Kitap sevmeyen kütüphaneciler

​Kitap  sevmeyen  kütüphaneciler
​Kitap sevmeyen kütüphaneciler

Bir ilkokulun, lisenin, halk kütüphanesinin ya da bir öğrenci yurdunun kütüphanesinden kitapların –bazen de kütüphanenin tamamının– tasfiye edilmesi niçin gündem olmaz? Oysa son yıllarda bu tür kültürel kıyımların en sık yaşandığı kurumlar buralardır.

I.

Twitter ya da Facebook üzerinden yapılan duyuruların arasında kütüphanelere kitap gönderme çağrısı herhâlde ilk sıralardadır. Bazen Anadolu’nun ücrasında bir köy okulunun öğretmeninden gelir bu çağrı bazen de bir sivil toplum kuruluşunun üyelerinden… Bütün iyi niyetleri ve gayretleriyle insanları kitapla buluşturmaya uğraşanları takdir etmemek, –şayet imkân dâhilindeyse– yardım çağrılarını cevapsız bırakmak mümkün değil tabii ki.

Ancak bu tür duyuruları her gördüğümde benim aklıma başka bir şey geliyor: Üzerinde kütüphane mührü olan, yani “bir şekilde” kütüphaneden dışarıya çıkarılmış ve sahaflara düşmüş kitaplar… Buralara gönderilen kitapların da bir gün aynı akıbete uğrayacak olma ihtimali düşündürür beni.

II. Genellikle hep şahsi kitaplıkların dağılmaları, orada burada haraç mezat satılmaları konuşulur ya da bir üniversite kütüphanesinden tasfiye edilen kitaplar gündeme gelir. Peki bir ilkokulun, lisenin, halk kütüphanesinin ya da bir öğrenci yurdunun kütüphanesinden kitapların –bazen de kütüphanenin tamamının– tasfiye edilmesi niçin gündem olmaz? Oysa son yıllarda bu tür kültürel kıyımların en sık yaşandığı kurumlar buralardır. Ya heceleyerek ilk okumalarımızı yaptığımız ya yavaş yavaş ilerleterek okumaya ısındığımız ya da işi abartarak deliler gibi okuduğumuz dönemler hep okul zamanlarımızdır. Yaşadığı yerdeki halk kütüphanesini keşfetmesi ve ardından gelen okuma humması pek çok yazarın, bilim adamının hayat hikâyesinde önemli bir yere sahip.

Mesela bu yılın başında kaybettiğimiz Amerikalı yazar Ursula K. Le Guin, Zihinde Bir Dalga: Yazar, Okur ve Hayal Gücü Üzerine kitabında lisedeki eğitimden ne kadar nefret ettiyse okulun kütüphanesini de o kadar çok sevdiğini, orada kendini evinde gibi özgür hissettiğini, eğer kütüphane olmasa okuldan sağ çıkamayacağını –en azından sağlam kafayla çıkamayacağını– anlatır. Sonra ilk gençlik yıllarında dadandığı halk kütüphanesiyle üniversite kütüphanelerinde yaşadığı eşsiz anları paylaşır bizimle. İnsanın yeterince sevdiği zaman, bilmediği bir dilde de okuyabileceğini bu kütüphanelerde öğrenmiştir o, sessiz sessiz ağlanacak en iyi yerin kütüphane olduğunu da. Bir halk kütüphanesinin, yani doğal olarak orada bulunan kitapların –siz buna okul kütüphanelerini de ilave edebilirsiniz– halkın emaneti olduğunu söyleyen Le Guin şöyle devam eder: “İhtiyacı olan her kimse, ki bu herkes demektir, her ihtiyaç duyduğunda, ki bu her zaman demektir, ona ulaşabilmeli.”

Peki okuma serüvenimizde böylesine hayati bir fonksiyonu olan bu kurumlara ait kütüphanelerin boşal(tıl)masını niçin yüksek sesle konuşmuyoruz?

III.

Buraya kadar okuduklarınızla olayı abarttığımı düşünebilirsiniz. Ama geçen ay on ikincisi düzenlenen Beyoğlu Sahaf Festivali’ni gezerken o kadar çok kütüphane mühürlü kitaba rastladım ki yine… Yine diyorum çünkü 3-4 senedir sıkça gözüme çarpıyor bu tür kitaplar. Üstelik bir kütüphaneden tek tük çıkan kitaplar da değil bunlar, aynı kütüphanenin mührünü taşıyan onlarca kitap bir arada bulunuyor genellikle. Bu kitapların çoğu da Türk edebiyatının en önemli verimleri, Doğu ve Batı klasiklerinin kaliteli çevirileri: Romanlar, hikâyeler, denemeler, şiirler; felsefe, edebiyat ve tarih üzerine araştırma-inceleme kitapları… Yani eğitim sürecindeki bir kişinin tam da okuması gerekenler. Siz de Beyoğlu ya da Kadıköy’deki sahaflarda küçük bir tur atıp kendi gözlerinizle görebilirsiniz bu vahim tabloyu.

Tek tesellimiz belki şu olabilir: Eskiden kâğıtçılara/hurdacılara satılan ya da SEKA’ya gönderilen bu kitaplar artık sahaflar yoluyla kitapseverlere ulaşıyor ve hamur olmaktan kurtuluyor.

IV.

Peki bu kitaplar nasıl oluyor da kütüphanelerden “temizleniyor”? Öyle ya Hz. Mevlana’nın Mesnevi’si, Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü, Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Abbas Sayar’ın Yılkı Atı, Virginia Woolf’un Deniz Feneri, Tolstoy’un Anna Karenina’sı herhangi bir gerekçeyle kütüphaneden tasfiye edilebilir mi?

Edilir!

Nasıl mı?

BİR: “Güncelliğini yitiren”, “eskiyen” kitaplar da “yeni” kitaplara yer açmak için tasfiye edilebiliyor. Bir kitabın eskimiş olduğuna kimler, nasıl, neye göre karar veriyor? Yazılış ya da baskı tarihine göre mi? Konusunun ya da yazarının o devirdeki popülerliğine göre mi? Sorular, sorular…

“Yer sorunu” öyle geçerli (!) bir gerekçe ki: Hatırlayın, 2004 yılında köklü bir üniversitemizin köklü bir fakültesinde, kütüphanede yeterli yer bulunamadığı için mezuniyet tezlerinin SEKA’ya gönderilmesi kararı alınmıştı. Maalesef bu karar uygulandı ve kültür, dil, edebiyat, tarih, arkeolojiyle ilgili yüzlerce tez hamur oldu.

Sanırım yer darlığı nedeniyle bu tasfiyeyi yapanlar ünlü Fransız yazar Georges Perec’in “Kitap Yerleştirme Sanatı ve Yolları Üzerine Kısa Notlar”ında yer alan şu pasajdan habersizler. Beraberce okuyalım:

Kitaplar dağınık değil bir arada dururlar. Nasıl ki, bütün reçel kavanozlarını reçel dolabına koyuyorsak, kitapları da aynı yere ya da bir arada birkaç yere koyarız. Onları muhafaza etmek isteğiyle sandıkları doldurabilir, kömürlüğe, tavan arasına ya da gömme dolap diplerine de kaldırabiliriz ama genellikle kitapların görünürde olmaları tercih edilir. Bir odada kitap koyabileceğimiz yerler: Şöminenin ya da radyatörlerin üstü, iki pencere arası, battal bir kapının girintisi, bir pencere altı, diklemesine yerleştirilmiş ve odayı ikiye bölen bir mobilya.”

Umarım Perec’in bu rehberliğinin, yer açma bahanesiyle kitap tasfiye eden kütüphanecilere bir yararı dokunur.

İKİ: Bir okul ya da yurt binasının tadilata girmesi ya da tamamen yıkılıp yeniden inşa edilmesi durumunda yapılacaklar bellidir. Demirbaşa kayıtlı bütün eşyalar geçici bir süre için koruma altına alınır. Sınıflar, yatakhaneler, idareci odaları, yemekhane… derken sıra kütüphaneye gelir. Çok düşünmeye gerek yok, “zaten artık her şey internette” olduğuna göre kitaplardan kurtulmanın tam vaktidir! Yine iş kitabına uydurularak bu “yük”ten kurtulup rahat bir nefes alınır. Hafriyatın bile belli bir değeri varken kitapların bir kıymetinin olmaması yeterince düşündürücü değil mi?

ÜÇ: Kütüphanenin sorumlusunun ideolojik görüşü de kitapların tasfiyesinde etkili oluyor. “Ya hu hâlâ kaldı mı böyle şeyler, hangi devirde yaşıyoruz?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, maalesef kaldı! Bazı kütüphaneciler kendi dünya görüşüne uymayan şairlerin, yazarların, fikir adamlarının kitaplarını bir şekilde temizliyor.

Evveliyatı hayli geriye giden okullardan ve öğrenci yurtlarından sahaflara yayılan pek çok kitabın/kütüphanenin hikâyesi aşağı yukarı böyledir. Peki ya binaların yıkımı sırasında dozerle toprağa gömülen kitap, dergi, gazete koleksiyonları? Onlar da ayrı bir bahis…

V.

İşin belki de en acı yanı bu kütüphanelerden temizlenen kitapların üzerinde, kütüphane mührünün dışında bir de bağış mührüyle karşılaşmak. Bu bağışçının tek suçu yıllarca binbir emek, zahmet ve masrafla aldığı kitapları, insanlar istifade etsin diye hiçbir karşılık beklemeden bir kütüphaneye bağışlamak. Kitapların kütüphaneye bağışı sürecinde bağışçıyla kütüphane idaresi arasında imzalanan protokole zaman içinde ne kadar sadık kalınıyor? Bu işin maddi sorumluluğunun yanında manevi sorumluluğu da yok mu?

Sahaflarda bağış mühürlü kitaplarla karşılaştığımda aklıma hep Seyfettin Özege’nin başından geçen elim hadise geliyor. Varını yoğunu ömrü boyunca bilhassa eski harfli bütün kitapları toplamaya harcayan Seyfettin Özege, 1961 yılında, yazma ve basma kitaplarla süreli yayınlardan oluşan 52 bin ciltlik koleksiyonunu o sıralarda yeni kurulan Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağışlamış. Üstelik kitapların sandıklanma ve nakliye masraflarını da cebinden ödeyerek. Karşılığında tek isteğiyse kitapların kataloğunun yapılması ve kendisine 100 adet gönderilmesi. Hikâyenin bundan sonrasını o yıllarda Erzurum’da asistan olarak görev yapan rahmetli Hocamız Prof. Dr. Orhan Okay’ın Silik Fotoğraflar’ından takip edelim:

Bir insanın tek başına topladığı on binlerce kitabın kataloğunu, o zaman çok geniş imkânları olan üniversite maalesef senelerce ortaya çıkaramadı. Kitap denilen nesneye sempati ve ilgi duymayan, kütüphaneye alınan her kitabı bürokratik bir yük telakki eden birtakım memurların hatta Üniversite yönetiminin de ilgisizlikleri, engelleri, bu arada bazı kitapların kaybolduğu haberleri Seyfettin Özege’nin de kulağına gitmiş, bu faziletli insanı derecesiz üzüntülere boğmuştu.”

Özege’nin ömrünün en büyük hayal kırıklığı olan bu hadiseyi benzer bağışlar için bir ibret olması ümidiyle anlattığını söylüyor Orhan Okay. Türkiye’nin, belki de dünyanın sayılı koleksiyonlarından birine yapılan bu muameleyi okuduktan sonra, bir okul, yurt ya da halk kütüphanesine bağışlanan kitapların başına neler gelebileceğini siz hesap edin.

Peki bu kitaplar tasfiye edildikten sonra, kitaba ihtiyacı olan başka kütüphanelere gönderilemezler mi? (Mesela yeni açılan üniversitelerin kütüphanelerine… Pek çok üniversitede, ciddi bir kitap okurunun kütüphanesinden daha az sayıda kitap olduğu bilinen bir gerçek. Ama bu da başka bir bahis). Tasfiye edilen kitapların kontrollü ve itinalı bir şekilde muhafaza edileceği ve takibinin yapılacağı ortak bir havuz oluşturulamaz mı? Yine sorular…

(Bu bahsi bitirmeden bir ayraç açayım: Elbette bağış kitapları/evrakı büyük bir özenle koruyup okuyucunun istifadesine sunan kütüphaneler de var. İstanbul’daki Atatürk Kitaplığı ve İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) Kütüphanesi, üzerine titrediği pek çok değerli bağışçının kitap ve evrakını uzun yıllardır araştırmacıların kullanımına sunuyor. Bu arada Cumhurbaşkanlığı’nın Ankara’da ve İstanbul’da açmayı planladığı iki büyük kütüphanede çok önemli bağış koleksiyonlarını istifadeye sunacağı haberleri geliyor. Heyecanla bekliyoruz.)

VI.

Burada maksadımız bütün kütüphaneleri ve kütüphanecileri suçlamak, zan altında bırakmak değil. (Bu satırları yazarken “tasnif dışı” damgasından ve kamu kurumlarındaki imha ve tasfiye yönetmeliklerinden haberdarım elbette. Ancak bu iş bu kadar basit olmamalı değil mi?) Birazcık kitapla haşır neşir olan herkesin çok kolayca şahit olacağı, benzer hikâyeleri bol miktarda çevresinden duyabileceği ya da okuyabileceği hadiseler benim yazdıklarım. Elbette ülkemizde –çok şükür ki– okuyucu dostu kütüphaneler ve kütüphaneciler var. Son günlerde yeni açılan ve hizmet saatleri uzayan kütüphaneler de okurları sevindiriyor. Ancak –yukarıda isabetle tespit edildiği gibi– kitabı sadece “baş belası” bir yük olarak gören, dahası onu sevmeyenler çoğunlukta mı acaba? Oysa Çinli şair Yuan Mei 200 yıl önce söylemişti:

“Kitaplara olan sevgi, aslına bakılırsa, öteki sevgilerden hiç farklı değildir.”

İşin boyutları şüphesiz benim yazdığımdan daha geniş. Yani mesele bir emirle, yönetmelikle, yasayla bıçakla kesilir gibi halledilecek gibi değil. Prof. Dr. İsmail Kara, “kütüphane fikri olmayan bir ilim ve düşünce dünyası olur mu?” sorusuna cevap aradığı bir yazısında –Hoca keşke bu tür yazılardan daha çok yazsa– meselenin ne kadar çetrefil olduğunu şöyle ortaya koyuyor:

“Kitap-kütüphane fikri ve bununla alakalı olarak kütüphanelerin bizzat kendileri (kitap türleri, yapıları, iç donanımları, çalışma mekânları ve imkânları, personeli, hizmetleri, tasnifi, hedef kitlesi…) herhâlde tek başına ele alınamaz. Bu konu bir ülkenin, bir ‘ortam’ın, bir iddia ve davanın eğitim sistemiyle, ilim, kültür ve sanat anlayışıyla, üniversitelerinin/akademi mensuplarının ufku ve kapasitesiyle, kitap kültürü, zevki ve okuma alışkanlığıyla, nihayet bütün bu alanlarla ilgili kişileri/bürokrasisiyle zaruri olarak irtibatlıdır. Birçok alanla iç içe, bitişik yahut yan yana bir mesele.”

Bu karmaşık meselenin künhüne vâkıf olmak için yüzyıllar öncesinden bize işaret fişeği çakan iki hadiseye bakalım:

9. yüzyılda Horasanlı ünlü astronomi bilgini Ebû Ma’şer el-Müneccim, hac için Mekke’ye giderken daha önce ününü duyduğu Bağdat yakınlarındaki Hizânetü’l-Hikme adlı kütüphaneye uğramış, araştırmaya dalarak hayatının son yıllarını burada geçirip hacca gidemeden vefat etmişti. Bir başka kitapsever de 10. yüzyıldan: Büveyhi vezirlerinden İbnü’l-Âmid’in kütüphanesinde 100 deve yükü tutan çok değerli ve nadir kitaplar bulunmaktaydı. Bir gün Sâmânî askerleri İbnü’l-Âmid’in sarayını yağmalayıp kitapları dışında her şeyini alıp götürdüler. Vezir, kitaplarının yerinde durduğunu görünce kütüphanecisine şöyle dedi: “Gidenlerin yerini doldurmak mümkündür. Kitaplarımın yerini ise tutacak bir şey yoktur.”

Şimdi hacca gitmek için yola çıkıp kitapların büyüsüne kapılan astronomi bilgini Ebû Ma’şer’in heyecanını, yağmacıların kitaplarına dokunmadığını görüp teselli olan vezir İbnü’l-Âmid’in sevincini anlamadığımız sürece bu çetrefil “mesele”yi de anlamayacağız, vesselam.

Not: Yazıda bahsettiğim hadiselerle ilgili çok daha ayrıntılı bilgi ve belgeler Rıfat N. Bali’nin Bir Kıyımın, Bir Talanın Öyküsü: Hurdaya (S)atılan Matbu ve Yazma Eserler, Evrâk-ı Metrûkeler, Arşivler (Libra: 2014) adlı kitabında bulunabilir. Yazının sonunda naklettiklerim “efsane” değil tarihî bilgidir. Geçmişte yaşayan bu ve benzeri kitapsever dostların çarpıcı anekdotları için Prof. Dr. İsmail Erünsal’ın Orta Çağ İslâm Dünyasında Kitap ve Kütüphâne (Timaş: 2018) adlı kitabına bakılabilir. Ayrıca bu yazının yazım sürecinde görüş alışverişinde bulunduğum Doç. Dr. Ahmet Özcan’a ve Selahattin Öztürk’e teşekkür ederim.