Modern sanatın kötülükle kurduğu ilişki bugün nasıl bir anlam taşıyor

Prof. Dr. Kasım Küçükalp.
Prof. Dr. Kasım Küçükalp.

Bir zamanlar sanat ve edebiyatla peşine düştüğü güzellik ve iyilik, yerini habis ve kötü olana mı bıraktı? Konuyu, insanın varoluşu idrakini ve estetik deneyimini kuşatacak biçimde Prof. Dr. Kasım Küçükalp’le konuştuk.

Kötü, uyumsuz ve habis olan, modern sanatın bazı temsillerinde nasıl ve niçin merkezi hâle geldi?

Edvard Munch - The Scream
Edvard Munch - The Scream

Meseleyi modern ve çağdaş zamanlara özgü varoluş ve düşünme pratiğinin; düşünceye, estetiğe biçmiş olduğu yeni görevler, yeni ufuklarla alakalı düşünmek lazım. Modern öncesi dünya ile modern dünya arasında çok ciddi mahiyet farklılıkları söz konusu. Bu mahiyet farklılığı hem varlık, bilgi, ahlak, değer ve insan anlayışındaki farklılıktan hem de bu farklılığa bağlı olarak düşünceye biçilen ufuktan kaynaklı bir durum. Klasik zamanlara özgü düşünme eyleminin, gözü yukarıdaydı. Ya da şöyle ifade edelim, biraz da İsmet Özel’e bir selam çakarak: Eşya oluşun mantığıyla, insan oluşun mantığı arasında büyük bir mahiyet farkı vardı. Dolayısıyla insan olmak mahiyeti itibarıyla; eşya oluştan, şeylere ait mantıktan, şeylerde süren yasalılıktan farklı olduğu için, insanın düşünme eylemi esnasında temel kaygısı eşya oluştan kurtulmak, şeyleşme ve parçalanmaktan kurtulmaktı. Dolayısıyla eşyada hüküm süren mantık ile insan oluşun mantığı arasındaki mahiyet farkı eşyaya indirgenmesi mümkün olmayan ya da eşyadaki parametrelere indirgenmesi mümkün olmayan bir ufka karşılık geliyordu. Değer, anlam, amaç ve benzeri kavramları bu ufuk içinde anlayan, alımlayan bir estetik duyarlılık söz konusuydu. Çok önemli bir ayrım bu ve buradan hareketle konuşursak taşlar yerine oturur.

“Kadim zamanlarda” daha bütünlüklü bir dünya tasavvuru vardı. İnsanların temel dertleri kötülükten ziyade bir şekilde güzeli yakalamaktı. Kötü ya da çirkin; arızi yahut bir eksiklikle birlikte ortaya çıkan bir şey olarak alımlanıyordu. Günümüzde ise kötü ya da bunun dolayımladığı şeyler, daha çekici bir mayaya sahip gibi duruyor, denebilir mi?

Edvard Munch - The Scream, oil, tempera and pastel on cardboard
Edvard Munch - The Scream, oil, tempera and pastel on cardboard

Klasik düşüncede, varlıktaki bütünlüklü hâl, amaçlı alem fikri, ulvi maksutlar, kemal kavramlar, mertebeli varlık anlayışı, maddeden Tanrı’ya doğru giderek yükselen, ontolojik olarak daha gerçek, epistemolojik olarak daha doğru, aksiyolojik olarak daha değerli olan bütünlüklü bir alem fikri vardı ve buna bağlı olarak parçalanmaya müsaade etmeyen, her şeyi yerli yerine oturtan bir mefkûre söz konusuydu.

Modern zamanlara doğmuş bireyler, büyük ölçüde parçalanmışlığın içerisinden düşünmek durumunda kalıyor. Oysa klasik düşünce ahlak ile siyaseti, ontoloji ile epistemolojiyi, buna bağlı olarak ontoloji ile estetiği veya ontoloji ile politikayı birbirinden ayırt edebileceğimiz bir imkân sunmuyordu. Bunlar birbirleriyle çakışan, örtüşen bir mahiyet arz ediyordu. Yani iyi- kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, helal-haram, sevap-günah gibi kavramlar örtüşürdü. Bu örtüşme nedeniyle ontolojik ayrımlar bizim epistemolojik estetik duyarlılıklarımızı da ayrımlarımızı da kendiliğinden belirliyordu. Neyin iyi neyin kötü olduğu, neye yönelmemiz gerektiği vb. soruların cevabı o bütünlüklü varlık alemi içerisinde gösterilebiliyordu.

Habis olanın doğal bulunarak olumlanmasına giden yol nasıl döşendi?

Nasıl hakikat anlayışı müteâl oluştan koparılarak insan idrakine indirgenmiş bir hakikat anlayışına dönüştüyse, kemal kavramlarla, niteliksel ayrımlarla, amaçlı bir âlem tasavvuruyla bütünleşmiş varlık anlayışının yerini matematiksel, fiziksel yasalara tâbi mekanik bir âlem fikri aldıysa, bu küçülme, kavramların ufuktaki daralmaya dönük veçhesiyle düşünülmesi icap ediyor. Platon ya da Presokratik filozoflar, felsefi güzergâh üzerinden düşünecek olursak, insanın birtakım güçlere sahip olduğunu biliyorlardı. Yani öfke gücü, şehvet gücü, akıl gücü gibi güçlerin ve insan nefsinde birtakım insanı ayartan etkilerin de var olduğunun farkındaydılar. Varlığın bütünlüğü içinde bir yer biçilen insanın ontolojik bir sorumluluğu vardı. Ve bu sorumluluk gereği insanda, sahip olduğu güçlerini hangi istikamette seferber etmesi gerektiğine dair bir değerleme mantığı, bir alımlama estetiği söz konusuydu. Kemal kavramlarla, niteliksel varlık fikriyle beraber bu mefkure çökünce, natüralizmin etkisiyle, insan doğada bulduklarını, doğal oldukları için, meşru görmeye razı edildi. Naturalizmin bize söylediği şey; doğal olan, rasyonel olandır ve sizde birtakım eğilimler varsa bunlar doğal ve meşrudur. Bugün natüralistlerin meşrulaştırdıkları şeyler klasik düşüncede bilinmiyor değildi. Bunları hangi istikamette seferber edeceğimizle bizim ontolojik varlık amacımız, sorumluluklarımız, arasında bir rabıta söz konusuydu. Fakat modern düşüncede bu bütünlüklü âlem fikri, mekanik alem lehine çökünce natüralizm ontolojik bir güç kazanmaya başladı. Dolayısıyla insan doğada bulduklarını eş zamanlı olarak meşru da gören bir mefkûreyi açındı. Yani insan kavrayışının küçülmesi insanın arza düşmesi, arza çakılmasıyla beraber arza ait parametreler insan oluşun anlamını belirlemeye başladığı anda arzda insana dair vukû bulan her şey eş ölçüde meşru hâle gelmeye başladı. Natüralist parametreler gerçekliğin ufkunu belirlediği anda insan kemal kavramlarda mahrum bir varlığa dönüşmeye başladı. Yani beşerden insana yükselebileceğiniz bir ontolojik açıklık modern düşünceyle birlikte ortadan kalktı ve artık mesele ontolojik olmaktan çıktı, epistemolojik bir hâl aldı. Dolayısıyla insan kendi epistemik güçlerince alımladığı varlık düzleminde kendini eş ölçüde meşru görmeye başladı.

Felsefeden tarihe kadar “her şeyin” sonunun geldiği çoktan ilan edildiği “post” bir çağda yaşıyoruz. Bu “son” ve “ötesi”ne dair anlatı, insanların umutsuzluğunu da besleyen oldukça kuvvetli bir anlamı haiz. Bu umutsuzlukla şiddete eğilim arasında bir irtibat var mı?

Kemal kavramlarla, niteliksel varlık fikriyle beraber bu mefkure çökünce, natüralizmin etkisiyle, insan doğada bulduklarını, doğal oldukları için, meşru görmeye razı edildi.
Kemal kavramlarla, niteliksel varlık fikriyle beraber bu mefkure çökünce, natüralizmin etkisiyle, insan doğada bulduklarını, doğal oldukları için, meşru görmeye razı edildi.

Bu süreç yana yakıla arzu ettiği özgürlük sevdası yüzünden, kendi hâline bırakılmış insanın başına gelenler olarak okunabilir. Naçizane, hümanizmi böyle tanımlarım. Dolayısıyla süreci, insanın ulvi maksutlarını yitirip epistemik bir özne olarak kendini adeta tahakküm nesnesi hâline getirme süreci ile başlayan, keşfettiği rasyosu, aklıyla büyülenmiş insanın başına gelenlerle son bulacak bir süreç olarak okumamız gerektiği kanısındayım. Nietzsche, 19. yüzyılda nihilizmin en temel sebeplerinden birinin aklın kategorilerine olan inanç olduğunu söyler. Fakat, aklıyla büyülenmiş insan kurguladığı gerçekliğin gerçek olmadığını fark ettiği anda logos çöktü. Değer, anlam ve amaç boşluğu zuhura geldi, nihilisttik bir atmosfer ortaya çıktı. Dolayısıyla nihilisttik bir varoluş güzergahı içerisinde istikametsiz kalmış insanın kendini bir anlamda yaratma çabalarını umutsuzca gördük. Çünkü artık nihilisttik varoluş 19. yüzyıl sonrasında insana dair bilinçdışı şeyler ortaya çıkarmaya başladı. Freudyen psikanaliz bağlamında ya da yaşam felsefeleri açısından düşünürseniz, insan salt bilinç varlığı değil bilinç dışı etkilere maruz kalmış, bilinç dışı bir varlık olarak tanımlanmaya başlandı. Dolayısıyla insan libidinal olanın, bilincin önüne geçmeye başladığı bir güzergâhta, arzu felsefelerini oluşturacak şekilde sökün ediverdi. Bu sürecin başlangıçta ütopyalar kuran Batı rasyonalitesinin vaat ettiklerini gerçekleştirmesinin -imkânsızlığın ortaya çıkması bir yana- tahakküme, ekolojik dengesizliklere dönüşmesi insanı düşüncenin bir nesnesi hâline getirerek, insan üzerinde tahakkümü meşrulaştıran, epistemik metafiziksel şiddete, politik diktatöryel faşist söylem pratiklerine dönüşerek tek tipleşmeye, kültür endüstrisine, toplumun yiterek kitlenin ortaya çıkmasına, kitle kültürüne evrilmesine yol açtı. Kapitalist yaşam pratiğinin serpilip gelişerek insanları -bir anlamda arzularından kıskıvrak yakalayarak- arzu diyalektiğine tâbi kılmaya başlamasıyla beraber ortaya çıkan sürecin bir parçası olarak okumak mümkün. Bu süreçte sanat, negatif şeyleri sezen ve ona karşı duyarlılık geliştirmenin imkânı olarak görülmeye başlandı. Bana kalırsa burada sanat bütünüyle negatif bir şey olarak düşünülmemeli. Ama sanatın da estetiğin de ufku daralmış durumda. Aynı zamanda sanat, modern epistemik öznenin tarihsel, ekonomik ve estetik özneye dönüşmesiyle beraber, nihilisttik varoluş içerisinde bireysel yaratma faaliyetinin yegâne imkânı olmanın yanında kaybedilen dinin yerine ikâme edilen bir imkân olarak da görülmeye başlandı. Nihilisttik varoluş içerisinde insanların tutunabileceği tek imkân sanat olarak kaldı. İnsan sanat yoluyla şiddetin, kötülüklerin, olumsuzlukların farkına varma, onlara tanıklık etme çabası gütmeye başladı. Sanat bir anlamda bir tepkinin ürünü olarak kendisini gösterdi.

Özellikle “kavramsal sanat” söz konusu olduğunda, sanatın kendi üzerine düşünümün, sanatın nesnesi olduğunu müşahede ediyoruz. Bu özdüşünümsel boyutun en belirgin yansımalarıyla ise bitimsiz bir “orijinallik” arayışında karşılaşıyoruz. Hiç kimsenin daha önce bulmadığı ya da söylemediği bir biçim arayışıyla ortaya konulan ürünlerin ise hem olgusal hem düşünümsel hakikati çarpıtma gibi temel bir yerden hareket ettiğini görüyoruz. Sanatın kendi içine kapandığı bu pratikliğin, gerçekliği çarpıtan ve onu bozan yapısını nasıl anlamak gerekiyor sizce?

Değer, anlam ve amaç boşluğu zuhura geldi, nihilisttik bir atmosfer ortaya çıktı. Dolayısıyla nihilisttik bir varoluş güzergahı içerisinde istikametsiz kalmış insanın kendini bir anlamda yaratma çabalarını umutsuzca gördük.
Değer, anlam ve amaç boşluğu zuhura geldi, nihilisttik bir atmosfer ortaya çıktı. Dolayısıyla nihilisttik bir varoluş güzergahı içerisinde istikametsiz kalmış insanın kendini bir anlamda yaratma çabalarını umutsuzca gördük.

Mesele şu, hakikat yitimini, hakikatle hakiki bir ilişki imkânının kaybedilmesinin tâbi bir sonucu olarak okumak mümkün. Logos çökmüş, oluş içerisinde değer, anlam ve amaç nesnel bir zemin bulamayacak denli bir savrulma hâli ortaya çıkmışsa, radikalleşmiş bireyciliğin hakikatsiz dünyada, bireysel hakikat yaratmaktan başka seçeneği kalmayacaktır. Sanat bir anlamda, -Nietzsche’nin nihilizm okumaları çerçevesinde ifade edeceğim bunu- nihilisttik varoluş içerisindeki insanı oluşa katlanabilmesini mümkün kılan bir imkân gibi ortaya çıkıyor. Nesnel ve herkes için geçerli olabilecek bir anlam, bir değer ufku söz konusu olmayınca her bireyin kendi değerlerini kendisinin yaratması görünür hâle geliyor. Her şeyin mümkün olabileceği bir imkânlar âleminin adete imkândan fiile geçtiği bir varlık durumunun, anything goes dedikleri düzleme açılmak kaçınılmaz hâle geliyor. Bu durumda modern özgürlük ideali tabiri caizse radikalleşerek, epistemik bariyerlerini de kırarak bireysel varlıkta kendisini gerçekleştirme imkânlarının arayışına dönüşüyor. Ve burada işte orijinallik, özgünlük benzeri tartışmalar tam da böyle bir ontolojik zeminde neşvünema bulan şeylerin hakikatli yerini hakikatler almaya başlıyor. Nedensel veya zorunlu varlık anlayışının yerini, olumsal varlık anlayışı, rastlantı almaya başlıyor. Dolayısıyla benim bugün kendimi şu şekilde tanımlayıp yarın başka türde tanımlamamın önünde hiçbir engel söz konusu değil. Benim bugün kendimi nasıl hissediyorsam öyleyim ve bu “öyle hissetmemin” meşru olup olmadığını belirleyecek bir mâkuliyet zeminin de çöktü Bireysel anlamda bir tanıklık meselesine, radikal bir bireycilik düzlemine dönüşmüş düşünce ufkunda orijinallik, özgünlük benzeri kavramlar ister istemez konu kılınmaya başlıyor.

Şiddetle ilgili uyarıcı tasvirler ve veriler daha çok medya, yani sinema, müzik, video oyunları ve internet ile ilgili. Modern sanatta şiddetin temsiline dair pek konuşulmuyor.

Fyodor Andreyevich Bronnikov.
Fyodor Andreyevich Bronnikov.

Bir tarafıyla şiddetin sanatta eleştirilerek kendisine tanıklık edilen bir tarafı doğuruluyor. Yani şiddetin sanata gerçek anlamda dâhil olması, sanatın protest tavrını ön plana çıkartıyor, olup biten olumsuzluklara karşı bir meydan okuma, şiddete tanıklık etme imkânı doğuruyor. Bu yönüyle sanatın değerli bir fonksiyon icra ettiği söylenebilir. Ama bir taraftan da popüler kültür, kapitalist yaşam pratiği içerisinde gelişen ve büyük ölçüde -sanatsal olandan ziyade kapitalist yaşam pratiğinin hız doğrultusunda kitleleri belirli ölçüde manipüle eden- sinema, video, müzik vb. şeylerle açığa çıkan bir yaratımı söz konusu ki, tam da sizin bahsettiğiniz verilerdeki negatif yönler buralarda sökün ediyor. Buralar biraz da insanların arzu-nesne diyalektiği çerçevesinde hakikatsiz bir dünyada âdeta arzularından kıskıvrak yakalanarak “beni” de arzu nesnelerine yönlendirilme süreçlerinin parçası olarak okunabilir. Kapitalist yaşam pratiğinde bilgi, bilim, teknoloji ve sanat da kapitalizmin yedeğinde iş görmeye başladı.

Yeni nesil sanat pratiklerinin çoğu kez “düzenin” bozukluğunu tespitle başlayan, onunla savaşmayla devam eden ve nihayet bu “büyük mekanikle” baş edemediğinde ise “umut ilkesi”ne saldıran bir tutum alışına şahit oluyoruz. Protest tavrın büyük bir iştahla başlayıp tam tersi bir ürünle sonuçlanan döngüsü nasıl kırılabilir sizce?

Bu süreç yana yakıla arzu ettiği özgürlük sevdası yüzünden, kendi hâline bırakılmış insanın başına gelenler olarak okunabilir.
Bu süreç yana yakıla arzu ettiği özgürlük sevdası yüzünden, kendi hâline bırakılmış insanın başına gelenler olarak okunabilir.

Bugün kültür, bir bütün olarak nihilisttik bir kültür. Bir anlamda post modern nihilizm çağında yaşadığımız söylenebilir. Burada insanların yapabilecekleri en iyi şey, tabiri caizse, yitirilmiş hakikatin son noktası, farka tanıklık etme çabası. Fark felsefeleri, fark ontolojilerinin bu denli ön plana çıkmasın temeli burası. Fakat farka tanıklık edebilmeniz için bile olsa müteâl bir hakikat anlayışına iman etmeniz veya inanmanız gerekiyor. Farka tanıklık etmenizin ontolojik gerekçesi yoksa bunu duyarlılıkla ortaya koyabilme şansımız da kalmıyor. Bugünkü hâlihazırdaki yaşam dünyasının insan oluşun önüne koymuş olduğu bariyer bir anlamda varoluşunu anlamla buluşturma imkânını ortadan kaldıran nihilisttik varoluş düzlemi ancak ve ancak tekrar o müteâl varlık alanıyla, gaybla, hakikatle hakikatli bir ilişkinin imkânına varlığımızı açmak suretiyle kurtarılabilir. İslam›ın insana sunmuş olduğu varlık, bilişsel ufuk dikkate alınmalı. Bugün içinde bulunduğumuz çağda ya nihilist olacağız, anlamla bütünleşme imkânından kopuk bir varoluşsal savrulma hâlini şen şakrak bir biçimde benimseyeceğiz ya da anlamda bütünleşmenin yegâne imkânı olarak fizik ve metafizik evrenimize indirgenmesi mümkün olmayan gayb’la haber yoluyla irtibat kuran ve gayb’ı haber yoluyla ete kemiğe büründüren peygamberin sünneti çerçevesinde tek imkân olarak İslam’ın insana sunmuş olduğu varlık anlayışının ebediyet levhasını benimseyeceğiz. Yani bu nihilisttik varoluşun içinde eşyanın ayete dönüşme şansı yok. Ancak haberin içinde bulunduğumuz varoluş düzleminin ne anlama geldiğine, niçin var olduğuna ve bizim orada ne için bulunduğumuza dair ufku dikkate aldığımızda eşya alete dönüşüyor ve bize bir istikamet, işaret olarak bir fonksiyon icra etmeye başlıyor.

Moda, estetik ve sıra dışılığın dışavurumu iken son dönem defilelerde kötü, çirkin ve pis olanın temsili ortaya çıkıyor. John Galliano, Dior için hazırladığı İlkbahar 2000 Haute Couture koleksiyonu ilhamını sokak serserilerinden ve evsizlerden almıştı. Çirkin moda trendi belki de moda ve güzellik dünyasının gereksiz diktelerine karşı etkili bir baş kaldırıştı. Bu tarz görüntüleri nasıl yorumluyorsunuz?

Buradaki aktivizmi dikkate almak lazım ama niçin böyle bir protest tavır içinde gündelik hayatın estetize edilme çabası verildiğini de düşünmek icap ediyor. Modern estetik bir anlamda sanatta üst bir dil, akademide niş bir dil kurulmaya çalışıldı. Akademizme bir tepki olarak 1950’lerden itibaren 20. yüzyılın içinde bir anlamda Dadaizmle başlayan, gündelik hayatın estetizasyonun post modern sanat, çağdaş sanat kavramlarıyla ortaya çıkan, daha çok aktivist tarafları da olan, gidişata bir tepki olarak kendisini gösteren, kalıp birtakım estetik yargıları tartışmaya açan tepkisellik ortaya çıktı. Belki de burayı çamurun eylemin içinde nereye oturduğu, hangi kaygının parçası kılındığı düzleminde okumak icap ediyor. Ucube gibi görülen şeylerde bu süreçleri yaratan mekanizmaya meydan okuma hâli de ortaya çıkabiliyor. Dikkat edersen performans sanatlarında kadına şiddet, hayvanlara şiddet, çevreye yönelik verilen zararlar bir şekilde açığa çıkarılmaya çalışılıyor. Sanat daralmış dünyanın ufkunda ortaya çıkabilecek imkânlardan birisi olarak görülebilir. Bu süreçte natüralist ya da doğal varlık alanında ortaya çıkan her şey meşru ve mubahtır.

Otobong Nkanga - The Weight of Scars
Otobong Nkanga - The Weight of Scars

İnsan tasavvurunda dikeyden yataya dönüşen bir ahlaki anlayış varsa, tüm bunların içerisinde habisin, kötünün temsiline sanatta nasıl bakabiliriz? İnsan bu saldırılar karşısında ne yapacak?

Her varoluş güzergâhı kendi değerleme ufkunu da yaratıyor. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz çağa özgü seküler dünyanın, giderek radikalleşen seküler parametrelerinin nihilisttik bir varoluş düzlemi içerisinde bizim nasıl bir pozisyon almamız gerektiğini düşünmemiz icap ediyor. Bana göre, bizim Müslüman oluş hususundaki ontolojik kararsızlıklarımız, epistomolojik ve estetik şaşkınlıklarımızı meydana getiriyor. Yani biz Müslüman oluş noktasında içimizde bu oluşa talip miyiz? Müslüman olmaktan memnun muyuz? Müslüman olmak bizi gerçekte en iyi ile bütünleşmiş bir varoluş hissiyatı içinde kılıyor mu? Burada Müslümanların bir an önce kendilerine dönüp “Ey iman edenler iman edin” ayetini hatırlayarak iman etmeye, Allah’tan hidayet dileyerek teyakkuzla Müslüman olmanın bize bahşedilmiş en büyük varoluşsal ufuk olduğunu bilerek o hissiyatla varlığa mukabeleye başlaması gerekiyor. Fakat yaşadığımız çağ, Müslüman, Hristiyan, Ateist demeksizin imajinatik bir gerçeklik içerisinde bütün mefkûreleri veya varoluş biçimlerini savuran bir çağ. Simülasyon dünyası içerisinde, arzu-nesne diyalektiği içerisinde, imajinatif gerçeklik içerisinde üretilen arzu nesneleri hepimize servis ediliyor. Herkesin aynı şeyi arzuladığı yerde çözüm de yoktur.

Kimlik krizi içerisindeyken, ontolojik düzensizlik içerisindeyken ne kendimize ne başkasına teklif edebileceğimiz bir ufuktan bahsedemeyiz. Çağa mukabelemiz, çağın parametrelerini de iyice bilerek bu çağa Müslümanca bir mukabelede bulunmakla mümkün. Bu konudaki isteksizliğimiz bizim de imajinatik gerçeklik içerisinde kalite ve konfor müptelası hâline gelmemize, bireysel arzularımızı bu istikamette seferber edişimiz de eleştirel söylemimizin sözde bir söyleme dönüşmesine yol açtı.

Dünya dünyalığını hiçbir zaman bu kadar açık bir şekilde afişe etmemişti. Dünya dünyalığını ontolojik çıplaklık içerisinde insana sundu. Ve insanın buna nasıl mukabele edeceği, oyun bozmak için geldiği dünyada oyuna gelmeden var olmanın imkânlarına varlığını açması gerektiği bilinciyle; Müslüman oluştan iç tatmin, mutmain oluş hâliyle, Müslüman oluşu ete kemiğe büründürmesini bilmesi gerekiyor.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.