Kırk Ambar

Kırk Ambar-Acâibü’l-Mahlûkât
Kırk Ambar-Acâibü’l-Mahlûkât

Acâibü’l-Mahlûkât

Hâssiyetü’l-kelb: Emirü’l-müminîn Ali’den -kerremallahu vechehû- rivayet ederler ki kelbde bir nice hâssiyet vardır. Gerekdir ki âdem onunla muttasıf ola. Birisi budur ki ekmeğini yediği kişiye ziyânı değmez. Ve biri dahi budur ki her nesneye sabredicidir. Bugün eline gireni yarına bırakmaz. Ve erteye değin uyumaz.

Kul gerek ki padişah hizmetinde uyumaya. Ve eline girene kânidir. Ve vefâdardır. Şöyle ki Ashabu’l-kehf, kelbi görünce vefa etti.

Ashabu’l-kehf yedi melikzâde idi. Dakyanus’dan kaçtılar. Boyunlarında zerrin tavklar ve bellerinde zerrin kemerler ve eğinlerinde mülûkâne giysiler... Ve bir kelb bunlarla bile gitti. Bunlar mağaraya girdiler. O kelb kapıda yattı.

Allah Teâlâ bunlara uyku verdi. Üç yüz yıl yattılar o mağara içinde. Ve bunların birisinin yanında altın vardı. Pes üç yüz yıl sonra uykudan uyandılar. Birbirlerine dediler ki: “Biz ne kadar yattık?” “Bir gün, yarım gün uyumuş olsak gerek.” Pes birisini pazara gönderdiler ki vara yemek getire.
Allah Teâlâ bunlara uyku verdi. Üç yüz yıl yattılar o mağara içinde. Ve bunların birisinin yanında altın vardı. Pes üç yüz yıl sonra uykudan uyandılar. Birbirlerine dediler ki: “Biz ne kadar yattık?” “Bir gün, yarım gün uyumuş olsak gerek.” Pes birisini pazara gönderdiler ki vara yemek getire.

Allah Teâlâ bunlara uyku verdi. Üç yüz yıl yattılar o mağara içinde. Ve bunların birisinin yanında altın vardı. Pes üç yüz yıl sonra uykudan uyandılar. Birbirlerine dediler ki: “Biz ne kadar yattık?” “Bir gün, yarım gün uyumuş olsak gerek.” Pes birisini pazara gönderdiler ki vara yemek getire.

Altından birisini aldı şehre geldi, hiçbir tanıdık göremedi. Na-çar bir aşçı dükkânına geldi. Altını aşçıya verip, “Bana bu yemekten ver” dedi. Aşçı altını aldı, gördü ki Dakyanus zamanından kalmadır, dedi ki: “Ey kişi, sen bunu ne yerden aldın ki bu Dakyanus’undur. Bu altın kesileli üç yüz yıl olmuş, meğer ki sen hazine bulmuş olasın.” Böyle deyip onu padişah katına gönderdiler. O kişi padişaha ahvali haber verdi. Padişah şehir kavmiyle birlikte mağaraya geldi. Mağara kapısına gelince o kişi içeri girdi, padişah ve şehir halkının gönlüne Allah bir korku bıraktı, içeri giremediler geri döndüler.

Bu hikâyeden maksat şuydı ki kelbin vefası bilindi. Zira ki o kelbceğiz mağara kapısında bunca yıl yattı. Gitmedi onlarla birlikte oldu. Bu sebepten dolayı derler ki: “İt, tuz ekmek bilmeyden yeğdir.”

(Tercüme-i Acâibü’l-Mahlûkât, haz. Bekir Sarıkaya’dan sadeleştirerek.)