da bedenindeki başka bir canlının yaşamına son verme hakkını da kendinde bulabilir. Ama bedenini Yaratıcı’nın vermiş olduğu ve kendisinden sorumlu olduğu bir emanet olduğuna inanan bir insan, bedenine dair her türlü tasarruf hakkını kendinde görmez. Allah’ın verdiği canı tüm tedavi yollarını da kullanarak korumaya ve ızdırabını azaltmaya çalışır.
  • Tabii şu da var kürtajların önemli bir bölümü embriyoda bir hastalık tespit edildiği durumlarda yapılır; bunun tipik örneği hamilelik sırasında Down Sendromu teşhisidir. Aileler bu teşhis konulduğunda canlının yaşamına son verme hakkına sahip midir, değil midir? Fetusu bedeninizin bir parçası gibi görürseniz ona yönelik müdahale yapmakta bir sorun görmezsiniz. Ancak onu da Allah’ın verdiği ve korunmasından sorumlu olduğumuz bir can olarak bakılırsa durum farklılaşır.
  • Biyoetik alanında sorunların karmaşık ve çok olmasının nedeni bizim artık Türkiye de dâhil homojen bir değerler sistemine sahip olmadığımız gerçeğidir. Seküler ve dinî ayrımı dışında İslam geleneğinde kürtajla ilgili birbirinden farklı birçok fetva bulabilirsiniz. Kaldı ki aynı şekilde seküler anlayış içinde de farklı yaklaşımlar var. Burada soru şu: Bu kadar heterojen değerler sisteminin olduğu bir ülkede acaba herkesin memnun olacağı biyoetikle ilgili uygulamaların hukuki düzenlenmesi nasıl yapılabilir?

Tanrı merkezli ve insan merkezli anlayışlar arasında olduğu gibi farklı ilahi gelenekler arasında da farklar var değil mi?

Evet. Katolik Kilisesi döllenmeden hemen sonra oluşan embriyoyu insan olarak görür ve ona yapılacak müdahaleleri de kısıtlar. Diğer yandan Yahudi geleneğinde 40. günde embriyoya ruh üflendiği görüşü vardır ve 40. güne kadar embriyoya her türlü müdahale yapılabilir. İslam geleneğinde ise hem Katolikliğe hem Yahudiliğe benzer görüşler bulunmakta.

Kaldı ki İslam içinde aynı mezhep içinde bile bir konuda bir sürü farklı görüş var. Tabii bu durum şu soruyu da beraberinde getiriyor: Mevcut klasik teolojik kaynakları biyoetikle ilgili sorunlar çıktığında nasıl anlayacağız, nasıl yorumlayacağız?

TEKNOLOJİ ÜRETEN AHLAKINI DA BELİRLER

Tam da bu noktada, bizler Batı’dan teknolojiyi ithal ederken etik tartışmaları da mı ithal ediyoruz? Doğu’da çok fazla tartışılmıyor bu konular ya da yeni yeni başlıyor, diyebilir miyiz?

Tabii. Temsilî olarak organ naklinden örnek verecek olursak, organ naklinden önce organ bağışlayışı ile alıcısı arasında belli bir şekilde doku uyumu tespit edilemezse nakil yapılamaz. Bunu teknolojiye de uygulayacak olursak herhangi bir teknolojik nakil yapılmadan önce kültürel doku ve kültürel gen uyumunun olup olmadığına bakmamız gerekir. Çünkü hiçbir teknoloji içinden neşet ettiği kültürden arınmış kültürel anlamda steril bir ortamda ortaya çıkmaz. Teknoloji bilginin belli bir insan anlayışı olan kültür tarafından pratik hayata uygulanış şeklidir.

Burada bizim sormamız gereken soru şudur: Batı ya da Hristiyan yahut seküler kültürün insan anlayışı yani felsefi antropolojisi İslam’ın ve bizim medeniyetimizin insan anlayışıyla uyuşmakta mıdır? Bence bu soruya evet demek çok güç. O zaman alınan teknolojiyi de bu perspektiften sorgulamak durumundasınız.

Bizdeki mevcut fıkhî tartışmaların bu derinliği kavradığından emin değilim. Örneğin bu tıbbi teknoloji insana faydalı mıdır, zararlı mıdır? Faydalıysa caizdir, zararlıysa caiz değildir şeklinde çıkarımlarla genelde karar veriliyor. Ben bu meselenin bu kadar basit olmadığı kanaatindeyim.

  • Örneğin, tüp bebek meselesi. Doğal yollarla çocuk sahibi olamayan çiftlere çocuk sahibi olma imkânı sunduğu düşünülerek faydalıdır diye caiz denildi ancak şu nokta gözden kaçırıldı: Tüp bebeği uyguladığınız zaman siz aynı zamanda onlarca, yüzlerce anne karnına ilkah edilemeyecek embriyo da üretiyorsunuz. Peki bu anne rahmine yerleştirilmediğinden dolayı hayatına son verilecek embriyoların durumu ahlaken nasıl değerlendireceğiz? Buna cevap verirken şunu da göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Teknolojiyi üreten ülkelerde bu teknolojiyle birlikte etik çalışmalar paralel olarak yürütülür: Bu teknolojiler alınmadan çok önce bu felsefi ve fıkhî tartışmaların yapılması gerekiyordu.
Teknolojiyi üreten ülkelerde bu teknolojiyle birlikte etik çalışmalar paralel olarak yürütülür: Bu teknolojiler alınmadan çok önce bu felsefi ve fıkhî tartışmaların yapılması gerekiyordu.

Almanya’da bugün buzdolaplarında 20-30 bin dondurulmuş döllenmiş yumurta, embriyo saklanıyor. Türkiye noktasında elimizde net sayılar yok. Bir tüp bebek tedavisi çerçevesinde kullanılmayan ve dondurulmuş olarak saklanılan embriyoların ahlaki statüsü nedir? Maalesef bizde bu tartışmalar gerektiği gibi yoğun bir şekilde yapılmadığı için kafamız bir hayli karışık ve tesellimizi bu işlerin rutin hâle gelmesinde buluyoruz. Bu ahlaken çok tehlikeli ve yanlış bir durum.

Teknolojiyi üreten ülkelerde bu teknolojiyle birlikte etik çalışmalar paralel olarak yürütülür: Bu teknolojiler alınmadan çok önce bu felsefi ve fıkhî tartışmaların yapılması gerekiyordu. Teknolojiyi üreten kültür onun kullanma ahlakını da oluşturuyor. Biz hem teknoloji üretmiyoruz hem de dışarıdan aldığımız teknolojinin kullanma ahlakını oluşturmuyoruz ve bu durumdan rahatsız da olmuyoruz.

Bu konuların konuşulmaması karşılaştığımız sorunları sürekli yadsımamıza ve çelişkili ve şizofrenik hayatlar sürmemize neden oluyor, diyebilir miyiz?

Bu sorunun cevabına mesela estetik cerrahi iyi bir örnek. Sadece medya ve dış dünyamızdan bize dayatılan bazı fiziki ideallere uymak için yapılan tıbbi müdahaleler var. Genelde kadınlar bu konuyla ilgili hekimlere, mesela “Eğer burnum ya da başka bir organım şu şekilde olmazsa o zaman intihar ederim” diye geliyorlar.

O zaman da “Eğer intihar edecek kadar rahatsızlık veriyorsa bu caizdir, yapılsın” deniyor. Ancak durumu bu raddeye getiren toplumsal dinamiklerin neler olduğunu, neyi yanlış yaptığımızı da sorgulamak durumundayız. İnsan olmanın anlamı belli fiziki bir görünüme sahip olmakta yatıyorsa ve biz bu dayatmayı kabul ediyorsak orada düşünmemiz gerekir.

İslam ülkelerinde bu meseleler çok yeni sayılır. Sorularımıza cevap aradığımız metinler çok eski, ama sorular ve tartışmalar çok yeni. Şark coğrafyasında bu tartışmalarda nereden referans alınıyor. Kendimize daha yakın bulduğumuz belki dinî kaynaklı olması itibarıyla Katoliklere mi bakılıyor etik tartışmalarda? Hangi minvalde ilerliyoruz?

Amerikalı bir felsefeci şunu demişti, “Batı’da felsefe ölmek üzereydi, biyoetik tartışmaları Batı felsefesini de yeniden canlandırdı.” Bu tespit çok doğru. Kök hücre çalışmalarını değerlendirmek için zaten “Yaşam nedir, ne zaman başlar?”, “Embriyo nedir?” gibi felsefi sorular sormak zorundasınız. Bu sözün İslam dünyası için de geçerli olduğu kanaatindeyim.

Beyin ölümü, ötanazi, kök hücre çalışmaları, gen ve hücre kavramlarının ne anlama gediği üzerine düşünmek gerekiyor. Mesela “Gen nedir?” sorusunun muhatabı biyoloji değil felsefedir. Bu yüzden kadim felsefeyi canlandırmak zorundaydı Batı, yoksa modern dünyanın sorularını anlamak ve cevaplaması mümkün değildi.

Burada bizim şöyle bir talihsizliğimiz var: Bizim bir dönem kadim geleneğimizle bağımız koptu. Batı’nın burada bizden daha şanslı olduğu nokta bu sürekliliktir. Kopuş yaşamadı. Aydınlanma, Yeniçağ felsefesi, modernizm, postmodernizm şeklinde devam etti. Felsefe canlı kaldı ve hayatın getirdiği değişikliklere farklı cevaplar verebildi.

Amerikalı bir felsefeci şunu demişti, “Batı’da felsefe ölmek üzereydi, biyoetik tartışmaları Batı felsefesini de yeniden canlandırdı.”
Amerikalı bir felsefeci şunu demişti, “Batı’da felsefe ölmek üzereydi, biyoetik tartışmaları Batı felsefesini de yeniden canlandırdı.”

Bizde bunu görmüyoruz. Bizde bu konudaki tartışmalar sadece pratik hayata yönelmiş sathi tartışmalar hâlinde kaldı. Bu tartışmaların canlanması ve derinleşmesi lazım. Burada elbette embriyonal kök hücre araştırmalarının getirdiği ahlaki soruların cevaplarını İbn Sina ya da İbn Rüşd bize vermeyecektir, fakat bu konuda düşünürken düşünce geleneğimize yaslanmamız gerekiyor.

CEVABI KADİM FELSEFEDEN BESLENEN FELSEFECİLER VERECEK

Bu nasıl olacak peki?

Biz burada modern teknolojilerin oluşturduğu sorunları anlarken ve çözerken kadim gelenekteki insan anlayışını yani felsefi antropolojiyi bir çerçeve ve zemin olarak kullanabiliriz.

Modern sorunlara Aristocu bir anlayışla yaklaşan modern etikçiler de mevcut. Tabii onlar bunu olduğu gibi uygulamıyorlar, belli bir analizden geçiriyorlar. Bizde de bu türden analizler yapılabilir.

Modern sorunlara Aristocu bir anlayışla yaklaşan modern etikçiler de mevcut. Tabii onlar bunu olduğu gibi uygulamıyorlar, belli bir analizden geçiriyorlar. Bizde de bu türden analizler yapılabilir.
Modern sorunlara Aristocu bir anlayışla yaklaşan modern etikçiler de mevcut. Tabii onlar bunu olduğu gibi uygulamıyorlar, belli bir analizden geçiriyorlar. Bizde de bu türden analizler yapılabilir.

Biz maalesef düşünce geleneğimizle aramızdaki kopukluktan dolayı bırakın biyoetik sorunlara çözüm bulmayı, bu sorunları anlamakta bile zorlanıyoruz.

Kök hücre çalışmaları yaparken bir embriyonun hayatına son verdiğinizde veya bir genoma müdahale ettiğinizde ne yapmış oluyoruz mesela kozmolojik manada.Bu sorulara sadece fıkıhçıların ya da biyologların cevap vermesi mümkün değildir.

Cevabı düşünce geleneğimizden beslenen beşeri ilimlerdeki uzmanlar verecektir. Tabii bu, disiplinler arası çalışmalarla olacak bir şeydir.

Peki bu çalışmalar nereden ve nasıl başlayacak?

Descartes’a atfedilen bir söz var: “Biz, eksiksiz bir düşünce sistemi, bir ev kurmak istiyoruz ama bu çok uzun zaman alacak. Bunu gerçekleştirene kadar barınma ihtiyacını giderecek baraka ya da gecekondu gibi hızlı çözümlere ihtiyaç var. Bunu yaparken de bazı şeylere riayet etmek gerekir.” Sorunuz bağlamında kısa vadede mütevazı ama direkleri sağlam, içinde oturulabilecek küçük yerler inşa etmeli. Bunu yaparken de diğer yandan o eksiksiz evin inşası da devam etmeli. Biri diğerine aykırı değil esasında. Belki bu küçük evlerin inşasına fıkıhçılar daha yakın olabilir ya da tıp etikçileri bu bağlamda ülkenin şartlarına göre bunu yapabilir.

Gündelik olarak fıkhi konularda da bazı kavramların felsefi okumaya tabi tutulmadığını görüyoruz. Örneğin, faydalı olan aynı zamanda ahlaken de iyi midir? Bu soruya pek benimsemediğim utilitryan (faydacı) yaklaşımda evet denir.
Gündelik olarak fıkhi konularda da bazı kavramların felsefi okumaya tabi tutulmadığını görüyoruz. Örneğin, faydalı olan aynı zamanda ahlaken de iyi midir? Bu soruya pek benimsemediğim utilitryan (faydacı) yaklaşımda evet denir.
Gündelik olarak fıkhi konularda da bazı kavramların felsefi okumaya tabi tutulmadığını görüyoruz. Örneğin, faydalı olan aynı zamanda ahlaken de iyi midir? Bu soruya pek benimsemediğim utilitryan (faydacı) yaklaşımda evet denir.

Hızlı zengin olmak da faydalıdır mesela pratik olarak. Peki ama gerçek fayda nedir? Bu dünya için geçerli bir fayda mı aradığımız? Faydalı olan ahlaken de doğru olan mıdır?

Formasyon olarak bizim âlimlerimiz alanları bir yana teknolojiyi ne kadar tanıyor? Facebook’u, sosyal medyayı anlamamış bir âlim bu konuda bir şey diyebilir mi?

Bir teknolojik ürünü kullanmak, o ürünün felsefi olarak anlamını kavradığımız anlamına gelmez. Bunu herkesin kavramasını bekleyemeyiz. Lakin kendisinde ilim adamı sıfatını gören kişiler bu konularda düşünmek zorundadırlar. Normal bir tüketici gibi davranamazlar. Artık bazı konuları anlamak ve bu konuda söz söylemek birden fazla alanda eğitim almayı gerektiriyor. Bu Avrupa’da oldukça yaygın, ülkemizde ise henüz yaygın değil.

Önce bilgi bağlamında disiplinlerin birbiriyle bağlı olması gerekir. Disiplinler arası bilginin ve tecrübenin yanında tecrübe de gerekiyor.

Tıp veya biyoetik konularına bireyleri ilgilendirdiği için burada da bağlamsal olarak bireyin durumunun dikkate alınması gerekir.Tıp veya biyoetik konularına bireyleri ilgilendirdiği için burada da bağlamsal olarak bireyin durumunun dikkate alınması gerekir. Örneğin yapılacak ameliyatlarda oluşabilecek komplikasyonlarla ilgili olarak hekimin hastayı bilgilendirme yükümlülüğü vardır.

Ancak belki çok panik ve konuyu değerlendirecek bilgisi bulunmayan bir hastaya hekim olarak binde bir ihtimal olan bir komplikasyonu çok önemli bir ameliyattan vazgeçebilir kaygısıyla söylemeyebilirsiniz ama başka daha eğitimli veya sakin bir hastaya anlatabilirsiniz. Burada hekim çifte standart uygulamıyor, aksine hastanın psikolojik ve sosyolojik durumuna göre en doğrusunu yapıyor.

“İSLAM ŞUNU DER” TÜRÜNDEN CÜMLELER YANLIŞ

Tecavüzle çocuk dünyaya getiren kadınların durumu üzerinden bir yanda hayatın kutsallığı diğer yanda annenin psikolojik ahvalini ele alacak olursak, bu gibi konularda hangi kriter referans alınıyor?

Tecavüze uğramış bir kadının kürtaj yapıp yapmamasına dinen cevaz vermek için bir sürü faktörün göz önünde bulundurulması gerekiyor. O kişinin psikolojisi ve ruh hâlini fıkıh diline nasıl tercüme edeceksiniz? İşte zor olan mesele de bu. Olayı sadece bir vaka gibi değil o kişinin gözünden değerlendirebilmek önemlidir. Embriyo noktasında da. Türkiye’de de embriyo düzleminde hastalıklı embriyoları hukuken de şu an çöpe atmak mümkün. Ancak ya o embriyo siz olsaydınız? O zaman belki daha farklı bir perspektifle meseleye bakar ve olayın sadece belli günlere endekslenerek karar verilemeyecek kadar karmaşık olduğunu anlardınız.

Öyle anlıyorum ki bizim için çok yeni olan bu meselelere, örneğin “İslam ne diyor?” desem çoğu sorum cevapsız kalacak gibi hocam.

Bizim ilim geleneğimizde tüm hükümlerin sonunda “Allahu âlem” denir ki ben bunu çok önemli buluyorum. Hukuken meşru olan ya da dinen cevaz verilen bir şeyi yapmıyoruz. Çünkü vicdanımız mutmain olmuyor. Hukuk yolunun yanında kalp yolunun da önemli olduğuna inanıyorum.

“İslam şu konuda ne der?” sorusunu birçok açıdan problemli buluyorum. Öncelikle belli kaynakları olan ve 1400 yılı aşmış bir geleneği olan bir dini sanki bir özneymiş gibi görmemiz yanlış. Diğer taraftan zengin İslam geleneğine baktığımızda birçok konuda tek bir görüş bildirmemiz neredeyse imkânsız.

Dolayısıyla benim teklif ettiğim şekilde felsefi düşünce ihya edilse bile bu konular hakkında tek bir görüş olmayacaktır. Tek bir görüş bulmak çözüm olarak görülmemeli. Konuya vâkıf olmayanlar “Neden bu kadar çok görüş var? Bir tane olsa iyi değil mi?” diyor. Çok görüşün bulunması sorun değil.

Eğer bu görüşlerin argümanları kendi alanlarında tutarlıysa, güçlü ve anlamlı bir insan anlayışı üzerine bina edilmişse sorun değildir. Ülkemizde bu böyle görülmüyor maalesef.

  • Örneğin, Türkiye’de 2012 yılında kürtaj tartışmaları yapıldığında olay tamamen A partisi B partisi meselesine dönüştürüldü. Biz insan anlayışımızı ve argümanlarımızı netleştirmediğimiz için biyoetik konularında da toplumsal bir diskur oluşturamıyoruz. Konu âdeta mafya kavgasına dönüyor. Daha fazla toplantı ve seminer düzenlenmesi lazım.

Örneğin Almanya’da benim de içinde bulunduğum etik konseyi örnek alabiliriz. Bu konsey aynı zamanda kanuni olarak halka açık seminer ve toplantılar düzenlemek ve bu konularda halkı bilgilendirmekle de yükümlüdür.

Bizim düzenlediğimiz toplantılara halk gelir ve biyologlar, teologlar, biyoetikçiler ve diğer uzmanlara soru sorma ve tartışma imkânı bulur. Biz de ülkemizde bu alanda tartışma ortamları yaratmalıyız ki toplumumuzda bir diskur geleneği bir grup diğer grubun neden böyle düşündüğünü ve karar verdiğini anlayabilsin. Bunu yapmazsak kavganın ilerisinde bir şey yapamayız.

Batı ve Doğu arasındaki farklar dışında, İran’da mesela kök hücre çalışmaları daha rahat yapılıyor ve taşıyıcı annelik de yaygın. Burada siyasi faktörler de rol oynuyor mu?

Burada iki önemli faktör var. Birincisi fıkıh geleneğinin farklı olmasından dolayı taşıyıcı anneliğin dayandırıldığı argümanlar var. Diğer yandan siyasi olarak bir savaşın içerisinde bulunan ülkeler bu savaşta ellerini güçlendirecek alanlara yöneliyorlar.

Örneğin İran’ın özellikle kök hücre alanındaki çalışmalar konusunda liberal tutumunun nedeni sadece fıkhi geleneğin farklı olması değil aynı zamanda devlet olarak bu alanda iyi olmak ve üstünlük elde etmek arzusudur. Diğer yandan bazı ilahiyatçıların da Batı’ya karşı aşağılık kompleksi olduğunu görüyoruz.

“Eğer İslam buna karşı dersem İslam’ı bilime karşı bir din gibi lanse ederim” endişesi var. Bunun böyle olmaması lazım. “İslam bilimle çatışmaz” cümlesi de yanlış. Temel ve güncel bilimsel gerçekler İslam’la çatışmayabilir, ancak bilginin pratik hayata uygulanması demek olan teknoloji pekâlâ İslam’la çatışabilir.

Bu aşağılık kompleksinden kurtulmak gerek. Katolik Kilisesi de embriyonik kök hücre araştırmalarına karşı ve bundan dolayı da herhangi bir komplekse kapılmıyor.

Bir tasarı insana doğru gidiyoruz. Teknolojik olarak mümkün olan her şey, İslam düşünmeye ve ilme teşvik ediyor diye yapılmalı mıdır? Yapmaya muktedir olduğu her şeyi yapma hakkı var mıdır insanın? Sınırları nasıl çizeceğiz ve neye göre?

Öncelikle bu sınırları çizebilmek için değerler hiyerarşisinin iyi belirlenmiş ve oturmuş olması lazım. Sağlıklı olmak önemlidir ancak bütün değerlerin kaynağı sağlık değildir.

Örneğin, kanserli ve sağlıklı insanlardan oluşan farklı gruplarda yapılan bir araştırma var. Bu araştırmada kanserli olan grup daha mutlu çıkmış. Biz Müslümanca konuşacak olursak bizim için üst ya da meta norm Allah’ın rızası olabilir. Seküler bir insana belki haz ya da mutluluk en üst normdur ancak bizim için öyle değil.

Bilim dünyasında amaçların ve araçların ahlaki olarak doğru olduğundan emin olmalıyız.
Bilim dünyasında amaçların ve araçların ahlaki olarak doğru olduğundan emin olmalıyız.

Dolayısıyla taşıyıcı annelik olayına, kök hücre çalışmalarına bakıldığında insanların hastalıklarına çare bulmak elbette güzel bir şey ama mesela fakirlere para vermek için hırsızlık yapamazsınız. Aracınız da amaca uygun şekilde meşru olması gerekir. Mesela biz bir kişiyi öldürelim ve onun organlarıyla 5 organ nakli bekleyen insanın hayatını kurtaralım diyemeyiz.

Çünkü bir kişinin şerefi veya onuru 5 kişinin şerefinden daha az değerli değildir. Alman Nazi döneminde bazı insanların hayatı bazılarından daha değersiz bulunduğu için bu insanların üzerinde rızası alınmadan deneyler yapıldı ve 3.000 insan bu deneylerde hayatını kaybetti. Burada da çıkış amacı aslında kötü değildi farklı ve önemli bilgilere ulaşmaktı.

Fakat bu amaç için uygulanan metodun ahlaki olup olmadığı sorgulanmadı. Onun için bilim dünyasında amaçların ve araçların ahlaki olarak doğru olduğundan emin olmalıyız.