Misyon, esrar ve özgürlük

​Misyon,  esrar  ve  özgürlük
​Misyon, esrar ve özgürlük

Liberal kanattan şöyle bir itiraz yükselebilir: Modern Avrupa, Katolik zihniyetten çok, Protestan ahlakının eseridir. Portekizliler 16. yüzyılda Afrika ve Asya’da da benzer vahşilikler yaptılar fakat modern Avrupa’nın kurucuları onlar değil, İngiltere ve Hollanda gibi Protestan “yeni uluslar” oldu. O hâlde, buyurun size “Tanrı’nın Çinli Oğlu”nun biyografisini yazan Jonathan Spence’in kaleminden bir 19. yüzyıl ortası “Liberal İngiliz Operasyonu”.

ABD başkanı Donald Trump, Kaşıkçı cinayeti hakkında CIA’in nihai raporuna dayanarak yaptığı açıklamada “Dünya çok çok vahşi bir yer!” dedi. Kulaklarınıza inanamadıysanız 23 Kasım 2018 tarihli BBC News haberini özetleyeyim: “Trump, Cemal Kaşıkçı cinayetinin emrini Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın verdiği sonucuna kesin olarak varmadığını söyledi: Bunu onun yaptığı sonucuna herhangi biri varabilecek mi bilmiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim: Bilmiyorum. Bilmiyorum. Yaptıysa da yapmadıysa da kesin bir dille bunu reddediyor. Babası Kral da reddediyor. İşlenen suçtan tiksiniyorum, üstünün örtülmeye çalışılmasından tiksiniyorum. Veliaht Prens benden daha fazla tiksiniyor.” Peki, bu durumda Cemal Kaşıkçı cinayetinden sonuçta kimin sorumlu olduğu sorulduğunda, Trump, neden “Belki de dünya suçlanmalı, çünkü dünya çok, çok vahşi bir yer!” dedi?

Cinayetin acılığı da suçun iğrençliği ve suçtan güya tiksinen pişkin azmettiricilerin yüzsüzlüğü de aşikâr. Fakat ben bu meseleyi kifayetsiz muhteris bir prens ile irâdesiz bir başkanın kişisel günahı değil; dengesiz bir medeniyetin “yapısal günahı” olarak değerlendirmeye yatkınım. Bunun için roman gibi bir tarih (Jonathan Spence: God’s Chinese Son, New York: W. W. Norton, 1996) ile tarih gibi bir romandan (Amitav Ghosh: Haşhaş Denizi, İstanbul: Alfa, 2018) yararlanarak, kapitalist medeniyetin yapısal günahına ayna tutmaya çalışacağım. Bir sinema filminin de desteğiyle pek tabii (Roland Joffe: The Mission, 1986).

Misyon ve Taiping İsyanı

Robert De Niro’nun büyüleyici oyunuyla taçlanan Misyon filmini unutabilir miyiz? 18. yüzyıl ortalarında Brezilya yerlilerini Hıristiyanlaştırmaya çalışan Cizvitler, din ile siyaset (=menfaat) arasında amansız bir gerilim yaşamışlardı. Peder Gabriel rolündeki Jeremy Irons, torunları filmde bizzat rol alan Guarani yerlilerinin bir kısmını Hıristiyanlığa kazandırmış; bu arada aşk ve kıskançlık yüzünden öz kardeşini öldüren köle tüccarı Rodrico Mendoza (Robert De Niro) vicdan azabından kendini Cizvit misyonuna adamıştı. Peder Gabriel’in Katolik misyonu, yerlilere “Hıristiyan Avrupalılarla eşit olduklarını” tebliğ ediyordu. Ne var ki, ulusal/sınıfsal birimlerin ekonomik çıkarlarıyla Kilise’nin iradesi çatışınca, Kilise geri adım atacaktı. Misyon’un yürütüldüğü bölge Portekizlilere terk edilince (veya satılınca), köle ticaretinden başka bir şey düşünmeyen Portekizliler, Hıristiyanlaşmış yerlileri ya yakalayıp köleleştirdi veya öldürdüler.

Liberal kanattan şöyle bir itiraz yükselebilir: Modern Avrupa, Katolik zihniyetten çok, Protestan ahlakının eseridir. Portekizliler 16. yüzyılda Afrika ve Asya’da da benzer vahşilikler yaptılar fakat modern Avrupa’nın kurucuları onlar değil, İngiltere ve Hollanda gibi Protestan “yeni uluslar” oldu. O hâlde, buyurun size “Tanrı’nın Çinli Oğlu”nun biyografisini yazan Jonathan Spence’in kaleminden bir 19. yüzyıl ortası “Liberal İngiliz Operasyonu”. Misyon filmine rahmet okutan, esrar’lı, dramatik bir ticari ameliyat. Hem de film gibi kurgu değil, tarihî bir “hakikat”:

Kanton yakınlarında yaşayan Hakka azınlığına mensup bir köylü çocuğu olan Hong Hsiu-Chüan (1813-1864), birkaç kez devlet memurluğu sınavlarına katılarak elenmiştir. Aslında son derece başarılı, fakat bir o kadar da heyecanlıdır. Yazılıyı başarıyla geçmekte, sözlüde eli ayağı dolaşmaktadır. Böyle bir sınav için geldiği Kanton’da bir misyoner teşkilatının mensupları eline bir tomar kâğıt tutuştururlar. Yazılanlardan pek bir şey anlamayan Hong, nedense kâğıtları atmaz ve bir yere kaldırır. Bir süre sonra ilginç bir rüya görür: Nur yüzlü bir dede, yanında çok güzel yüzlü bir delikanlı. Dede onu kucaklar, yanındaki delikanlı ile kardeş olduklarını söyleyerek, “putlara tapmamasını ve asla uyuşturucu kullanmamasını” tembihler. Rüyasını yorumlatmak için çalmadık kapı bırakmayan Hong, hiçbir tatminkâr cevap alamaz. Ümitsizlik içindeyken gözü kâğıt tomarına takılır, alıp okumaya başlar. İncil’den sayfalardır bunlar ve okudukça rüyası kendince anlam kazanır. İnanır ki, rüyadaki nur yüzlü dede Tanrı, güzel yüzlü genç ise Hz. İsa’dır. Öyleyse kendisi de İsa’nın kardeşi ve Tanrı’nın ikinci oğludur.

Hong, kısa bir süre sonra rüyasını çevresine anlatmaya, bir anlamda tebliğe başlar. Başta ailesi olmak üzere birçok Hakka mensubu bu çağrıyı ciddiye alır. Kendilerine Tanrı’ya Tapanlar ismini veren Hong cemaati hızla yayılır. “Protestan Hıristiyanlığı Konfüçyen gelenekle harmanlayan” bu akım, bir süre sonra put kırıcılığa yönelerek, Budist halkın tapındığı sembolleri kırmaya başlar. Hükûmet kuvvetleri üzerlerine gelince de, ülkede büyük bir isyan çıkar. Mançu Hanedanı, İngiltere karşısında Afyon Savaşı’nı kaybetmiş, Çin tarihinde benzersiz bir biçimde aşağılanmış ve itibar kaybetmiştir. Bunu fırsat bilen Hong, 1851 başında Büyük Barış (Taiping) Krallığı’nı ilan eder. Nanking şehrini ele geçirirler ve 13 yıl boyunca Çin’in büyük bir bölümüne hükmederler. İngilizlere saygıları sonsuzdur, hem Hıristiyan oldukları hem de Şeytan’ın çocuklarını (Çin’i yöneten Mançuları) aşağıladıkları için.

Ancak, Çinli Protestanların da, yukarıdaki Brezilya Katolikleri gibi, bir kusurları vardır. Afyona karşıdırlar. İnançlarına göre, esrar içmenin cezası ölümdür. Bu ise, Portekizlilerin köle hesabı gibi, İngilizlerin afyon hesabını altüst etmektedir. Hindistan’da neredeyse bedavaya afyon yetiştiren İngilizler, bunun büyük bölümünü Çin’e satmakta; karşılığında ipek, çay ve porselen alıp Avrupa’ya götürmektedirler. O kadar kazançlı bir iştir ki bu, Hıristiyan da olsa, herhangi bir grubun bu kazanç makinesine çomak sokmasına tahammülleri yoktur. “Şeytan’ın çocuklarına” arka çıkar ve “Protestan asileri” son neferine kadar öldürürler.

Hindistan’da üret, Çinlilere sat!

Yaşıtım Amitav Ghosh, Kalküta’da doğdu; Delhi ve Oxford üniversitelerinde okudu. Roman yazan bir Süreya Faruki yahut Engin Akarlı. İbis Üçlemesi, birçok üniversitede sömürgecilik tarihi derslerinin başlıca referanslarından biridir artık. Haşhaş Denizi ile Dumanlı Nehir dilimize çevrildi, Ateş Seli’ni dört gözle bekliyoruz. Dîti adlı genç bir kadının gözüne tuhaf bir şekilde görünen gemi hayaletiyle başlayan ilk kitapta, haşhaşın Hindistan’da nasıl yok pahasına üretilip, fabrikalarda işlenip, sonra da nasıl fahiş fiyatla Çin’e ihraç edildiğini okuyoruz. Bir süre sonra Dîti’nin yaşadığı beldeye ulaşan İbis adlı geminin patronu İngiliz Ben Burnham, roman boyunca en fazla muhatap olacağımız üçüncü kaptanı ise Amerikan Zachary Reid’dir. Birincisi açgöz ve merhametsiz, ikincisi cömert ve müşfik. İlk “küresel” şirketlerden biri olan Jardine Matheson ismi arada bir kulağımıza çalınıyor. Geoffrey Jones’u hatırlıyoruz bu satırları okurken. Kapitalizm tarihinin önemli isimlerinden biri olan Jones, “Batılı firmalar, Batı sömürgeciliğinin Asya ve Afrika’ya yayılmasından büyük kazançlar sağlamakla kalmadılar, hem resmî hem de gayriresmî sömürgeciliğin yayılma sürecinin parçası oldular” diyordu. “Mesela, 19. yüzyıl ortalarında Çin’le yapılan Afyon Savaşları sırasında, Batılı hükûmetler Jardine Matheson gibi şirketlerin afyon kaçakçılığı faaliyetlerini aktif biçimde desteklediler (“Firms and Global Capitalism,” The Cambridge History of Capitalism, II, 2014, s. 177).

Haşhaş ekimi İngiliz efendiler için muazzam kazançlı, yerliler içinse tam bir yıkımdı. Dîti, bu yüzden yedi yıldır damını onaramıyordu. “Eski günlerde tarlalar buğdayla doluydu ve harmandan sonra kalan saman bir önceki yılın hasarını onarmada kullanılırdı. Ama şimdi, sahipler herkesi afyon ekmeye zorladığından kimsenin dam için fazla samanı yoktu. Samanın pazardan alınması gerekiyordu ve öyle pahalıydı ki insanlar onarımlarını erteleyebildikleri kadar erteliyordu.” Eskiden birkaç öbek haşhaş evin bütün ihtiyaçlarını karşılamaya yettiği gibi, birazı da artar ve satılırdı. Kimse daha fazlasını ekmeye niyetlenmezdi çünkü çok zahmetli bir işti. Buğday, mercimek ve sebze gibi “daha iyi, daha yararlı mahsulleri” yetiştirmek dururken, hangi aklı başında adam haşhaş ekmeye çalışırdı ki?

Fakat haşhaş ekimine hız verildikçe, o lezzetli kış ürünlerinin ekildiği alan giderek daralıyor, “fabrikaların afyon iştahı” hiç doymak bilmiyordu. Soğuk havalar gelince İngiliz sahipler ekilecek başka bir şeye asla izin vermiyor, görevliler kapı kapı dolaşarak çiftçilere nakit avans dağıtıyor, onları sözleşme imzalamaya zorluyordu. “Hayır demek olanaksızdı, reddederseniz gümüş paraları pencereden içeri atıyorlardı. Beyaz hâkime, parayı almadığınızı, parmak izinizin de taklit edildiğini söylemenin bir yararı yoktu, o da afyondan komisyonunu alıyordu ve sizi asla bırakmazdı.” Nihayette köylünün kazancı üç buçuk sikke rupiyi geçmez, bu ise aldığı avansı geri ödemeye bile yetmezdi.

İmparatorluk bir dindir!

Amitav Ghosh’un romantarihi, Britanya İmparatorluğu adı verilen heyula yaratığın uzun bir cebir, hile ve günah treni olduğunu resmediyor.

Lord Curzon
Lord Curzon

Romanın İngilizce yayınından (2008) tam yüz yıl önce Lord Curzon, bu gibi “sapkın fikirlilere” ateş püskürüyordu. Hindistan Genel Valisi’ne göre, İmparatorluk her şeyden önce bir iman meselesiydi. “Ben inanmış ve sırtı yere gelmez bir emperyalistim. Ömrümün büyük kısmını imparatorluk hizmetinde harcadım. O benim için, bugünün en kutsal görevini ve yarının en parlak ümidini somutlaştıran laik bir dindir.” Warren Hastings gibi emperyal devlet adamlarına “büyük suçlular” diyenler ve Hindistan’daki İngiliz hâkimiyetini “uzun bir entrika ve suç katarı” sayanlar yanılıyordu. Bu İmparatorluğa can verenlerin ana nitelikleri “manevi erdemler, insaniyetlik ruhu ve neredeyse püritence (dervişane!) bir ateş idi. Bunlar, yüce bir manevi gayesi olan, elleri temiz insanlardı” (“The True Imperialism,” The Nineteenth Century and After LXIII, 1908, s. 52).

İşte bu “elleri temiz” İngiliz girişimcilerden biri olan roman kahramanımız Ben Burnham, hırslı bir tüccardı, Kalküta afyon mezatında adı geçen bir zengin olmak istiyor, Kilise’yle bağlantısı işini kolaylaştırıyordu. “Birçok misyonerin afyon tacirleriyle yakın ilişkileri vardı.” İlk sermayesini köle sevkiyatından yapmıştı Burnham. Şimdi bunu büyüyen afyon ticaretinde katlamak istiyordu. Fakat İbis ilk yolculuğunda afyon taşımayacaktı. Çinliler bu konuda mesele çıkarmaya başlamışlardı. Patron, Kaptan Reid’e şöyle diyordu: “Çinliler, Serbest Ticaretin faydalarını anlar hâle getirilinceye kadar” Kanton’a mal göndermeyeceğim. O zamana kadar köle taşıyacağız! Acemi kaptan şaşkındı: “İngiliz kanunları köle ticaretini yasaklamadı mı?”

Dediği doğruydu, yasalar köle ticaretini yasaklamıştı. İngiliz patronun cevabı, gayriresmî imparatorluğun gündemini özetliyordu: İnsan özgürlüğünün ilerleyişini kimse durduramaz. Beyaz adamın üstünlüğü aşağı ırklar için özgürlük fırsatı yaratıyor. “Afrika (köle) ticareti, Tanrı’nın İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarmasından beri en büyük özgürlük hareketiydi. Carolina’lardaki sözde kölelerin durumunu düşünün; onlar, Afrika’daki kara despotların hâkimiyetinde inleyen kardeşlerinden daha özgür değil mi?”

Köle ve afyon ticaretinin, özgürlük üreten birer “ilahi hak” olduğunu kuramlaştıran “Serbest Ticaret Emperyalizmi”ni romanlar üzerinden okumak, emperyalizme direnişin en etkili yollarından biridir. Haşhaş Denizi’nin ortalarındayız. Yüzmeye devam edeceğiz…