Ömer Miraç Yaman: Cami toplumsal anlamda en legal zemindir!

"Bu toprakların geninde daha cami ve ibadet odaklı değil hayat."
"Bu toprakların geninde daha cami ve ibadet odaklı değil hayat."

"Keşke Jazz Festivali’nin ya da konser bilgisinin herkesin telefonuna bildirim olarak geldiği gibi falanca camide falan hocanın sohbetinin olduğu gibi bir altyapı da olsa. "

Camilerde, vakıflarda hangi dersin, ne zaman olduğunu bulabileceğimiz bir internet sitesi üzerinde çalışıyordunuz. Bu projenin nasıl başladığını, neden böyle bir işe ihtiyaç duyduğunuzu anlatabilir misiniz?


İstanbul’da çok farklı camilerde farklı ders grupları var. Farklı ve kıymetli hocaefendilerin tefsir, kıraat, siyer, fıkıh, hadis alanlarında dersleri var. Ve ilginç bir şekilde bu kıymetli hocaların çalışmaları bilinmiyor. Hatta kendi camisinde ders veren çok kıymetli bir hocayı tanımayabiliyor insanlar. Çünkü bu hocalarımız bir köşeye çekiliyorlar ve öyle ders yapıyorlar. İnsanlar onları bu yüzden tanımayabiliyorlar.

Biz de bundan hareketle yaklaşık 7-8 sene önce bir işe niyetlendik. “İstanbul Sohbetler Şehri” üst başlığıyla bu hocaların hangi camilerde hangi dersleri hangi saatlerde yaptıklarını tespit edelim, bu dersler hangi aralıklarla, nasıl oluyor belirleyelim istedik. Hangi derslere doğrudan katılımın mümkün olduğunu, hangileri için biraz sürecin gerektiğini de bilgilere ekledik. Ve bunu insanların istifadesine sunalım diye niyetlendik. Projeye başladıktan sonra epey bir yol aldık. Üç yüze yakın isim, konu, başlık ve yer çıktı.

Camilerdeki ders halkalarından bir kare.
Camilerdeki ders halkalarından bir kare.

Peki projeyi hayata geçirebildiniz mi?

Maalesef hayır. Sonrasında Türkiye'nin gerek siyasi konjonktürü gerek bazı hocaların cemaat, tarikat ve farklı meşreplerden oluşlarından dolayı projeyi hayata geçirmedik. İsimler bizde hâlâ mevcut olsa da güncellenmeleri gerekiyor.

  • Keşke Jazz Festivali’nin ya da konser bilgisinin herkesin telefonuna bildirim olarak geldiği gibi falanca camide falan hocanın sohbetinin olduğu gibi bir altyapı da olsa. Keşke bunu istifadeye sunabilsek. 15 Temmuz’dan sonraki son üç yılın hikâyesini söylersek, maalesef Türkiye’de dinî sembollere ve din anlatımına karşı çok ciddi bir alerjik durum var. Bu ekstra bir durum. Ben bunu 28 Şubat’tan çok daha zor bir durum olarak değerlendiriyorum. 28 Şubat’ta saflar çok berrak ve netti. Bir saf bilinci vardı. Şimdi ise saf kalmadı. Saflar darmaduman oldu. Kim, nasıl, niye güveneyim ki? Niye organize ediyor, niye sohbet yapıyor, niye kurban topluyor, niye bina tutmuş, niye öğrencileri okutuyor... İnsanların bu düşünceleri sebebiyle zorluk yaşıyoruz.

70-80 döneminde sol ve sağdaki öğrenci hareketlerinin 80’den sonra apolitik kuşağı doğurduğunu biliyoruz. 2016 Temmuz’undan sonra da ben çok daha ilginç bir süreç yaşadığımızı düşünüyorum. Dinsiz değil ama “adinî”, yani dine karşı alabildiğine mesafeli ve tanımadığı hiç kimseyle din konusunda temas kurmamaya çalışan bir kuşağın camilere cebren getirildiğini düşünüyorum.

Aileler çok haklı. Bu anlamda yüksek bir toplumsal teyakkuz hâli var. Bu durum İslami çalışmaları doğrudan etkilemiş durumda. Bunun toplamda kötü bir durum olduğunu düşünmüyorum. Herkesin Allah rızası için yapılan bir çalışmada etiketsizliği öğrenmesinin zamanının geldiğini düşünüyorum bu topraklarda. Ben sadece Allah’ın kuluyum, Müslüman’ım deyip işe girişmek için vesile olduğunu düşünüyorum. Maalesef biz ancak böyle büyük tokatlarla toparlanıyoruz.

Aslında camilerde sadece dinî içerikli dersler ya da sohbetler yapılmıyor. Hayata dokunan başka meselelerde konuşmalar yapıldığı da oluyor.


Evet, kesinlikle. Mesela ben beş altı yıldan beri seminer ve konferanslarımın bir kısmını camilerde vermek durumunda kaldım. Bu hafta iki camiden teklif geldi. Cuma hutbesinden önce vaaza çıkar mısınız diye.

Aile tabanlı, bağımlılık tabanlı konuşmalar oluyor. Çocuk hakları üzerine, çocuklarımızla ilişkilerimiz, ne olacak bu gençlerin hâli, bu gençler neden camiye gelmiyor gibi konularda konuşmalar yapıyorum. Daha ziyade aile ve genç odaklı konularda bizden ricada bulunuyorlar.

Din konusunda ben zaten o kürsüde konuşmaya yetkili değilim. Sadece hayata dair konulara değiniyorum. Aslında din hayattır ama biz çoğunlukla o şekilde bakmadığımız için şimdilik farklı farklı ele alıyorum. Ama toplamda ben hayata dair bazı konularda konuşuyorum.

Bu anlamda çocuklarıyla kurdukları ilişkileri biraz sorgulatacak, biraz tefekkür ettirecek ya da cami tecrübesi üzerinden onlarla ilişkilerini nasıl yeniden yapılandıracaklarına dair bir konuşma yapmak kıymetli oluyor.

Bir anlamda camilerle hayatımızı ibadet harici noktalarda buluşturmayı başarmışız gibi.


Kesinlikle, camiler bu anlamda “etkin” kullanılabiliyor Türkiye’de. Fakat cami ile ilişki kurmak, o zemini yakalamak vesaire aileler açısından da zor. Bizde din ile ilişki askerî ve asgari düzen gidiyor. Hem askerî hem asgari. Cenaze olacak, bayram olacak, cuma olacak… Ritüel tabanlı. Din ritüeldir, eyvallah, ama sadece bunda sınırlı kalıyor.

Mesela bizde genç arkadaşlar arasında bir yaradır ve hep eleştirirler. Ben çok haklı bulmuyorum bu eleştiriyi. “Araplar camilerde yatıyorlar, ders yapıyorlar, bizde camiler sadece namaz kılınan bir yer” diyorlar. Doğru ama toplumlar arasında yapısal farklılıklar var. Bu toprakların geninde daha cami ve ibadet odaklı değil hayat. Daha at sırtında, daha göçebe. O anlamda farklı bir gelenekten geliyoruz.

Ama Peygamber Aleyhisselam’dan sonra Mekke’de, Medine’de mescit odaklı kurulmuş bir din ve yayılma süreci var. Çok daha başka bir durum var orada. Biz daha farklı bir kültürel mirasa yaslanıyoruz. Tabii ki Müslüman olmamız sebebiyle mescit bizim ortak noktamız.

  • Mescit bizim için aşırı kutsal bir yer. Orada yatılmaz. Bizde itikâf geleneği çok zor yerleşti, hatta daha yerleştiği söylenemez. Çünkü “Camide yatılır mı?” diye düşünüyor insanlar. “Camide uzanılır mı? Yemek yenir mi camide? Burası cami en nihayetinde.” Camide bunlar yapılmaz gibi bir algı var. İslam dünyasının farklı yerlerinde doğrudan caminin içinde düğün yapılır. Bizde caminin altına bir salon yapılır. Cami ile orayı da ayrıştırıyoruz. Bu konuda ilginciz. Ekstra kutsallık atfediyoruz, taşına, toprağına, halısına, lambasına.

Mesela çok çarpıcı bir noktadan bahsedeyim. Üniversitelere gidip genç arkadaşlarla görüşüyoruz, çeşitli konularda konuşuyoruz. Bu arkadaşlar kulüp kuruyorlar, Allah rızası için faaliyet yapmak, İslami çalışma yapmak istiyorlar. “Bir dernek mi kursak?” diyorlar, ancak paraları olmadığı için çekiniyorlar ve uzak duruyorlar. “Aman yer tutmayın” diyorum, “Cami var ya.” Cami en legal zemin zaten. 8-10 tane üniversiteli arkadaş orada kitap da okur, uzanır yatar da. Yemek de yer, toplantısını da yapar. Müzakere bile yapar. Camide her şey yapılır. Bu anlamda memlekette 100 binin üzerinde konferans salonu, toplanma salonu, yemek salonu, muhabbet salonu var. Tabii ki ibadet vazifesiyle birlikte. Ama bunun bizde sadece ibadet formuyla kalmış bir karşılığı var.

Cami ile ilişkimizde tarihsel anlamda da bazı kırılmalar yaşadık.

Ayırdına varmıyoruz ama bu topraklarda camilerin kapandığı bir dönem var. Mesela Fransa’yı ele alalım. Notre Dame Kilisesi yandı. Yanmadığını ama bir iktidarın gelip otuz yıl boyunca ibadeti yasakladığını düşünelim. Bu laik Fransa’nın bile kaldırabileceği bir tablo değil. Böyle bir şey yapamazlar.

Türkiye’de namaz dışında cami ile temas kurma geleneği oldukça problemli.
Türkiye’de namaz dışında cami ile temas kurma geleneği oldukça problemli.

Bizde ise çok sembol camiler kapatılmış. Selatin camiler tarumar edilmiş. Bazıları komple yıkılmış. Kapatılmasını geçtik, bir de aşağılanmış. Saman balyalarının doldurulduğu, hayvanların bağlandığı bir şeye dönüştürülmüş. Hâlâ bazı selatin camilerinin önünde kancalar görürsünüz. Gezenler dikkatli bir şekilde bakarlarsa o kancaları fark ederler. Bineklerin bağlandığı kancalardır bunlar. Bu da büyük bir kırılmayı teşkil ediyor. Bir yandan ezan gitmiş, hocalar derdest edilmiş veya asılmış, Kur’an okumak yasaklanmış. Komple bir travma yaşanmış. Cami tabanlı bir yaşama dönmek bu anlamda çok zor. Bu kolay atlatılabilecek bir şey değil. Ki 15 Temmuz’dan sonra çok daha ilginç bir süreç yaşadığımızı düşünüyorum.

Türkiye’de namaz dışında cami ile temas kurma geleneği oldukça problemli. Ben bu açıdan cami avlularında kurulan çay ocaklarını önemsiyorum. Sosyalleşme mekânının ötesinde caminin avlusunda olmak, camide olmak fikri bile güzel bir şey. Ama henüz caminin içine net girebilmiş değiliz. Caminin içine girmek, orada kalmak… Mesela bizde ezan okunmadan on dakika önce vakit namazlarında çok fazla kişi olmaz. Ezan okunmadan önce çok az kişi vardır. Bir anda gireriz, bir anda da sanki içeride yangın varmış gibi kaçarcasına çıkarız. Neden bu kadar keskin olduğunu bilmiyorum ama üzerinde düşünmek lazım. Toplum olarak travmalarımız var demek ki.

Camiyi yeniden toplumsal hayatın merkezine yerleştirmek için dinî referanslardan yararlanmak gerek belki de.


Aslında cami ile ilgili Peygamber Aleyhisselam’ın pek çok hadisi var. Bir tanesinde Peygamber Aleyhisselam cuma hutbesinde. Hasan ve Hüseyin (r.a.) tabiri caizse paldır küldür, düşe kalka içeri giriyorlar. Peygamber Aleyhisselam hutbesini bölüyor, aşağı iniyor ve onları öpüyor, onlara sarılıyor. Sonra tekrar hutbeye çıktığında mealen diyor ki: “Allah’ın dediği gibi gerçekten evlatlar insanın imtihanı.” Hutbeden aşağı inen bir peygamber düşünün. Cuma namazında dede olan imam, hutbeyi bölüyor ve aşağı iniyor. Cemaat nasıl bakar? Bunun bir de Peygamber Aleyhisselam olduğunu düşünün. Bu çok çarpıcı bir şey ve çok da doğal. Peygamber Aleyhisselam aslında kendi ailesini, çocuklarından başlayıp en yakınlarını, cami ve cemaate dâhil etmiş. Bir diğer çarpıcı örnek, kızının evine gittiğinde torunu Ümame’yi (r.a.) kucağına alıp onunla birlikte namaz kılıyor. Bizde bir yetişkinin bir çocuğu kucağına alıp namaz kılması başlı başına acayip bir durum. Alışık olduğumuz bir şey değil.

Cami ile olan ilişkide evden başlayan bir ünsiyet var.


Evet, Peygamber Aleyhisselam’ın hayatında mescit çok önemli bir yer tutuyor, ancak bana sorarsanız asıl merkez ev. Peygamber Aleyhisselam sünnet namazlarını mutlaka evde kılıyor, farzda camiye geçiyor. Ve evdeki namazında ses tonunu orta seste, yani dışarıdan duyulabilecek bir ses tonuyla okuyor. Hanımları, torunları, çocuklar, gençler var. Enes’i (ra) var. Yanında kalan yetimler var. Peygamber Aleyhisselam bu kıvamda evin hakkını tam koruyarak, mescidin hakkını da vererek bu dengeyi kuruyor. Bizde ise abartılı tutumlar var.

Mesela ebeveynlerle çok sık çocukların namaza alıştırılması meselesini konuşuyoruz. Takvalı bir mümin olan baba camide ibadete çok dikkat ediyorsa çocuk evde namazı hiç göremeyebilir. Sabah ve yatsı namazlarını camide kılıyor. Öğle, ikindi ve akşamda zaten işte. Bu çocuk nerede namaz görecek? Nasıl temas edecek? Babasının omzuna nerede atlayacak? O doğallıkta nasıl olacak? Peygamber Aleyhisselam sünneti evde kılıyor, farza camiye gidiyor.

Bunu gerçek hayata nasıl adapte edeceğiz? Çünkü Efendimiz Hazretleri’nin hane-i saadetleri ile namaz kıldırdığı yerin arası yaklaşık olarak 26 adım.


Buradaki sorunun cami uzaklığından ziyade bir kalp uzaklığı olduğunu düşünüyorum. İkinci ihtimal şu olabilir: Baba bazı namazları evde kılacak. Burada çok çarpıcı bir örneği dillendirebilirim.

Numan Kurtulmuş’un babası Niyazi Kurtulmuş kendi evlatlarını namaza alıştırma sürecini anlatırken on küsur sene boyunca evlerinin hemen karşısındaki camide kılmak yerine evde namaz kıldığından bahseder. Evlerinin karşısındaki camiye gitmiyor Niyazi Bey. Artık hepsi ergenlik sürecine girip namaza başladıktan sonra “Artık benim görevim bitti. Artık ben camideyim” diyor. Çocuklarının camiye, namaza alışması lazım diye evde namaz kılıyor. Bu anlamda namaz denklemiyle alakalı Peygamber Aleyhisselam’ın örnekleri çok fazla. İç içe geçmiş bir şey görüyoruz. Bizde de giderek azalsa bile hâlâ çocukların camiye gelmesinden büyük bir rahatsızlık söz konusu.

  • Çocukların ses, gürültü yapması, koşmaları gerginlik oluşturuyor. Peygamber Aleyhisselam bu konuda hadis irad ediyor ama biz bunu pek bilmiyoruz. Peygamber Aleyhisselam diyor ki, “Eğer arkada ağlayan çocuk/bebek sesi gelirse namazı kısaltırım.” Bebekli olanlar gelmesin de namazı hakkıyla kılalım demiyor. “Ben arkada böyle bir şey duyarsam namazı kısaltırım” diyor.

Tam tersine burada bir teşvik var. Bizde ise ses geldiğinde işler karışıyor. Çocuk sesi bizi rahatsız ediyor. Sonra da 15-16 yaşına geldiklerinde gençlerin neden namaza gelmediklerini sorguluyoruz. Çocuğun eğer 3-4 yaşındayken cami ile ilgili bir hatırası yoksa, hoplayıp zıplamamışsa, minbere mihraba çıkmamışsa, boş alanda istediği gibi koşuşturmamışsa niye gelsin ki? Sevmediği yere neden gelsin ki? 15 yaşında bir genç ya bayram ya cuma namazı ya da cenaze namazında camiye gelecek o zaman. Cuma ve bayram namazları kalabalık, bazen bunaltıcı bir ortam. Cenaze ortamı da çok tercih edilesi değil. Rutinde bir tanışma yok. Cami ile “çocukça bir tanışma” olmuyor. Bu durum hâlâ sıkıntılı. Diyanet’in bu konuda çok güzel çalışmaları var, Allah razı olsun. Ama yerleşik kalıpları yıkamıyoruz, alışkanlıkları değiştirmekte zorlanıyoruz.