Öykülere düşen aşklar

Esasında gerçekleşen aşk denklemlerinin oturmuş düzeninde yaşanan sarsıntılardır. Eliyle konulmuş gibi bulunamaz olmuştur terk edilen...
Esasında gerçekleşen aşk denklemlerinin oturmuş düzeninde yaşanan sarsıntılardır. Eliyle konulmuş gibi bulunamaz olmuştur terk edilen...

Dünyanın en zorlu, kişiyi dönüştürürken kavileştiren ya da tersine, bir enkaza veya mecnuna döndüren tecrübelerden birisidir aşk acısı. Yüzyıllar binyıllara devrilir, çok şey değişir kültürde, aşk acısının uykuları kaçırtan azabı hafiflemek bilmez. Nerede eski aşklar, diye sorulur hep, zamanın tülünün oluşturduğu büyüdür en çok bunun sebebi.

Aşk bir olaysa, sürprizlerle doludur.
Aşk bir olaysa, sürprizlerle doludur.

Yazılı kültür kadar sözlü kültür de elbette bize daha çok erkeklerin bilincine işlendiği kadarıyla ulaştırır büyük aşkları. Sivas türküsü ‘‘Sarardım ben sarardım’’ istisnalardan biri: ‘‘Baş yastıkta göz yolda her görene sorardım…’’ diye söyleten kimdir? Daha özlü bir şekilde nasıl anlatılırdı? Bir yüzyıl içinde, gurbete gideni umarsız bekleyişler yerini bir tık ötede hızla yıpranan hislerin oluşturduğu tahammülsüzlüğe bıraktı.

Modernizmin aşka özgü -gizemle, mesafeyle, mahremiyetle alakalı- büyüyü çoktan parçaladığını Anthony Giddens 80’lerde Mahremiyetin Dönüşümü’nde anlatmıştı. Yirmi yıl kadar önce ise -1966’da- Iris Murdoch, kaybolmakta olan gizeme özlemi konu etmişti, Melekler Zamanı’nda. Leo, romanın kahramanı genç adam, kendisini koruma ve arıtma konusunda bir sorumluluk hissetmediği hâlde, hiç bir kirin ve kötülüğün bulaşmadığı, yüzünü sadece kendisinin görebileceği korunmuşlukta bir genç kızı düşlemeye başlamıştır.

Modern hayata bağlı bir büyü bozumu ile kadınların kamusal hayata dahil olması arasında bağ kurulur kolayca. Esasında gerçekleşen aşk denklemlerinin oturmuş düzeninde yaşanan sarsıntılardır. Eliyle konulmuş gibi bulunamaz olmuştur terk edilen. Bugün yerkürenin hemen her köşesinde aşka dair yaklaşımlar çok daha temkinli, güvensiz; bir tarafta romantizm arayışı da sürdüğü hâlde. Kadınlar gibi erkekler de konu aşk olduğunda kayıt ve şartlarla hareket ediyorlar. Bu süreci hazırlayan ilk sebep kadınların kamusal hayatta çeşitli roller üstlenmesi oldu. ‘‘Kadınların ev dışında çalışması’’ demiyorum, çünkü kendi evi dışında çalışan emekçi kadınlar her zaman vardı. Ancak daha farklı olarak artık sesin sözün, kelimelerin resmiyetle onanırken yeni bir güç (iktidar) kazandığı bir alanda, bir meslek kisvesiyle konum ediniyorlar.

Dijital teknoloji ve sosyal medya tuz biber ekti bu benlikleri hazırlıksız yakalayan geçiş sancılarına. Mahremiyet böylelikle yeniden tanımlanırken buna hiç de hazır olmayan erkekler, Leo misali bir büyü bozumundan şikayete başladı. Melekler Zamanı’ndan bir elli yıl geçtikten sonra, şimdilerde, kimi genç kızların sosyal medyada anneleri gibi kamusal ideallerin peşine düşmektense anneanneleri gibi evinin kadını olmayı yeğlediklerini gösteren cümleleri çıkıyor karşımıza.

Yine de yaygın tavır -şüphesiz yeni bir kavrayış yerleşinceye kadar- sürecek olan ihtiyat. Güven kaybı değil sadece, mevcut düzenini yitirme kaygısı da tarafların ihtiyat duvarını yükseltmesi sonucunu doğuruyor. Tek tek bireyler, gururları kadar konforlarını korumak için de algılarını nasırlaştırma yolunu tutuyorlar. Aşka kapatılan hisler başka açılardan da körelmezmiş gibi… Jane Austin ve Halide Edip romanları, Kiyarüstemi’nin Şirin filmi gibi nice eserde bir taraftan yaşanmakta olan tasvir edilirken umutsuzluktan sakındıracak parlak bir ufka da yer verilir. Şüphesiz bir geçiş dönemine has sancılı tecrübeler bunlar ve aşk olayı buradan da bir çıkış yolu bulacak.

Böylesine hızla yaşanıp derin hasarlar bırakan sürecin aşka dair kabuller üzerine etkisi genç kadın öykücülerin metinlerine nasıl yansıyor acaba?

Nermin Tenekeci, Gülmedi Bahtım Yine.
Nermin Tenekeci, Gülmedi Bahtım Yine.

Nermin Tenekeci’nin Mart ayında yayımlanan üçüncü öykü kitabı Gülmedi Bahtım Yine’de, aşk ve evlilik ilişkilerinde baş gösteren yeni problemleri yansıtan birçok olay ve durum çıkıyor karşımıza.

Tenekeci bu kitabında, ilk öykü kitaplarına göre bir hayli yalın ve çevik bir dil kullanıyor. Öykülerin birçoğunda çift ilişkilerine has kadim problem ve açmazlar birlikte işleniyor çağa özgü handikaplar. Kavuşmalar eskisi kadar çileli değil âşıklar için. Uzak diyarlardaki maşuk ise ne müstesnadır ne de ulaşılmaz.

‘’Kâinat’’ öyküsünde misal, Kerim, ‘‘Etrafındakilerce iyi bir eş, müşfik bir baba, geçimli bir insan, işinde gücünde bir adam’’ diye bilinse de ölümünün hemen ardından Bişkek’te sır gibi sakladığı ikinci bir ailesi olduğunu öğreniyor, kendini birdenbire ‘‘bir muamma denizinin ortasında bırakılmış’’ bulan karısı... Okulda ve mahallede, neredeyse çocukluktan beri süren bir arkadaşlığın süreğinde gerçekleşen evliliğin tamlığı, kadının zihninin bir inşasından mı ibaretmiş… Peki bunda ne var diye soracaksınız; elli, yüz, bin yıl önce de sayısız defa kadınları boğulma hissine gark etmiş bir ihanet örneği değil midir açığa çıkan…

Öyle değil işte… Bu defaki örneği farklılaştıran, ilk eşte bıraktığı etkidir: ‘‘Demek ki hayatı boyunca hiç gidememiş bir kadın ile hiç kalamamış bir adamın öyküsüydü bizimkisi; kalpte ağır bir sızı…’’Akış, o sarsıntı içinde bir de hiç bilmediği kuması Kainat’a yüce gönüllü davranma sınavına sokuyor anlatıcımızı. Kerim aradan çekildiği için olmalı, onun merhametine muhtaç (ve hiç de cazip bir kadın gibi görünmeyen) kumasına öfke ve nefretle yaklaşmıyor.

Aynı kitapta yer alan Dresuar isimli öykünün anlatıcısı, birbirinden pek çok açıdan farklı karakterlere sahip iki kız kardeşten bekar olanıdır. İki kardeşin hayata bakış ve duyuşları arasındaki ayrılık, aile yadigarı eşyalara yaklaşımlarına yansır: ‘‘… ekmek almaya çıktığında bile yanında yöresindeki mağazalara uğramadan içi rahat etmeyen’’ ablaya karşılık anlatıcımız kendisini, ‘‘bir de üşengeçliğinden evlenmeye bile yanaşmayan’’ biri olarak tasvir eder.

Aşkın büyüsü dağılırken, taraflar asıl kişiliklerini en çok mal mülk paylaşımında gösterirler.
Aşkın büyüsü dağılırken, taraflar asıl kişiliklerini en çok mal mülk paylaşımında gösterirler.

Gülmedi Bahtım Yine’de sadece aşk yüzünden çekilen acılar, yaşanan hayal kırıklıkları yok. Ancak hemen hep bir tutkuya bağlı olup olmamaya ilişkin imtihanlarla ilintili olay ve durumlar. Öyle ki, eserin bütünü, okudukça, aşk ve evliliğe bağlı dramları da içine alan geniş bir açıklama gibi geliyor.

İçinde bulunduğumuz dönem, erkekler için hemen her zaman olduğuna benzer şekilde genç kadın kuşakları için de ezber edilmişin dışında bir kavrayış ve çaba talebiyle çalkanırken bambaşka keşif imkan ve ihtimallerini de çoğaltıyor. Dünyanın her tarafında binbir türlü Yusuf var ve Cibaliye Mülteci Kampı’ndaki bombardımandan sonra adı hiç anılmayan Yusuf’u tanıma yolculuğu, nasıl da yüksek bir asalet, derin bir tutku gerektiriyor…

‘‘Şu filmlerde gördüğümüz, hani, kucaktaki kitapların yerlere dağılmasına yol açan çarpışmalar neden benim de başıma gelmez?’’ Birkaç yıl önce evlilik arayışı içindeki genç bir akademisyenden duymuştum bu soruyu.

Merve Uygun’un ilk öykü kitabı Taşıyacak Bizi Rüzgâr’da yer alan In The Mood For Love öyküsünde işte bu çarpışma ironik bir şekilde birkaç kez yaşanıyor. Aynı başlığı taşıdığı Çin yapımı (2001) filme göndermelerle akıp giden metin, gerçekliğin sanal imgelerin nasıl da gerisine düştüğünü incelikli bağlarla serimliyor.

Edilgen, sinsi, kaypak, bazen de safça… Kahramanımız fizikçi, vegan ve Kilimanjora’ya tırmanma ihtimali olan kişi olarak hayal etmektedir kendini, yanında platonik aşkla bağlı olduğu komşusu Miray. Gelgelelim zamanla, akademide fizik alanında tutunma hayaliyle birlikte sabah 9 akşam 5 düzenine yönelik umutlarını da yitirip, göz yaşlarıyla ıslattığı telefon ekranında Miray’ın Instagram sayfasına bakıp duran çilekli tart oburu biri hâline gelir.

İroni bu ya, öykümüzün başlığının göndermede bulunduğu filmdeki çarpışmanın bir benzerini kahramanımız, daha sonra Miray’ın çalıştığı kuaförün kapısında da rastlayacağı fizikçi bir genç adamla yaşar öykünün girişinde. Bir başka çarpışma ise çilekli tart siparişleri yetiştirmek için koşuşturduğu sırada yürüyen merdivenlerde başına gelir. Çarptığı kişi çilekli tart dolu poşetleri alıp kaçmıştır. Bu çarpışmayı takiben iflah olmaz bir Apple bağımlısına dönüşecektir.

Miray’a ulaşamamak nelere mal olmuştur öyle! Anlatıcı bir zaman sonra Whatsapp’ta kendini -görüntülü aramanın mümkün olmadığı bir kurumda çalışan- zengin bir Amerikalı cerrah olarak tanıtır. Peki sonra? ‘‘Görevi bırakıp Türkiye’ye gelebilmek için Türk vatandaşı birinden çeşitli evraklar ve bir miktar para istenmesi oldukça doğaldır ve ödediği kısmı borç kabul ediyorumdur.’’

Konu aşk oldu mu, yanılmaya hazır ne çok saf insan dolaşır sosyal mecralarda… Anlatıcı (Kemal), yanılmaya hazır kadınlara sanal bir hizmet (hatta bir psikolog kavrayışı) sunarken içine gömüldüğü yalnızlığın bir bedeli sayar para taleplerini: ‘‘(Onlara) Kalbimi açıyorum. Sevgilerine karşılık sahte de olsa bir sevgi gösteriyorum.’’ Gerçi vicdanı büsbütün körelmiş de değildir. Yapıp ettiklerine kılıf uyduramaz hâle gelir bir gün. Bu öykü bize neyi anlatıyor son tahlilde? Aşkı için gerçek bir mücadeleye girişmeye cesareti olmayan kahramanımızın şansı yaver gider yine de… Bir gün, gerçek hesaplarıyla Amerikalı hesaplarını birbirine karıştırma hatasına düşer. Gerçek adıyla Instagram’da paylaştığı New York fotoğrafları ve iyi İngilizcesi, iki adım ötesinde yaşayan Miray’ın dikkatini çekecektir neyse ki...

‘‘Şu filmlerde gördüğümüz, hani, kucaktaki kitapların yerlere dağılmasına yol açan çarpışmalar neden benim de başıma gelmez?’’
‘‘Şu filmlerde gördüğümüz, hani, kucaktaki kitapların yerlere dağılmasına yol açan çarpışmalar neden benim de başıma gelmez?’’

Aşkın büyüsü dağılırken, taraflar asıl kişiliklerini en çok mal mülk paylaşımında gösterirler. İlay Bilgili’nin ilk öykü kitabı Talan (2019)’da yer alan ‘‘Sonu’’ öyküsünün kahramanından duyarız, bir boşanma sürecinde akla düşen en ağır sorulardan birini: ‘‘Tuhaf, oyunun başlarında nasıl geçtiğini anlamadığım saatler mi bunlar?’’ Eski koca, ‘‘Araba benim,’’ diye vurgular, ‘‘onu ayrı tut.’’ Sona da ‘‘Suratındaki donuk ifadeyle onu daha iri yarı gösteren montuno giyer, arkasına bakmadan geçip gider.’’ Hiç kullanılmadan eşyalanacak paketlerle baş başa kalır kadın. İmgeler, anılar, muhasebe sebepleri… Hayranlıkla süzülen sima ne vakit ‘‘güce tapınan bir eğreti gururla’’ kaplı bir duvara dönüşmüştür?

  • Aşk bir yandan gizemle ilgili olsa da, hele ki kadınlar için, saklı tek bir söz kalmamışcasına benliğini ortalığa saçmaya götürür. Erkekler ise kendini olduğu gibi ortaya koymamayı bir varlık değeri ve ölçüsü olarak öğrenmişlerdir çoktan. Ola ki ketum hâlleri daha bir âşık olunmaya değer kılmıştır onları bir süreliğine.

Niye bitti aşk? Önce kim yoruldu, kim vazgeçti? ‘‘Bir asker değildim, bir suskun, bir dilsizdim.’’ Hoş bazen en ağır protestolar suskunlukla gerçekleşir. Veda sürecindeki sözcükler ise çoğu zaman, ‘‘Vazgeçemez miyiz?’’ sorusuna yönelik kurulur. Kadın, ‘‘Bir daha seveceksin. Hem bizimki gibi bozuk olmayacak bu kez.’’ dediğinde, adamın suskunluğunun, üzüntüsünün, düşüncesinin kendisiyle ilgili olmadığını hissetmektedir.

Biri sevgisinin istismar edildiğini fark edip uzaklaşırken diğeri artık sevilmediği hissiyle ondan nefret etmeye başlamıştır. Anlaşılan ayrılmayı isteyen kadındır; ev erkeğin, ödemediği kirası da kadınındır. Nasıl da huzurlu bir evdir oysa, kurulu düzeniyle… Hay Allah… ‘‘Hani beni çok seviyordun?’’ diye soran erkek, esasında ‘‘sevilmeyi seviyordur.’’ Kim akıl verdiyse, her şeyin ikiye bölünmesini talep etmektedir şimdi. Mikrodalga nasıl ikiye bölünür?

İkiye bölünemeyenler de onundur. ‘‘Ben hariç.’’

Aşk bittiğinde -bir taraf için bittiğinde- tahammüle güç yetirememe sebeplerine göre yeniden, başka bir şekilde canlanmıyor. Bir bakıma aşk ilk aşkın, dünyevi sorumluluklardan bağımsız ergen aşkının his ve imgeleriyle doğduğu nispette, işte öyle yaşasın diye de ergenlikten uzak bir bilinçle korunmadığı ölçüde eriyip tükeniyor.

Büşra Çelik, Düşlerimde Elma Kokusu.
Büşra Çelik, Düşlerimde Elma Kokusu.

‘‘Doyurmayan Toprak,’’ Büşra Çelik’in Düşlerimde Elma Kokusu (2023) isimli ilk öykü kitabında yer alıyor. Bu öyküde taşranın, toprağa bağlı yaşayan insanların yüreğine uzanıyor yazarın kalemi. Yoksulluğu yüzünden sevdiğine kavuşamayan çoban Bekir, bahtına küsmez. Gürcü bir kızla evlenip evlat sahibi olur. Oğlu Numan’ın tahsilini sürdürmesini ise ‘‘İnsanı kitap değil toprak doyurur.’’ diyerek engeller. Numan ise babasının hayat felsefesine geliştirdiği bir tepkiyle yetişir. O ölüp gittikten sonra, iki göz odasını yıkarak yerine tek göz oda yapar. Yine de, çocukluğunda okulda üzerine yapışan ‘‘yaban’’ sıfatının cenderesine mahkum edilmiştir sanki. Sınıf arkadaşları evinde pişirdiği yemeği yemezler. Namaz kıldığı hâlde Cumaya davet edilmez. Oysa, yaşadığı topraklara yönelik bir hayali olmadığı hâlde, içinde yaşadığı halka benzeme çabası içindedir. Kim darda ise koşar. Kasaba ile il merkezi arasında kırmızı bir dolmuş işletir. Pek muhabbet ehli olamasa da gün gelir yabanlığı atar sırtından.

Derken, kimsiz kimsesiz, toprakla bir bağı da olmamış adliye katibi Zehra, yıllarca yüreğinde büyüttüğü bir boşlukla çıkar gelir kasabaya. Albenili bir kız değilse de tutulur ona Numan. Gelin görün ki kendinde sevilmeye dair bir hak görmeyişi, Zehra’yı bir sessizliğe hapsetmiştir.

İşte, Zehra uzaklara gitmek üzere elinde bavulla dolmuşa biner. Numan’ın yanında onun için ayırdığı koltuğa oturur. Tutunamama algısını kıracak tek tutamağı olabilirdi Numan ama ne o fark eder bunu ne de Numan ifade etmeyi dener. Doğrusu şu ki bir yere ait olma zorunluluğuna da, bir yerin ona ait olması zorunluluğuna da yatkınlaşmamıştır benliği genç kızın, öyle yetişmiştir. Hikâyesizleşmeye götüren böyle bir yaşantıda, başkalarının hikâyeleri de tanınmaz, fark edilmez. Numan’ı gerçekten görememektedir Zehra. Numan da radyodan yükselecek türkülere söyletir derdini. Hem de, yanlış anlaşılma olmasın diye ‘’bacım’’ diye seslenerek, yaşadığı toprağın gönlün ferman dinlemesine izin vermeyen iklimine dair analizlere girişir. Gürcü anasına kondurulan ‘‘yaban’’ sıfatına gönderir ukdelerini.

Bu ağır ukdeler ise Zehra için kem küm ettiren, gizlenememiş bir şaşkınlığa karşılık gelir: ‘’A bilmiyordum, olsun abi ne olacak?’’ Gün saydığı yerden gidiyordur ya… Kim onu kınayabilir? ‘‘Memleketsiz, ekmeksiz bir kız’’dır işte… Numan da, ‘‘Olsun tabii ne olacak biz de insanız değil mi?’’ deyip güler. Nasıl da çok katmanlı bir algılamama çabası, bir söyleyememe hâli… Babasının hayat şiarını sorgulayıp durur, onu otogara bırakıp da dönerken, Numan: ‘‘Toprak doyurmuyor be babam, doyurmuyor.’’ Aşk dile gelmeden Kerem olunmuyor, tek başına bir aşk efsanesi doğurulmuyor.

Takva, âşık kızı ikonalaştırıp bir çerçeveye hapsetme etkisi mi oluşturuyor sevilende… Emine Batar’ın 2021 basımı Karanlık Rüzgâr kitabında yer alan ilk öyküsü ‘’Elif’’, konumuz bağlamında bize çok şey söylüyor.

Tesettürlü öğrenci Elif, Kışla Caddesi’nden geçerken bu caddede bir zamanlar birlikte yürüdüğü, yanında ‘‘başkası olması gerekmeyecek ölçüde’’ kendini rahat hissettiği Süleyman’la uzaklaşma sebeplerini sorguluyor. Gerçi onunla ilgili soruların zihnini kemirip durmasından rahatsızdır. Niye kurtulamıyor ki? İkna odaları dönemidir. Bir odaya çağrılmayı bekliyor Elif, başörtülü öğrencilere hep tiksinerek bakan bir hoca da orada olacaktır. Nasıl da dürüstlükten uzak biridir güya sevecen hâlleriyle, bunu düşünür. İnce ve zarifken aynı zamanda nasıl da kabadır, tiksintisini apaçık belli ederken! Yalnızca başörtüsüne değil dört yıldır giyilen eski eteğe de saçılır kötücül bakışı.

Diğer taraftan, peki, Süleyman yanında, yakınındayken, niye uzaklaşmasına sesini çıkaramamıştır Elif? Yedi yıl boyunca, bir tel örgünün gerisindedir sanki ona karşı, Allah görüyor diye. Tel örgüyü aşmasına izin vermediği için mi kaybetmiştir onu…

Erkeğin aşktaki ısrarına takvanın sınırlarıyla yaşayan Elif değil de arıza çıkarmaya yatkın, sıkış tıkış ekran imgeleriyle bezeli uçuk kaçık biri mi karşılık geliyor? Böyle de değil. Aşk bir olaysa, sürprizlerle doludur. Öyküdeki olayların 90’ların sonunda yaşandığı hatırlanmalı.

Batar’ın bu yıl içinde yayımlanan yeni öykü kitabı (ki kimisi roman gibi okuyabilir pekâlâ) Uzakların Yankısı’nda yer alan ‘‘Yakından Bakmak Uzağa’’ isimli metinde de bütün öykülerin kahramanı ve anlatıcısı İbrahim’in platonik aşkını üç katmanda okuruz: Yazarın üçüncü şahısla öyküleştirdiği, öyküdeki durumun İbrahim tarafından doğrudan anlatıldığı ve nihayet -aslında yazardan başkası olmayan- anlatıcının durumu açmak üzere yeniden konuştuğu katmanlar. Şehrin kalabalığı içinde apansız beliren sevdiceği, şehrin istediği gibi görünüp davranmaktadır nasılsa, ne çabuk… Ona mektupları uzatırken yüzü kızaran kızdan ne kadar da farklı bir şekilde yenidir her şeyiyle… Öyle ki, onu bir daha göremeyeceğini hemen kavramıştır.

  • Kadın yazarın kaleminde erkek kahramanın aşkı, kadın kahramanınki kadar masumdur bu noktaya kadar. Fakat demek ki ‘‘oldukça güçlü’’dür şehir. Anlatı, katmanları ve kıvrımlarıyla, bunu da fark etmeye çağırır: Kim nereye kadar kendisi olarak kalabilir ve bir de, konu aşk olduğunda kendilik asla değişmeyen bir zemin olabilir mi?