Modern şehirlerin Dubaileşmesi: Eğlence ve tüketimin kurduğu yeni dünya düzeni

İslam, bu materyalist dünya görüşüne karşı bir denge arayışı sunuyor.
İslam, bu materyalist dünya görüşüne karşı bir denge arayışı sunuyor.

Las Vegas’ın ışıltılı dünyasına hoş geldiniz. Eğlencenin bir endüstriye, lezzetin sıradan bir hazza, insanın ise yalnızca bir tüketim aracına dönüştüğü bu sahte cennette her şey bir metadır. Burası, hiper tüketim çağının parlak bir aynasıdır: Devasa alışveriş merkezleri, neon ışıklarla süslenmiş eğlence parkları ve bitimsiz tüketim döngüsü. Dubai’nin altın yaldızlı kulelerinden Makao’nun Cotai Strip’ine uzanan bu “tüketim tapınakları,” insanın enerjisini boğmadan, toplumun dokusunu sarsmadan harcayabileceği sübaplar olarak tasarlanmıştır.

20. yüzyılın en çarpıcı olgularından biri, küresel tüketim medeniyetinin doğuşudur. Bu medeniyet, öncekiler gibi belirli bir toprak ya da kültürel mirasa dayanmaz. Aksine, köksüzlüğü ve zamansızlığı onun en büyük gücüdür. Tarihe, geleneğe ve değerlere yabancı bu düzen, bilimi ve teknolojiyi bir araç olmaktan çıkararak, nihai bir amaç hâline getirmiştir.

Bu medeniyetin en güçlü simgelerinden biri, hiç şüphesiz hamburgerdir. Coca Cola’nın yanı sıra son yıllardaki Dubai çikolatası çılgınlığını da bu küresel “Hamburger Medeniyeti”nin yerel bir ürünü olarak görebilirsiniz. Hamburger, yüzeyselliğin, tek tipleşmenin ve mekanikleşmenin küresel sembolüdür. Hangi fast food zincirine girerseniz girin, size sunulan hamburger, daha önce yediğiniz ya da gelecekte yiyeceğinizle aynıdır. Mekân, zaman ve kültür aşılmış; her şey bir standart ölçüye indirgenmiştir. Üstelik hamburger, insanın toplumsal bağlarını koparan bir yalnızlık ritüelidir. Onu ailenizle değil, direksiyon başında ya da bir iş molasında aceleyle tüketirsiniz.

Bağımlılık Çağı.
Bağımlılık Çağı.

Bu kültür, yalnızca beslenme alışkanlıklarını değil insanın kendisine ve çevresine dair algısını da dönüştürür. Giydiğiniz bir tişört, içtiğiniz bir kola ya da oturduğunuz bir ev… Hepsi sizi tüketimin bir parçası hâline getiren bu sistemin araçlarıdır. Örneğin, bir tişört artık yalnızca sıcak ya da soğuktan korunma işlevi görmez; o, bireyi kimliğinden soyutlayan bir meta, bir reklam panosudur. David T. Courtwright, Bağımlılık Çağı adlı eserinde şöyle der: “İnsan, varlığı üzerine düşünmeyi çoktan bırakmıştır. Bu düşünce eksikliği, onu bağımlılığın kollarına iter: Bir bilgisayar oyununa, bir içkiye ya da anlamsız alışverişe. Bağımlılık, yalnızca biyolojik değil aynı zamanda toplumsal bir süreçtir. Çevremiz, stres ve tüketim kültürünün dayatmaları bizi bu girdaba sürükler.”

Çölün orta yerinde bir metropol

Eğlencenin İyisi.
Eğlencenin İyisi.

İşte bu noktada karşımıza, Dubaileşme fenomeni çıkıyor. Dubai, 21. yüzyılın parlayan yıldızı olarak pazarlanıyor; ancak bu yıldız, insanlığın kadim değerlerini ve doğayla uyumlu yaşamını gölgede bırakan hiper-modernleşmenin sembolü hâline gelmiştir. Çölün ortasında yükselen bu devasa metropol, lüks tüketimin mabedi, gösteriş ekonomisinin zirvesidir. Dubai çikolatası gibi küçük ve süslü semboller, aslında bu büyük ideolojinin birer pazarlama aracı. Çikolataya altın tozu serpmek, basit bir tatlının ötesinde, insanlara satın alacakları her şeyle değer kazanacaklarını fısıldayan bir tüketim ritüeli sunar. Bu ritüel, bireyin anlam arayışını eğlence ve tüketimle örtbas eden küresel sistemin küçük ama güçlü bir parçasıdır.

Almanya’da yaşayan Güney Koreli düşünür Byung-Chul Han da Eğlencenin İyisi adlı kitabında şunları not düşer: “Eğlence yaygınlaşıyor, yeni bir paradigma, yeni bir dünya ve varlık formülü olarak yükseliyor. Var olabilmek için, dünyaya ait olabilmek için eğlendirici olmak gerekiyor. Artık sadece eğlendirici olan hakiki ya da gerçek kabul ediliyor. Gerçek gerçeklik ile kurgusal gerçeklik arasındaki fark artık geçerli değil. Bizzat gerçeklik eğlencenin bir etkisi olarak görülüyor.” Alman filozof Theodor W. Adorno ise: “Eğlence dünyası kendini cennet olarak sunan yeraltıdır.” diye tanımlamada bulunuyordu.

Theodor W. Adorno.
Theodor W. Adorno.

Gerçekten de bu tüketim ve eğlence medeniyetinin temel değerleri, hızla değişen ve hiçbir köke dayanmayan değerlerdir. Moda, müzik, eğlence sürekli yenilenir; birey, bu yeniliklerin peşinden koşarken yalnızca yüzeyde yaşar. İnsanın derinlikli düşünce ve hakikat arayışları yerini, dış görüntüye verilen abartılı bir önemle doldurulmuş bir hayata bırakır. Ancak bu sistem, yalnızca insanı değil, doğayı ve tarihsel bilinci de yok eder. İnsanı doğa ile eşitleyerek, onun karmaşıklığını, derinliğini ve manevi boyutlarını siler. Böylece, insanı yalnızca maddi bir varlık olarak algılayan, onu Darwinci bir rekabetin nesnesi kılan bir dünya inşa eder.

Bu ürünler hakikatte ne Batılıdır ne Doğulu ne Çinlidir ne de Orta Doğulu. Sadece tüketim kültürünün evrensel dilini konuşan, “basit” nesnelerdir. Yemeğin kutsallığını, sofrasının insana kattığı maneviyatı kaybeden birey, aynı zamanda kendini de kaybeder. Hamburger nasıl tek tipleşmenin sembolü ise, Dubai çikolatası da gösterişin ve lüks illüzyonunun bir göstergesidir. Her lokma, bireyi kendi kimliğinden, kültürel bağlarından ve tarihsel derinliklerinden bir adım daha uzaklaştırır.

Oysa İslam, bu materyalist dünya görüşüne karşı bir denge arayışı sunar. İnsan ve evren arasında bir ahenk gözetir; insanın ahlaki sorumluluklarını, yaratılışındaki derin anlamı yeniden hatırlatır. İslam’ın sunduğu bu bakış, tüketim çılgınlığını reddeden, adalet ve insani değerleri önceleyen bir yaşam anlayışıdır. Batı medeniyeti, sunduğu yaşam standartlarını ancak sömürgecilik deneyimi, ucuz iş gücü ve doğal kaynakların kontrolü sayesinde elde edebilmiştir. Ancak bu, bir daha tekrarlanması mümkün olmayan bir tarihî andır ve zaten böyle bir tekrar, küresel ekolojik kriz nedeniyle kimse için arzu edilmez.

Bugün başta İslam dünyası olmak üzere dünyadaki yoksul ve ezilen halklar, bu küresel sisteme karşı hâlâ direnmektedir. Çünkü bu sistem, İslam’ın adalet temelli, insanî ve kapsayıcı bir dünya görüşünü tehdit olarak görmektedir. Eğer İslam, yalnızca yüzeysel ritüellere indirgenmiş olsaydı, bu sistem onu teşvik eder, desteklerdi. Ancak İslam’ın, kadim bir adalet anlayışını, bireyler ve toplumlar arası eşitliği savunan ve tüketim çılgınlığına karşı çıkan derin bir söylemi vardır.

İslam, tüketim ve eğlence medeniyetinin dayattığı Prometheusçu, Faustçu ve materyalist dünya görüşüne karşı, insanı değerlerine ve ahlaki bilincine döndüren bir model ortaya koyar.

Bu anlayış, bireyin yalnızca bedensel ve maddi bir varlık olmadığını; sosyal adalet, denge ve anlam arayışını merkeze alan bir yaşam biçimine davet eder. Herkesin ezildiği bu “makine düzenine” karşı yeni bir denge inşa etmeyi öğretir. Bu denge hem bireyin kendisini hem de toplumu ve doğayı, tüketim dünyasının kıskacından kurtaracaktır.

Yerel anlamda Dubaileşme

İnsanlığın bu yok edici makinesine karşı bir ittifak kurabiliriz; bu ittifak, sekülerler ve inanç sahiplerini bir araya getirerek, dünyayı pençesine alan, insan tüketim hayallerini körükleyen ve yaşam standartlarını doğanın ve insanın kendi sınırlarıyla, dengesiyle uyuşmaz hâle getiren bu düzene karşı durabilir.
İnsanlığın bu yok edici makinesine karşı bir ittifak kurabiliriz; bu ittifak, sekülerler ve inanç sahiplerini bir araya getirerek, dünyayı pençesine alan, insan tüketim hayallerini körükleyen ve yaşam standartlarını doğanın ve insanın kendi sınırlarıyla, dengesiyle uyuşmaz hâle getiren bu düzene karşı durabilir.

Fransız yazar Serge Latouche’un Dünyanın Batılılaşması adlı kitabında dediği gibi, “Batı, artık bir coğrafya değil, herkesi ezen bir makineye dönüşmüştür.” İşte bu makineye karşı mücadele, insanın kendini yeniden keşfetmesi ve maddi dünyanın ötesindeki anlamı bulmasıyla mümkün olacaktır. Bu mücadele, insanı insan yapan her şeyin korunması için verilmesi gereken “cihad-ı ekberdir” en büyük cihaddır: Nefsin, tüketim zincirlerinin ve zihinsel köleliğin üstesinden gelmek. Bu da insanın kendi içindeki sırları keşfetmesiyle, kendisinin cansız ve hissiz bir madde olmadığını; sadece ekonomik çıkarlar ve içgüdüsel dürtülerden oluşmadığını idrak etmesiyle mümkündür. İnsan, eğer isterse, çıkarlarını tanımlarken bu tanımın millî kimliği ve değer sistemleriyle çelişmek zorunda olmadığını anlayabilir.

McDonaldlaştırma, Coca Colalaştırmaya ve Las Vegaslaşmaya ya da yerel anlamda Dubaileşme veya Cotaileşmeye karşı ortaya konulacak “Cihad-ı Ekber” usulü değerli duruş, insanı “şeyleşme” ve “makine düzeni”nden kurtaracaktır. Böylece Dubai çikolatasının altın tozu, bu çılgınlık içinde anlamını kaybederken, insanın ruhundaki altın, yeniden keşfedilecektir.

Bu bağlamda, insanlığın bu yok edici makinesine karşı bir ittifak kurabiliriz; bu ittifak, sekülerler ve inanç sahiplerini bir araya getirerek, dünyayı pençesine alan, insan tüketim hayallerini körükleyen ve yaşam standartlarını doğanın ve insanın kendi sınırlarıyla, dengesiyle uyuşmaz hâle getiren bu düzene karşı durabilir. Bu, yalnızca bir direniş değil, aynı zamanda insan onurunu yeniden kazanma çabasıdır. Ve belki de insanlık tarihindeki en büyük umut, bu mücadelede saklıdır.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.