İsmiyle müsemma!

Bozdoğan Kemeri
Bozdoğan Kemeri

Uzunca zamandır, “Nerede oturuyorsunuz?” diye sorduklarında, “Fatih’te oturuyorum. Daha doğrusu İstanbul’un kalbinde!” diye cevap veriyorum. Yıllar geçtikçe ismiyle müsemma bu semtte, çocukluk ve gençliğimi geçirip hâlâ da oturuyor olmanın ne kıymetli olduğunu daha iyi anlıyorum.

Lise yıllarıma kadar oturduğumuz Zeyrek’teki evin yetişme yıllarım için oldukça imtiyazlı bir mekân olduğunu da gitgide daha iyi fark etmekteyim...

Fetihle birlikte II. Mehmet Han’ın Zeyrek semtindeki büyük manastır ve kilise yapılarını tedrisatın aksamaması için medrese olarak tahsis ettiğini ne yazık ki üniversiteden sonraki yıllarımda okuyup öğrenecektim. Oturduğumuz evin yaslandığı surlar Pantokrator Kilisesi ve Manastırı’nın bulunduğu alanın istinat duvarıydı. Çocuk olarak bu sur duvarında tek ilgilendiğim, bahar gelince taşlarının arasında kök salmış leylakların baş döndüren kokularıyla açmasıydı. O zamanlar at arabacılığı yapan bazı adamların manzaraya karşı içtiği ve atlarını barındırdıkları bahçenin Bizans’ın Ayasofya’dan sonraki en önemli ve kutsal mekânı olduğunu nerden bilebilirdim ki...

Bozdoğan Kemeri
Bozdoğan Kemeri

Fatih Sultan Mehmet, şehrin bu yüksek tepesindeki kilise-manastır ve müştemilatını medrese yapıları olarak tahsis ettiğinde, başına dönemin gözde ulemasından Molla Zeyrek’i başmüderris olarak tayin etmiş. Bense okuma yazmayı söktüğüm günden itibaren doldurduğum PTT kira çeklerinin “alıcı” kısmına “Abdullah Zeyrek” ismini kaydederken, semtin adı ile bu zatın arasında bir irtibat kurmaya çalışırdım. Çocuk aklımla ev sahibimizin semte adını verecek kadar âli bir adam olduğunu varsayardım. Gerçi bir gün annem ve dedemle mezkûr “alıcı”nın Nuh Kuyusu Caddesi’ndeki evine yaptığımız ziyaret bu zannımı pekiştirmiş ve muhtelif Osmanlıca yazma ciltlerin sıralandığı kocaman maun masanın arkasında, sakin ve vakur çehresiyle bana gözlüklerinin üstünden tebessüm eden bu yaşlı zat hafızama bir daha silinmeyecek şekilde nakşolmuştu.

Annem kapı önünde oynamamıza günde bir saat izin verdiğinden camdan dışarıyı seyretmek en çok sevdiğim şeydi. Kardeşimle Atatürk Bulvarı’ndan geçen arabaları marka ve renklerine göre sayma oyunu oynardık pencerede. “Kırmızılar benim, beyazlar senin!” veya “Mercedesler senin, Volkswagenler benim” diye sahiplenirdik bulvardan hızla geçen araçları.

  • Sabahları ahşap evimizin çatı aralıklarını yuva bellemiş güvercinlerin melodili seslerini hep bir mesajlaşma diye düşünür, “ne diyorlar acaba” diye merak ederdim.

Akşamları ise ilk yaptığım, tam karşıya bakıldığında haşmetle duran Süleymaniye Camii’nin az gerisindeki Beyazıt Kulesi’nde hangi rengin yandığına bakmaktı. Sarı ise sisli, yeşil ise yağmurlu, kırmızı ise kar yağacak demekti... Lise ve üniversite yıllarımda kışın evden Atatürk Bulvarı’na yürürken Süleymaniye Camii’nin minareleri arasından yükselmekte olan güneşi seyretmek bana heyecan verirdi. Dahası vakur bir sükûnetle karşımda yükselen bu haşmetli yapının beni hayat, ölüm ve tarih üzerine düşünmeye sevk eden bir tesiri oldu hep üzerimde... Yıllar sonra semtin başka bir kısmına taşındığımdan bu görüntüden mahrumiyetimi sıkça hissediyorum.

Fetihle birlikte II. Mehmet Han’ın Zeyrek semtindeki büyük manastır ve kilise yapılarını tedrisatın aksamaması için medrese olarak tahsis ettiğini ne yazık ki üniversiteden sonraki yıllarımda okuyup öğrenecektim.
Fetihle birlikte II. Mehmet Han’ın Zeyrek semtindeki büyük manastır ve kilise yapılarını tedrisatın aksamaması için medrese olarak tahsis ettiğini ne yazık ki üniversiteden sonraki yıllarımda okuyup öğrenecektim.

Bazen yazar şahsiyetlerden çocukluk yıllarının geçtiği şehre, semte veya sokağa bir daüssıla hissiyle yaptıkları ziyaretlerde aradıklarını yerinde bulamamanın yarattığı kırgınlığı okurum. Yakın zamanlarda eşimi ve çocuklarımı geçmişimin saklı olduğu bu sokağa adeta bir keşif heyecanıyla ellerinden tutarak götürürken, benzer bir hissi yaşar mıyım endişesi taşıyordum. Her şey yerli yerindeydi, hatta fazlası vardı. Fazlası, belediyenin Atatürk Bulvarı’na bakan su sarnıcının restorasyonu sırasında temellerini bulduğu Piri Mehmet Paşa Camii idi. İhya edilen cami tam da biblo gibi bir yapı. Oysa çocukluğumda bu minik caminin yerinde çok büyük bahçesi olan, kocaman ahşap bir konak vardı ve sakinleri bir caminin üzerinde oturduklarından habersizdi. Bu büyük bahçeli konağın hemen bitişiğindeki genişçe alanda minik minik gecekondular ve yanı başında da mezarlık vardı. Büyüklerimizin bakkala gönderirken hızlıca geçmemizi tembihledikleri “kanlı medrese” ve “mezarlık” artık yenilenmiş duvarları ve mezbeleliklerden arındırılmış halleriyle bir çocuk için de oldukça emniyetli görünüyorlar.

  • “Mezarlık” denen yerde meğer Mehmed Emin Tokadî Hazretleri ile birkaç müderris ve ahfadı gömülüymüş. Hâlbuki biz çocukken sokağımızın (Piri Mehmet Paşa Sokağı) alt ucundaki etrafı çevrili ve yeşile boyalı kabri mübarek bir zatın zanneder, kulağımıza çalınan “...Tokadî hazretlerini ziyaret…” laflarını da burası ile ilişkilendirirdik. Yani ne etrafımızdakilerin, ne anne ve babamın konuya dair net bir malumatı vardı. Ta ki bir genç grubuna gezi planı yaparken semte dair araştırmalarımda bugünkü bilgilerime ulaşana kadar her şey çocukluğumdaki halini korudu.

Büyüdüğüm, oynadığım, okula gittiğim mekânı çocuklarıma ve eşime gezdirirken, çocuk gözlerimin ve idrakimin çıkarımlarıyla yetişkin halimin his ve idrakini kıyasladım zaman zaman ve nedense çok ağladım. Piri Mehmet Paşa Camii’nin yanında durup ufka baktığımda, çocukken akşamları kıpraşan ışıklarıyla seyrettiğim Üsküdar ve akıp giden Boğaz’ın mavi suları yine aynı. Tek farkla ki, artık görüntüye metro için inşa edilen ve iri boynuzlu bir keçiyi andıran köprü de giriyor. Caminin üzerinde yükseldiği zemin ise sarnıcın tavanı. Pantokrator Kilisesi ve Manastırı’nın su ihtiyacı için inşa edildiği kayıtlı olan sarnıç, toprak üstü seviyedeki tek sarnıç olarak da 12. yüzyıldan beri tüm mukavemeti ile ayakta duruyor. Atatürk Bulvarı üzerinde, sarnıçtan iki yüz metre kadar geride yer alan dik yokuşun adı Fil Yokuşu. “Buralara fil gelmiş mi, gelmişse ne taşımış, neden su sarnıcının diğer adı da Fil Damı imiş”, bu soruların karşılığını hep düşünürdüm.

Pir Mehmet Paşa
Pir Mehmet Paşa

Daha cevaplarını bulamadım. Fakat yokuşun sonundaki Kâtip Çelebi İlkokulu ilk tahsil mekânım olarak birçok sorumun cevabını bulduğum yerdi. Okulun giriş katındaki bir duvarda küçük bir fotoğrafıyla kim olduğuna dair yazının bulunduğu levhaya gözüm çarptıkça durur okurdum. Tevarüs ettiğimiz eserlerinden Cihannüma’sı hâlâ yüksek kıymetiyle anılırken adı ilkokulumda var olmaya devam ediyor. Sadece bir yıl okuduğum ve Fatih Külliyesi’nin Tetimme Medreselerine ait olduğunu düşündüğüm diğer ilkokulun adı ise, hayatı Semerkand’dan İstanbul’a uzanmış dâhi matematikçi Ali Kuşçu'ya aitti. Bazı okul ödevlerinin kaynaklardan araştırılması için gittiğim kütüphanenin adı da Zembilli Ali Efendi Kütüphanesi idi. Oturduğumuz Piri Mehmet Paşa Sokak’tan Bozdoğan Su Kemeri yönünde yüz metre kadar yokuşlu bir yolu yürüyüp, o çocuk halimle beni ihtirama sevk eden kapısına varırdım. Adeta ayakuçlarıma basarak girdiğim kütüphanede geçirdiğim zamanları hâlâ lezzetle hatırlıyorum. Yani, ödevi için mecburen bu loş mekânda oflayıp puflayarak kitap karıştıran bir çocuk tablosu hiç değil yâdımdakiler.

  • Henüz zembilin ne olduğunu bilmediğim gibi Zembilli Ali Efendi’nin de kim olduğunu bilmiyordum o zamanlar. Kendisine sorulan soruları cevaplayıp bir zembil (sepet) ile sarkıttığını, Kanuni Sultan Süleyman da dâhil olmak üzere üç Osmanlı sultanının döneminde şeyhülislamlık yaptığını ve kabrinin yine Zeyrek’te olduğunu çok sonra okuyacaktım. Ne yazık ki artık çocuk kütüphanesi değil ve kapısındaki levhadan bir vakfa tahsis edildiği anlaşılıyor.

Zembilli Ali Efendi Kütüphanesi önünden yine Bozdoğan Kemeri istikametinde yürününce Kadınlar Pazarı’na varılır. Sokakta oynarken birbirine rastlaşıp konuşan komşu teyzelerin, “Yemeklik almaya gidiyorum” dediklerini işittiğim, küçümen, sabit dükkânların dizili olduğu bir alışveriş mahalliydi o zamanlar. Şerit haline getirilip yumak yapılmış eski giyim parçalarından basit kilimler dokuyan yaşlı bir ustanın dükkânı önünde çokça durduğum bu yer artık çok farklı.

Gazetelerin gözde mekânlar yazılarında sıkça bahsedilen büryan lokantaları Kadınlar Pazarı’nı şöhrete kavuşturdu! Elbette, Doğu yöremizde üretilen kuru sebze, yağ peynir ve etleri “yemeklik” olarak almak hâlâ mümkün. Kadınlar Pazarı, Bozdoğan Su Kemeri’nin gözleriyle nihayetlenirken hemen ardında Fatih İtfaiyesi görünür. Yeri hiç değişmeyen kurumlardan biri de odur, önünde bir dizi göğe yükselen kocamış çınarlarıyla birlikte...