Karpuzun göbeğini kim sevmez?

Ben, kimya ve biyoloji derslerinin olmadığı bir okula gitmek istiyorum. Bana matematik ve fizik lazım; kimyasız, biyolojisiz bir okul olsun.
Ben, kimya ve biyoloji derslerinin olmadığı bir okula gitmek istiyorum. Bana matematik ve fizik lazım; kimyasız, biyolojisiz bir okul olsun.

İlkokuldaki “pekiyi”leri ve ortaokuldaki birkaç teşekkürnameyi saymazsak, eğitim öğretim hayatı başarılarla dolu biri değilim. Lisede, matematik ve fizik hariç, bütün derslerden dökülürdüm. Bilhassa fizik dersinde Zafer hocanın gözdesi, sınıfça çözülemeyen zor problemlerde müracaat ettiği son merci olmama rağmen, her dönem karnemde bir yığın zayıf olurdu. Fransızca, edebiyat, coğrafya, biyoloji, kimya... Hele de kimya. Kimya dersi konusunda, okulumuz, ülke genelinde gayet iyi performansı olan, kimya olimpiyatlarında dereceye giren bir liseydi ve hocamız da dünya iyisi, her bir öğrencisine anne şefkatiyle muamele eden Sabriye Hanım’dı ama ona rağmen bende hiç ilerleme olmadı, kimya dersini bir türlü sevemedim. Dedik ya, aşk olmadan meşk olmuyor. İnsan sevmediği, sevemediği ilmi tahsil de edemiyor zahir.

Şüphe yok ki, istisnasız hepimiz çok isterdik, ihtiyacımız olan veya hoşumuza giden bütün ilimleri, AppStore’dan uygulama indirir gibi hocalarımızın zihinlerinden kendi beyinlerimize “download” edebilseydik de ömrümüzün nice mümtaz senesini mektep sıralarında dirsek çürütmekle fevt etmeseydik ve hatta zihnimizde mevcut her bir ilim aplikasyonu, bir üst sürüm çıktığında, bizi uğraştırmadan müsait bir anımızı kollayıp yahut biz uykudayken, kendiliğinden güncellenebilse idi.

İlkokuldaki “pekiyi”leri ve ortaokuldaki birkaç teşekkürnameyi saymazsak, eğitim öğretim hayatı başarılarla dolu biri değilim.
İlkokuldaki “pekiyi”leri ve ortaokuldaki birkaç teşekkürnameyi saymazsak, eğitim öğretim hayatı başarılarla dolu biri değilim.

Lakin öyle değil. Akşam cahil uyuyup, Allah’ın bir lütfu olarak, sabaha âlim uyanan zatları tarih kaydetmiş ise de biz sıradan fâniler için “tealleme” fiili, tefe’ul babından gelmektedir, ki onun da binası tekellüf içindir. Benim oğlumun okuyup, dönüp dönüp bi’ daha okuduğu Bina’da bu mevzu için verilen misalden de anlaşılacağı üzere “teallemtü’l-ilme mes’eleten ba’de mes’ele”dir. Yani, bizim dâhil bulunduğumuz “level”de ilim tahsili, bir meselenin anlaşılmasını müteakiben diğer meseleye geçmek suretiyle mümkündür. Ana fikir: İlim tahsili külfetli iştir.

  • İşte bundan dolayıdır ki, aşk olmadan meşk olmaz demiş atalarımız. Olması için zorlayabilirsiniz lakin aşksız meşk, bünyede hasara yol açabilir. İnsanlar umumiyetle, kabiliyetli oldukları işleri, dersleri severler; sevince de kolayca üstesinden gelirler. Zorla yenen aş ise, ya karın ağrıtır ya baş. Ağrıtır çünkü insanın canı bir yemeği istemiyorsa, o yemeğin bünyeye faydası da tartışmalıdır. Hani hep anlatılır ya, Osmanlı’da mekteplerin (bir yerde de, ahi ocaklarının diye okumuştum) duvarlarına asılan bir levha varmış, “Burada hiçbir balık uçmaya, hiçbir kuş yüzmeye zorlanmaz” diye. Mevcut eğitim sistemimiz ise sanki tam tersi bir mantık üzerine kurgulanmış.

• • •

İlkokuldaki “pekiyi”leri ve ortaokuldaki birkaç teşekkürnameyi saymazsak, eğitim öğretim hayatı başarılarla dolu biri değilim. Lisede, matematik ve fizik hariç, bütün derslerden dökülürdüm. Bilhassa fizik dersinde Zafer hocanın gözdesi, sınıfça çözülemeyen zor problemlerde müracaat ettiği son merci olmama rağmen, her dönem karnemde bir yığın zayıf olurdu. Fransızca, edebiyat, coğrafya, biyoloji, kimya... Hele de kimya. Kimya dersi konusunda, okulumuz, ülke genelinde gayet iyi performansı olan, kimya olimpiyatlarında dereceye giren bir liseydi ve hocamız da dünya iyisi, her bir öğrencisine anne şefkatiyle muamele eden Sabriye Hanım’dı ama ona rağmen bende hiç ilerleme olmadı, kimya dersini bir türlü sevemedim. Dedik ya, aşk olmadan meşk olmuyor. İnsan sevmediği, sevemediği ilmi tahsil de edemiyor zahir.

 Lisede, matematik ve fizik hariç, bütün derslerden dökülürdüm.
Lisede, matematik ve fizik hariç, bütün derslerden dökülürdüm.

Bütünlemeydi, öğretmenler kurulu kararıydı, bir dersten borçlu geçmeydi derken, iyi kötü lisenin son sınıfına geldim. Sene 1987. Artık lise bitiyor, üniversite için ısınma hareketleri yapıyoruz. Önce ÖSS’ye girdik. Birinci basamak. Beklenmedik şekilde çok iyi bir puan aldım.

Etrafımdakilerce bereketli yağmurlar misali serdedilen cömert övgülerin desteğiyle iyice havaya girdim. Ha unutmadan, bir de Bilkent Üniversitesi yeni kurulmuştu o sıralar. Bizim eve bir mektup yollamışlar, eğer bizi yazarsan seni tam burslu okuturuz, her ay harçlık olarak şu kadar burs veririz vs. Babam keyiften dört köşe, eşe dosta anlata anlata bitiremiyor. Böylesi bir iklimde, her dönem karnesi “kırıklar”la dolu bir öğrencinin koltuğuna kaç karpuz sığacağını hesap edin artık.

Sıra geldi ÖYS’ye, yani ikinci basamak. Şimdiki gençlerin anlam vermesi zor ama o vakitler tercih sıralamanı önceden hazırlayıp, ikinci imtihana girdiğin gün görevli öğretmenlere teslim ediyordun.

Açık oy gizli tasnif kadar saçma bir uygulamaydı. Henüz girmediğin imtihandan alacağın muhtemel puana göre tercih listesi yapıyorsun, görevliye teslim ediyorsun, soruları çözmeye ondan sonra başlıyorsun. Vira bismillah. Artık ne çıkarsa bahtına…

Sıra geldi ÖYS’ye, yani ikinci basamak. Şimdiki gençlerin anlam vermesi zor ama o vakitler tercih sıralamanı önceden hazırlayıp, ikinci imtihana girdiğin gün görevli öğretmenlere teslim ediyordun.
Sıra geldi ÖYS’ye, yani ikinci basamak. Şimdiki gençlerin anlam vermesi zor ama o vakitler tercih sıralamanı önceden hazırlayıp, ikinci imtihana girdiğin gün görevli öğretmenlere teslim ediyordun.

İmtihandan önceki son akşam, tercih listemi hazırladım ve tabii yüksek bir özgüvenle Türkiye’nin en iyi üniversitelerinin elektronik ve bilgisayar mühendisliklerini yazdım. Elektronik ve bilgisayar. O yılların en popüler, en havalı mühendislikleri. Bendeki özgüven patlamasının boyutlarını izah için bir örnek vereyim: İTÜ Elektrik yahut Yıldız Elektronik Mühendisliğinin gözümde hiçbir itibarı olmadığı için, yazmaya bile tenezzül etmemişim. Yirmi küsur tercih hakkımız olmasına rağmen, topu topu 10 civarında tercih işaretlemişim. İşte tam o ruh hâlindeyken, gecenin bir vakti, ilahiyat fakültesi birinci sınıfa giden bir arkadaşıma rastladım, Bilal. Aramızda bir yaş var ama o benim yarın sabah cedelleşeceğim badireyi çoktan atlatmış, sakin sulara ermiş bir üniversiteli.

  • “Nereleri yazdın?”
  • “Bilkent, İTÜ Bilgisayar, Elektronik vs.”
  • “Hiç tıp yazmadın mı?”
  • “Hayır.”
  • “Niçin?”
  • “Ben, kimya ve biyoloji derslerinin olmadığı bir okula gitmek istiyorum. Bana matematik ve fizik lazım; kimyasız, biyolojisiz bir okul olsun.”
  • “Öyle deme. Bak sende tam doktor tipi var. Sen çok iyi doktorluk yaparsın, mutlaka tıp ve dişçilik de yaz. En azından birer tane yaz…”

Bilal’in tavsiyesine uydum. Tercih listesinin son maddelerini silip yeniden doldurdum. Yanlış hatırlamıyorsam, toplam on iki tercih işaretledim. 10. sırada Çapa Tıp, 11. sırada diş hekimliği.

Sonra ne mi oldu? Ben o yıl, İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ni kazandım ve tam 20 yılda bitirebildim. Şaka değil, okula kayıt tarihim 1987, mezuniyetim 2007. Kaç kez okuldan atılıp kaç tane afla geri döndüğümü hatırlamıyorum bile. Diş hekimi oldum ama hayatımda hiç diş hekimliği yapmadım. Okuldaki mecburi tedaviler hariç, hiçbir hastaya elimi sürmedim.

Ben, kimya ve biyoloji derslerinin olmadığı bir okula gitmek istiyorum. Bana matematik ve fizik lazım; kimyasız, biyolojisiz bir okul olsun.
Ben, kimya ve biyoloji derslerinin olmadığı bir okula gitmek istiyorum. Bana matematik ve fizik lazım; kimyasız, biyolojisiz bir okul olsun.

Aklınıza gelebilir, o gece tercih sıralamamı değiştirdiğime pişman mıyım? Tabii ki değilim. Böyle konularda felsefem nettir: Eğer ile Belki evlenmiş, Keşke diye çocukları olmuş. Lakin benim pişmanlık duymuyor olmam, buradaki çarpıklığı mazur göstermez. Herkesin eceliyle öldüğüne imanımız tam elhamdülillah, fakat bu, adam vuranın günahsız olduğu anlamına gelmez.

Elbette mevzu, ne Bilal ne de onun yönlendirmesiyle tercih sıralamamı değiştirmiş olmam. Çünkü her ikimiz de hayatı henüz kendi kıt tecrübesi kadar tanıyabilen toy gençler, hatta çocuklardık. Mevzu, milyonlarca çocuğun hiç sevmedikleri, sevemeyecekleri ve hayatları boyunca ihtiyaç duymayacakları dersleri, ite kaka “geçmek” zorunda olmaları. Mevzu, on yedi yaşındaki çocukların, meslek seçimi gibi hayatlarının en kritik anlarından birinde bile, popülaritenin yahut başka çocukların tesiri karşısında tamamen savunmasız bulunmaları. Mevzu, küçük bir çabayla uçmayı öğrenecek kuşların, boğulmak pahasına yüzmeye; kayd-ı hayat şartıyla suya bağımlı balıkların, uçmaya zorlanması.

• • •

Okumaya gayet meraklı, tetebbuat itibariyle birçok gazete köşecisine taş çıkartır eczacı bir arkadaşım var. Geçenlerde çocukların okullarına, eğitimlerine dair sohbet ederken dedi ki, “Bizdeki eğitim sistemi, bizim köydeki çiftçilerin karpuz tarlasındaki hâline benziyor.”

  • Nasıl diye sordum, anlattı: Karpuzların döktüğü, yani meyveye durduğu hasat dönemlerinde, zaman zaman o kadar çok karpuz aynı anda olgunlaşıyormuş ki, tarlanın sahipleri toplamaya yetişemiyormuş. İçlerinden biri kızgın güneşin altında bunaldı mı? Hararetini gidermek için, mebzul miktardaki karpuzlardan gözüne kestirdiğini koparıp alıyor, usturuplu şekilde bir taşın üstüne atarak patlatıyor. Patlayan karpuzun tam orta yerinden çıkan en tatlı, en sulu, çekirdeksiz göbeği afiyetle yiyor. Geri kalanı, tarlaya gübre. Karpuz iyi çıkmadıysa veya susuzluğu geçmediyse, bir karpuz daha…

Zorunlu eğitim sekiz yıl olsun. Yok, olmadı, sekiz yetmedi, on iki yıl olsun. Beş artı üç artı dört yapalım, böylesi daha mantıklı. Yok, bundan da verim alamadık, değiştirelim.

En iyisi dört artı dört artı dört... I-ıhh, olmadı, bu karpuz pek iyi çıkmadı. Şunu da biraz hızlı savurduk herhâlde, içi dağıldı. Ver ordan bir tane daha!