Osmanlıların acaiblikler antolojisi

Vittorio Amadeo'nun Beyazıt Camii eseri
Vittorio Amadeo'nun Beyazıt Camii eseri

Bugün her ne kadar biz, Türkçe üzerine düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı unutsak da dil, çok yakın bir zamana kadar hayatımızın merkezinde yer alıyordu.

Sultan IV. Murad’ın kızı Kaya Sultan’ın doğum yaparken vefat edişinin anlatıldığı bahis, Evliya Çelebi Seyahatname’sinin en hüzünlü satırlarıdır bana kalırsa. Melek Ahmed Paşa sevgili karısı Kaya Sultan’ın mezarının üstüne kapanıp ağlamaya başladığındaysa Veziriazam Köprülü Mehmed Paşa tarafından sert bir şekilde ikaz edilir:

Be hey âdem! Ayıp değil midir, bir avrat için böyle edersin?

Çok sevdiği eşini kaybetmenin acısıyla onun mezarına kapaklanan Melek Ahmed Paşa yaptığı bu eylemden dolayı bir başka Osmanlı paşası tarafından “ayıplanmıştı”. Demek ki, 17. yüzyıl Osmanlı dünyasında üst düzey bir yöneticinin bu hareketi ayıplanacak türden davranışlar arasındaydı.

Melek Ahmed Paşa
Melek Ahmed Paşa

Evliya’nın bu satırlarını okuduğumda, hemencecik aklıma âdeta bir “ayıplar antolojisi” diye niteleyebileceğimiz Risale-i Garibe geldi. 18. yüzyıla ait bir “adab-ı muaşeret” kitabı, yani görgü kurallarına dair bir eser kabul edebiliriz bunu. El yazması bir mecmuanın içinde bulunan bu “acaib ve garaib” risalenin yazarı belli değil. Metinden hareketle yazarın Anadolu’nun batı kısmında doğmuş olduğu tahmin edilebilir, “sıradan” bir Osmanlı insanı yani.

Tam burada biraz duralım ve Cemal Kafadar’a kulak verelim:

“‘Sıradan insan’ deyiminin aldatıcı bir yanı var. ‘Seçkinlerden gayrısı, Tarih yapan, Tarih’e geçen insanlardan gayrısı’ gibi bir şeylerin kastedildiği belli, ama sıradan herhangi birini ele aldığımızda o sıra dışı olmuştur zaten. Yakından baktığımızda sıra dışı olmayan mı var?”

Adı meçhul bu sıradan insanı bizim için “sıra dışı” hâle getiren Osmanlı toplumuna dair yaptığı gözlemleri kaleme almış olması. Bunları yazarken de oldukça keskin ve kızgın… Belli ki çarşıda, tekkede, hamamda, yolda, mektepte… gördükleri canına tak demiş ve almış eline kalemi ve “bî-edeblerin erbab-ı zarafete hayli elem ve ıztırab” veren hâllerini yazmış. Bu hâllerden bazılarına daha yakından bakalım.

Yaprağa barmak diyenler!

İlk dikkat çeken nokta, meçhul yazarımızın dil hassasiyeti: İstanbul’a gelip de, “ne için geldiğini bilmeyip, elli altmış yıl ömür sürüp, lisanını tashih etmeyip, Türkçe öğrenmeyip, yaprağa barmak diyen eşekler” nasibini alır evvela.

Bugün her ne kadar biz, Türkçe üzerine düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı unutsak da dil, çok yakın bir zamana kadar hayatımızın merkezinde yer alıyordu.

Malik Aksel'in otoportresi
Malik Aksel'in otoportresi

Ressam ve yazar Malik Aksel, İstanbul’un Ortası adlı kitabında, eski İstanbul’un en övülen tarafının terbiyesi, nezaketi ve dili olduğunu söyledikten sonra şöyle devam ediyor sözlerine:

“Eski İstanbul’da dilini düzeltmeyenlerin, teşrifata uymayanların saygıdeğer tarafı yoktur. Bunda insanın kafasının dangıl dungul olması önemli değil de dilinin dangıl dungul olması önemlidir. Konağa yeni girmiş ahçı yamağı, helvaya ‘halva’ dedi mi hemen pabuçları eline verilir. Ama sanatında usta imiş, buna kimse bakmazdı. Asıl önemli olan düzgün konuşmadır.” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden süreçte yetişen Aksel’den iktibas ettiğimiz son cümleden, yaprağa barmak diyenlerin neden ağır bir şekilde tenkit edildiği anlaşılıyor.

Sivri dilli yazarımızın tenkit ettiği ikinci husus misafirlikteki yemek adabı ile ilgili. 18. yüzyıl İstanbul’unda Sultanahmet’te bir kibar konağında ziyafetteyiz. Peşkiri üzerimize çekiyoruz, çekine çekine aldığımız birkaç küçük lokmadan sonra başlıyoruz etrafı izlemeye:

“Ev sahibi sofraya buyur etmeden sofranın başına geçenler, peşkiri üzerine çekmeyip elbisesine yemek dökenler, elinin ağzının yağını silmeden bardağa yapışıp su içenler, leğen ve ibrik geldiğinde meclisteki diğer insanlardan utanmadan tükürüp sümküren edepsizler, yemek yerken tükürük saçarak konuşanlar, insanların arasında uyuz keçi gibi kaşınanlar, tâvus kuşu gibi esneyenler, hakkı olmadığı halde başköşeye geçip oturan melunlar, biri konuşurken lafa girip, ‘sözünü unutma mum yapıştır’ diyenler, yemek yenirken başkasının lokmasına bakanlar, başkasının önündeki yemeği kendi önüne çekenler, beş parmağını birden yahninin içine sokanlar…”

Yukarıdaki davranışların pek çoğu ile, mesela iş yerimizde yemek yerken karşılaşabiliyoruz öyle değil mi?

Bilmem nasıl söyleyeyim?

Şimdi de bir camideyiz, bakalım burada nelerle karşılaşacağız:

Cami ve mescitte özürsüz bağdaş kurup oturanlar ve kimseye yer vermeyenler, ileri giderken usulüyle geçmeyip eteğiyle oturan Müslümanlara çarpıp lodos kumu gibi geçenler, cami dolu olmasına rağmen ileri gidip cemaate eziyet edenler…

Beş vakti bir yana bırakalım, sadece cuma namazlarında camiye gidenler için yukarıdaki sahneler hiç de yabancı gelmeyecektir.

Yazarımızın eleştirilerinden kurutulamayan bir diğer konu, açık söylemek gerekirse, beni çok şaşırtmıştı ilk okuduğumda. Düpedüz randevusuna vaktinde gelmeyenleri ya da hiç gelmeyenleri yeriyordu: “Sana falan vakit gelirim, diyip gelmeyerek insanı intizara düşürenler ve filan vakit bana gel, diyip o vakitte yerinde bulunmayanlar…”

  • Benim dikkat çekmek istediğim son husus ise, sürekli felaket tellallığı yaparak ortalıkta dolaşan tiplerle alakalı. “Boşboğazı cehenneme atmışlar, odunum yaş demiş, kurusunu getirip yakmışlar” sözüne ne de güzel bir misal aşağıdaki bahis:

“Hasta hatırını sormaya gidip fazla oturan ve çok gevezelik eden, hastaya teselli değil, korku veren, daima ölülerden bahsedip kara haberler veren ve ağzını hayra açmayanlar…”

Yukarıda verilen örnekler, 18. yüzyıl İstanbul’unda yaşayan bir Osmanlı’nın kaleminden çıkma. Devrin adab-ı muaşeret kaidelerine ters düşen “acaib ve garaib” hâlleri bütün açıklığıyla acımasızca aktarıyor.

Acaba diyorum, günümüzde böyle bir “modern” Risale-i Garibe yazsak, bu metinde zikredilen hâllerden daha beter sahneler çıkar mı çıkmaz mı?

Hayati Develi, 18.yy İstanbul'a Dair Risale-i Garibe
Hayati Develi, 18.yy İstanbul'a Dair Risale-i Garibe

Malik Aksel, İstanbul terbiyesinden bahsettiği yazısını bitirirken bir hanımefendinin adresini başkalarına verirken ezilip büzüldüğünü söylüyor. Neden mi?

“Affedersiniz efendim, bilmem nasıl söyleyeyim? Söylemesi ayıp, Hergele Meydanı diyorlar, kusura bakmayın.”

Malik Aksel’in tasvir ettiği İstanbul’da yaşamıyoruz, bahsettiği hanımefendinin kemikleri toprağa karışmış olabilir. Ama o özenli dilin de onunla birlikte toprağa karışmış olmadığını ihsas ettiren örnekler hala aramızda yaşıyor. Normal günlük hayatın seyri esnasında değil, darbe girişimi gibi meş’um bir olay sırasında bile kendisini gösteren bir dil hem de. Hâl öyle bir lisandır, lisan öyle bir hâli tercüme edebilir ki hangi durum ve şart altında olursa olsun kendini dışa vurur.

15 Temmuz gecesi Ankara’da vatanı savunmak için evinden çıkan ve tankların üzerindeki darbecilerle karşılaşan .... Hanım’ın, küçük kafalı diye nitelediği, sonrasında yanlış anlaşılmasın diye gerçekten fiziksel olarak başının küçük olduğunu vurgulayarak tasrih ettiği ere komuta eden hainin cümlelerini “Çok afedersiniz, vursana len, dedi” diye aktarışında karşımıza çıkan lisan-ı hâl ve lisan-ı dil.

  • Meraklısı için notlar
  • • Seyahatname’deki “ayıplı” bölümler Prof. Dr. Robert Dankoff tarafından şu kitabın içindeki bir makalede incelenmiştir: Çağının Sıradışı Yazarı: Evliya Çelebi, haz. Nuran Tezcan, YKY: 2009
  • • Yukarıda bahsettiğimiz Risale-i Garibe, tam metin, el yazma nüshanın tıpkıbasımı, notlar ve açıklamalarla birlikte yayınlanmıştır: XVIII. Yüzyıl İstanbul Hayatına Dair Risale-i Garibe, haz. Hayati Develi, Kitabevi: 1998.