İstanbul’u sevmenin toplu yolu

​İstanbul’u sevmenin toplu yolu
​İstanbul’u sevmenin toplu yolu

İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar, diyor fonda Münir Nurettin Selçuk. Kulaklığımı takıp, müziğin sesini sonuna kadar açıp İstanbul’u toplu taşıma yollarından keşfe çıkıyorum. Denizden, karadan dolaşa dolaşa İstanbul’un hikâyesini size yollardan yazmaya karar verdim. Bu mektubu okumaya hazır mısınız Sayın Başkanım?

Saygıdeğer Başkanım, size bu mektubu Üsküdar-Kazlıçeşme arası Marmaray’da en hızlı yolculuğunu yapmış mesut bir İstanbullunun saatinde gelmeyen MR11 hattını beklerken yaşadığı hayal kırıklığını anlatmak için yazıyorum. Bu mektubu yüz yıl önce İstanbul’a gezmeye gelen büyük dedem yazsaydı, eminim, İstanbul’a yeni yeni gelen tramvayları, bu tramvayların güzergâhlarını, tıkış tıkış içini dolduran yolcularını, Galata Köprüsü’nden geçen yayaların yaptığı ödemeyi, yağmur yağınca hamalların insanları suların üzerinden nasıl küfelerle taşıdığını anlatacak, yarı şaşkınlık yarı övgüyle bu mektubunu bitirecekti. Eğer bu mektubu elli yıl önce babam yazsaydı onun mektubunda en çok otobüslerin girdiği çamurlu yollardan ettiği şikâyeti dinleyecektiniz.

Vapurların farklı mevkilerinde oturanların profilini çıkarıp, kültür sanat dünyasının entelektüel isimlerinin sohbetleriyle, kitaplarıyla mektubunu bitirecekti. Bugün yazdığım satırları size göndermeden önce eğer babama ve dedeme okusaydım “onlar bana saatinde gelmeyen otobüsler”in onların zamanında bir nimet olduğunu çünkü pek çok güzergâhta toplu taşıma araçlarının bile olmadığını hatırlatacaklar, en yakın toplu taşımaya ulaşmak için yürürken çamura batmış çizmelerini göstereceklerdi. Vapur seyahatlerimde pencereden seyrettiğim güzelim İstanbul manzarasına ise eminim, burun kıvıracaklardı. Ama ben bu mektubu kimseler okumadan siz okuyun istiyorum ve mektubumu yazmaya başladığım MR11 hattının Kazlıçeşme durağında sizinle buluşmayı arzu ediyorum.

Toplu taşıma kullanan İstanbul halkı için küçük, benim için büyük sorunların yaşandığı Kazlıçeşme-Cevizlibağ hattıyla tanışma hikâyemi önce anlatayım: Bundan tam üç yıl önce Fatih-Edirnekapı’dan Üsküdar-Salacak’a evimi taşıdım. İş yerim Topkapı’da olduğu için yıllardır ulaşım sorunu yaşamamış bendenizi ailem ve arkadaşlarım tecrübelerinden yola çıkarak, “Boşuna yolda zamanını geçirme, evinle işin arası taksiyle beş dakika, bu konforu bırakma” diye uyardılar. Ama ben bu uyarılara kulak asmayıp soluğu Üsküdar’ın sessiz sakin âdeta cennetten bir köşesinde aldım. Zira “evinle işin arası taksiyle beş dakika” diyenler benim o güzergâhta her gün sarı taksicilerden nasıl yaka silktiğimi bilmiyorlardı.

Godot’yu, pardon MR11 hattını beklediğim Kazlıçeşme durağına benimle buluşmaya gelecekseniz bu taksilerden birine atlayın, derim. Nasıl denir, bazı şeyler anlatılmaz yaşanır. Mesela ben şu an gelmeyen hattı beklemeye razıyım ama yan tarafımda dizilmiş şu taksilere binmeye inanın cesaretim yok. Çünkü yirmi beş yıl boyunca neredeyse her gün binmek zorunda kaldığım taksilerden bıktım usandım. Havalimanında “Edirnekapı’ya gideceğim” dediğim için arabadan beni zorla indirip pişkin pişkin daha uzun mesafe için yolcu bekleyeni mi anlatsam, Maçka Taksi durağının kapısına ellerinde bir bardak çayla dizilmiş şoförlerin “Önce nereye gideceğini söyler misin?” demelerini mi, şu an bilemedim.

Yoksa Eyüp-Edirnekapı hattında “Fatih tarafına dönmem-dönersin” diye girdiğimiz söz düellosunun sonunda “Sana hakkımı helal etmiyorum” diyerek küsen şoför abinin o kaprisli hâline mi değinsem? En iyisi güzergâhı uzatmalarına razı gelmişken taksimetrede “şehir dışı” tarifesini görünce fal taşı gibi açılan gözlerimi hayal edin, diyeyim. Aman neyse sözü çok uzatmadan “Oğlum askerde, bana para ver, ona göndereceğim” diyen şoför amcayı yarı kızgın yarı buruk anarak bu hikâyeyi noktalayayım.

Ama şunu bilin isterim: Bu taksicilere ne şikâyet edilen telefon hatları ne de yazılı dilekçelerim dur dedi. Bu şikâyetlerden sonuç alamayan sadece ben değilim, değil mi? Zaten taksi şoförleri de “Şikâyet edeceğim sizi” dediğimde pişkince “Nereye edersen et” diyorlar yani onlar da durumun farkında. Fakat yine de tecrübelerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Mesleğine ve yolcuya saygısı olmayan taksiciler genellikle aynı durakta ve güzergâhta konumlanmış olduğu için çok zorda kalmadıkça o güzergâhlarda taksiye binmemeye çalışıyorum. Mesela Kazlıçeşme durağından. Mesela AVM önlerinden, Taksim Meydanı’ndan mesela. Havalimanından mesela. Asla ve asla Yenikapı İDO hatlarının önünden mesela… Yok yok, ben sizi uyarayım, bu liste böylece uzar gider. Ama şunu gönül rahatlığıyla söyleyeyim, Üsküdar Marmaray önündeki duraktan herhangi bir taksiye yakın mesafe de olsa gönül rahatlığıyla binerim, biniyorum. Çok şükür!

Ben bunları yazarken bir yandan da yan tarafımda müşteri yerine sinek avlayan taksicilere bakıp kıs kıs gülüyorum. Ama bu gülüş yüzümde donup kalıyor zira hâlâ MR11 hattı ortada yok. MR11 hattı saatinde çalışmaya başlarsa İstanbul’un güzelleşeceğine inanmaya başladığımı biliyor musunuz? Ama önce bu toplu taşıma araçlarıyla güzel başlayıp kötü biten ilişkimin en başına dönmek isterim. Hikâye şöyle başlıyor:

Üsküdar’a taşındığımda vapur hattını kullanan mutlu mesut bir yolcuyken iş yerinden bir arkadaşımla bir gün ayaküstü muhabbete daldık. Muhabbet dönüp dolaştı, şu soruya geldi: “İşe nasıl gidip geliyorsun?” Ben de gayet memnun bir şekilde Harem’den Sirkeci vapuruna binip oradan da tramvayla Topkapı’ya geldiğimi söyledim. Arkadaşım da “Marmaray’a binsene, 10 dakikaya Kazlıçeşme’desin, oradan da MR11 hattı var, gazetenin önüne kadar geliyor” deyip, deyim yerindeyse eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürdü. Ne yalan söyleyeyim ilk başta öyle koştura koştura işe gelmeye niyetim yoktu, dolayısıyla Harem’den arabalı vapura binmeye devam ettim. Neden Üsküdar- Eminönü değil de, Harem-Sirkeci derseniz size bu iki hat arasındaki naifliklerden bahsetmek isterim. Arabalı vapurlar 24 saat çalışıyor, gündüz vakti biri kıyıdan ayrılınca diğeri kıyıya yaklaşıyor. O dev vapurda yolcu sayısı çok az çünkü genellikle araç ulaşımı için tercih ediliyor. İçinde namaz odasından tutun da çocuklar için oyun alanına kadar her şey düşünülmüş. İstanbul’un en güzel manzarasını seyrede seyrede sizi karşı kıyıya ulaştırıyor. Evden yaptığım tostla bu vapura binip, yanına büyük cam bardakta çay alıp denize açıldın mı yapacağın kahvaltının keyfine diyecek yok. Ama Üsküdar’dan kalkan vapurlar öyle mi? Bir kere her vapur seferi arasında 20-30 dakika var. Birini kaçırdıysan vay hâline. Hadi ondan geçtim, dünyanın en çirkin görünümlü vapurları (yoksa akvaryum mu desem) bu güzergâhta hizmet veriyor. Akvaryumda deniz yolculuğu mu? Yok, ben almayayım. Hatta ona bineceğime Marmaray’a biner, hızı artırır, yanından geçtiğim balıkları hayal ederim, daha iyi.

Fakat başta öve öve bitiremediğim arabalı vapurlara binerken yavaş yavaş güvenlik önlemindeki çifte standardı fark etmeye başladım. Vapura binmek için her gün el çantamı kocaman ama son derece yavaş çalışan bir X-Ray cihazından geçirmem gerekiyordu. Üstelik vapura arabasıyla binenlere böyle bir güvenlik zorunluluğu yoktu. Bir gün Sirkeci İskelesi’nde, bir başka akşam da Harem İskelesi’nde çantamı geçirirken vapuru kaçırdım ve tepem attı. Oradaki polislerle tartışma yaşadık. Yanlarına gidip cevabını istediğim şu iki soru oldu: Neden arabalar ve arabaların içindeki insanlar güvenlik için aranmıyor da arabası olmayan yolcular sadece çantalarıyla bu güvenlikten geçmek zorunda? Neden aynı çantayla az ileride Üsküdar İskelesi’nde istediğim vapura binebiliyorum da burada aranmadan binemiyorum? Bavullar için konulmuş bu dev cihazda benim el çantamın işi ne? Bu saçmalığı biri bana açıklasın!

Tabii altı polis birleşip bu soruma cevap bulmak yerine kimlik bilgilerimi isteyip hangi örgüte mensup olduğum yönünde sorulara kafa patlatmak istediler ve ipler orada koptu, olaylar gelişti ve son diyaloğumuz en gergin polisle şöyle oldu:

-Bu güzergâhı kullanmak zorunda değilsiniz, beğenmiyorsanız uygulamayı, başka güzergâhtan karşıya geçin.

-Hangi güzergâhı kullanacağımı size mi soracağım, istediğim yerden karşıya geçerim.

Ama tabii işler bu diyalogdaki gibi olmadı. Bozulan sinirlerimi biraz olsun yatıştırmak adına bir süre Marmaray-Kazlıçeşme hattını kullanayım, oradan da MR11’e bineyim, dedim. Sonraki gün doğrudan Marmaray’da soluğu aldım. Oh ne güzel ama neden bazı hatlarda güvenlik önlemi var bazı hatlarda yok meselesine bir kere kafam takıldı. Yani iskeleden iskeleye değişen güvenlik sorunu diğer toplu taşımalara da garip bir şekilde uygulanmıyor muydu? Uygulanıyordu. Bu sefer güvenlik önlemlerinin nasıl uygulandığının haritasını çıkarmak için bir İstanbul yolculuğuna çıktım. Günler sonra ortaya çıkan tablo şu oldu:

Metroya biniyorsanız güvenlik önlemi havaalanı ve otogar dâhil hiçbir güzergâhta yok. Marmaray’a biniyorsanız Kazlıçeşme, Üsküdar, Sirkeci ve Ayrılık Çeşmesi’nde yine yok ama Yenikapı’dan biniyorsanız var. Üstelik bazen el çantası olanlara bazen sadece bavulları olanlara uygulanan bir güvenlik kontrolü bu. Yani o an güvenlikçinin koyduğu kural neyse o geçerli. Üstelik havaalanına gidecekseniz güvenlik var ama Taksim tarafına gidecekseniz güvenlikten çantanızı geçirmeye gerek bile yok. Tramvaylara nereden binerseniz binin, arama tarama bu güzergâhta yok. Metrobüs ve otobüs hatları da öyle. Yani tek kelimeyle: Safsata!

Neyse bütün İstanbul’u dolaştıktan sonra kendi rutin güzergâhıma döndüm: Üsküdar’dan Marmaray’a binip Kazlıçeşme durağında indim ve toplu taşıma kullanan yolcuları en şanslı olanlardan en şanssız olanlara kadar gruplamaya başladım: Vapur kullananlar İstanbul’un en keyifli yolculuğunu yapıyorlar. Zaten vapur keyfi deriz de ne bileyim otomobil keyfi, metro keyfi falan demeyiz, değil mi? Tramvay ve metrolar da çok güzel. Hele metro duraklarının duvarlarını süsleyen sanat eserleri şahane. Üstelik Avrupa’nın pek çok şehrindeki köhne metrolardan çok daha konforlular. Metro ve tramvay rahatlığına biraz nostalji katmak isteyenler İstiklal Caddesi’ndeki ve Tünel’deki iki tramvayı listelerine ekleyebilirler. Hızlı ve trafik sorununu aşmış toplu taşıma deyince hepimizin aklına metrobüs geliyor değil mi? Evet çok hızlı ve evet İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna âdeta “uçarak” gidiyoruz ama konforlu yolculuk isteyenlerin değil de acelesi olanların listesinde yıldız toplayacak bir toplu taşıma aracı diyebilirim. Şahsen o kalabalıkta yolculuk etmek istemem ve bu toplu taşımayı kullananlara oksijeni bol yolculuklar dileyip arkalarından nazikçe el sallayabilirim. Minibüs ve halk otobüsü yolcularına gelince “Ah siz ne kadar şanssızsınız!” nidasıyla boyunlarını daha da bükmeye yüreğim dayanmaz doğrusu. Bu yüzden hızlıca Marmaray’a binip her gün tam Kazlıçeşme’ye ramak kala “Teknik bir arızadan dolayı beklettiğimiz için özür dileriz” anonsu yapılmasının sırrına kafa patlatmaya başlarım. Sahi neden? Hep aynı yerde bitmeyen bu teknik arıza yüzünden belki ucu ucuna yetişeceğimiz hattı hep aynı yerde aynı gerekçeyle kaçırıyoruz, neden?...

Neyse, evet yine Kazlıçeşme durağındayız. Ben bu durakta inen Marmaray yolcularını beşe ayırıyorum. Yolcuların bir kısmı durakta bekleyen servislerine ya da özel araçlarına biniyor ve bunlar sanırım Marmaray’ın en mutlu yolcu sınıfını oluşturuyor. Diğer bir grup duraktan bir türlü kalkmayan minibüse ya da en uzun mesafeden götürmeye ant içmiş sarı taksilere yöneliyor (Allah kurtarsın). Diğerleri ise Kazlıçeşme’den kalkan İETT hatlarına doğru yürüyor. Sarı renkli İETT otobüslerine doğru yürüyenler şanslı yolcu grubunu oluştururken benim gibi bahtsızlar pembe ya da bordo renkli olanlara biniyor. Neden sarı renkli hatların yolcuları mutluyken bizler mutsuzuz diye araştırırken şunu öğrendim: Meğer Büyükşehir İETT’nin bazı güzergâhlarını özelleştirmiş. Özelleştirilen güzergâhlarda çalışan şirketler yolcu sayısı az olunca “aman kazancımız düşecek” endişesiyle otobüs göndermiyormuş. Böylece yolcunun az olduğu saatlerde işe 10 dakikada gitme hayali kuran benim gibi bahtsızların bu hayalleri yarım saat 45 dakika içinde suya düşüyormuş. Yapılan şikâyetlere her seferinde verilen cevap ise şu: “Teknik bir arızadan dolayı otobüs saatinde kalkamamıştır.” Bu arada özel hatlarda çalışan tecrübesiz şoförlerin mutsuzluğu çoğu zaman kulağıma kadar geliyor. Zira otobüslerde en sevdiğim koltuk şoförün hemen arkasındaki o yüksek koltuğun pencere kenarı. Şoförün yolda arkadaşlarına yakınırken yaptığı telefon konuşmalarına da ister istemez birkaç kez tanık oldum. Anladığım kadarıyla yolcuları gibi bahtsız bu şoförler asgari ücretle çalışıyorlarmış.

Bu sıkıcı hatlardan her seferinde kendimi metroya atan bir toplu taşıma yolcusu olarak şunu itiraf edeyim: Metro güzergâhına yakın her adresi çok seviyorum ve üşenmeden İstanbul’un bir ucundan diğerine koşarak gidiyorum. Benim gibi trafiğe girmekten nefret edenler için metro hatları gerçekten bir harika. Yıllarca “Orası çok uzak, trafiğe giremem” diye geri çevirdiğim etkinlikler metro duraklarına yakınsa beni artık kim tutar. Tabii bir de İstanbul gibi büyük bir şehirde gece 00.00’dan sonra da metrolar çalışsa harika olacak. Çünkü diyelim ki bindiğin uçak rötar yaptı ve Atatürk Havalimanı’na gece yarısı indin. Metro ve Marmaray yok. Peki, karşıya nasıl geçeceksin? Seni ancak Taksim’e kadar götüren HAVAŞ servisiyle mi? En iyisi Taksim’de indikten sonra 06.00’da hareket edecek metroyu beklemek için bir kafeye mi sığınmak? (Gecenin üçünde çay içerken seyre daldığın Taksim Meydanı bildiğin meydan değil, benden söylemesi.)

Marmaray’la uçarak bir yakadan bir yakaya geçmenin mucizesini anlatırken Avrasya tünelini açarak bu hevesimi kursağımda bıraktığınızdan da bahsetmek isterim ayrıca. Bir de özellikle habere giderken o yoğun trafikten nasıl çıkacağız tedirginliğini yaşarken Dolmabahçe tüneline girmenin cennette bir köşe kapmışsın hissini yaşattığını söylemesem olmaz.

Ama Sayın Başkanım, aramızda kalsın benim favorim nostaljik vapurlar. Öyle ki ne zaman iş çıkışı tramvaya atlayıp Eminönü İskelesi’ne gitsem orada Çengelköy yolcularının binmesini bekleyen o eski vapurları görünce Üsküdar yerine vallahi Çengelköy vapurunda kendimi buluyorum. Şu an bu mektuba da yine Çengelköy vapurunda devam ediyorum. Mektubu bırakıp şu güzelim İstanbul’u içime çekmek istiyorum aslında. Bu hissi geçende de Üsküdar’dan bindiğim nostaljik Eyüp vapurunda yaşadım. Koç Müzesi’ne giderken kendimi siyah beyaz bir Türk filminin içinde sandım.

Bana göre İstanbul’un en güzel fotoğraflarını bu deniz yolculuklarında çekmek mümkün. Adalar güzergâhından İstanbul’u seyretmek, Beşiktaş’tan Kadıköy’e giderken kıyıları selamlamak, Karaköy’den vapurla denize açılırken Tarihî Yarımada’ya göz kırpmak öyle güzel ki…

Eğer İstanbul’da yaşıyor ve bu şehrin güzelliklerine şahit olmak istiyorsanız size vapur iskeleleri dışında Yenikapı’dan kalkıp salına salına Sarıyer-Hacıosman’a giden metronun Haliç durağını adres olarak verebilirim. Bu duraktan özellikle gün batımını seyre dalmanın keyfi bir başka. Ve son olarak vereceğim bir başka adres daha var: Eminönü’nden Karaköy’e doğru giden tramvaya binin, köprüye yaklaşırken ve köprüden çıkarken telefonunuzun kamerasını pencereye çevirin ve o nefis görüntüyü kaydedin, derim.

Sayın Başkanım, mektubumun son satırlarını yine MR11 hattını beklediğim o meşhur duraktan yazıyorum. Belki bisikletle gelmek istersiniz diye bir yandan da gözüm bisiklet yolunda! Mektubumu size teslim etmek için yolunuzu gözlüyorum.