Öykünün hicvi

Edebiyatın büyüsü, söylediğinden çok daha fazlasını kalbimize ulaştırmasında.
Edebiyatın büyüsü, söylediğinden çok daha fazlasını kalbimize ulaştırmasında.

Öyküde, Yahya Kemal’i temsil eden bir şair, akşam tam sofraya oturacağı sırada, hizmetçisinden bir “propaganda risalesi” alır. Türkçü gençler tarafından evlere dağıtılan bu risalede, Türklerin yerli Yunanlıların ticarethanelerinden alışveriş yapmamaları istenmekte, çünkü bu ticaretin kârının Yunanistan’ın Osmanlıya karşı silahlanmasında kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Hâlbuki öykümüzdeki şair, Yunan edebiyatını Türkçede canlandırmaya çalışan biridir ve bu ‘boykot’ çağrısına çok sinirlenir.

Edebiyatın büyüsü, söylediğinden çok daha fazlasını kalbimize ulaştırmasında. Hicvin gücü, eleştirmekten öte, dokunmasında, acıtmasında, hırpalamasında ve sarsmasında. Öykünün gücü, birkaç cümleyle hedefine ulaşmasında, acıyı derimizde hissettirmesinde...

Neyzen Tevfik
Neyzen Tevfik

Eleştiri başka, hiciv başka. Eleştiri, eleştirdiğine bir değer katıyor. Eleştirdiğini sayıyor. Onunla aynı seviyede olduğunu düşünüyor. Eleştirdiğini önemsiyor, onu benimsiyor. Hiciv ise hicvettiğini hırpalıyor, örseliyor, acıtıyor, gururunu incitiyor. Bu kadar keskin yazılmamış bir hicivde bile, en azından bıyık altından gülen bir bakış var. İncitmeye meyyal. Hiciv adeta şiirle bütünleşmiş bir tür gibi duruyor. Şiirle kotarılan, ancak şiirle kotarılan bir tür gibi. Oysa modern edebiyatın farklı türlerinde de hicvin izini sürmek mümkün. Modern edebiyat, içinde barındırdığı eleştiri özüyle biraz da ‘modern edebiyat’ oluyor. İçinde bir eleştiri tavrı barındırmayan bir öykü, bir roman bulmak neredeyse imkânsız. Ama bizim bu yazıdaki derdimiz, Türk öyküsünde eleştirel tavrın izini sürmek değil. Zira bu, ciltler dolusu araştırmaların konusu olabilir ancak.

  • Peki ya hicveden öyküler? Isıran, acıtan, kanatan, sarsan, hırpalayan, ‘iflas ettiren’ öyküler? Bu kadar keskin olmasa da, an azından incitici bir bakış fırlatan, anlattığı kişinin gururunu kıracak bir sırıtış, bir çimdik, bir küçümseme, bir aşağılama yollayan öyküler? Bunları ağır azam eleştirilerden ayırmak, eleştirinin değil hicvin kompartımanlarına almak lazım.

“Boykotaj düşmanı”

Nefi’nin, Şair Eşref’in, Neyzen Tevfik’in, Halil Nihat’ın yani klasik şairlerimizin nasıl hicvettiklerini biliyoruz. Peki ama 19. asrın sonlarında filizlenmeye başlayan ve bugünlere kadar uzanan Türk öyküsü nasıl hicvediyor? Bu soruyu kendime sorduğumda aklıma gelen ilk öykü, Ömer Seyfettin’in “Boykotaj Düşmanı” oldu. Ömer Seyfettin, bu öyküsünde karşısına Yahya Kemal’i alır. Yahya Kemal, Fransa’dan henüz geldiği günlerde, tıpkı Fransız şiirinde olduğu gibi, klasik bir beslenme alanı bulup o alandan yararlanarak yeni bir şiir yaratılabileceğini düşünmektedir.

Yahya Kemal
Yahya Kemal

Türklerin de uzun zamandır Akdeniz medeniyeti içinde yer aldıklarını düşünerek, Eski Yunan medeniyetinin edebi metinlerinden faydalanarak saf bir şiir ortaya koymayı planlar. Bu düşünceyi geliştirmeye ve edebiyatımızda benimsetmeye çalıştığı dönemlerde, tam da aksi bir edebiyat anlayışının bayraktarlığını yapan, daha birkaç sene evvel “Yeni Lisan” makalesini yayımlamış olan Ömer Seyfettin’le ‘karşı karşıya’ gelirler. Yahya Kemal farklı ortamlarda Ömer Seyfettin’in aleyhinde bulunmaktadır. Bunun üzerine Ömer Seyfettin önce “Aleyhimde -ama şifahi- bir cereyan var. …Bu cereyanın reisi Yahya Kemal… Fakat Hüda fırsat verirse… onu öyle bir iflas ettireceğim ki…” demiş, ardından da 30 Mayıs 1914 tarihli Tanin’de “Boykotaj Düşmanı” adlı öyküsünü yayımlamıştır.

Öyküde, Yahya Kemal’i temsil eden bir şair, akşam tam sofraya oturacağı sırada, hizmetçisinden bir “propaganda risalesi” alır. Türkçü gençler tarafından evlere dağıtılan bu risalede, Türklerin yerli Yunanlıların ticarethanelerinden alışveriş yapmamaları istenmekte, çünkü bu ticaretin kârının Yunanistan’ın Osmanlıya karşı silahlanmasında kullanıldığına dikkat çekilmektedir. Hâlbuki öykümüzdeki şair, Yunan edebiyatını Türkçede canlandırmaya çalışan biridir ve bu ‘boykot’ çağrısına çok sinirlenir. Derhal karakola giderek bu çağrıyı yapanların cani olduklarını söyler. Ancak onunla aynı görüşte olmayan komiser karakoldan şairimizi kovar.

Büyük bir üzüntü içinde karakoldan ayrılan Mahmut Yesri, iç dünyasında komisere ve onun gibi düşünenlere feveran etmekte, bu zihniyeti bir felaket olarak görmektedir.

“Medeniyet, insaniyet, edebiyat, ilim, felsefe ve fen, Yunan ve Rum muhabbetinden başka bir şey miydi? Dünyada bu milletten asil, bu milletten necip, bu milletten kibar bir millet daha var mıydı? …Varlık, saadet, şiir, musiki, zevk… her şey, her şey Yunan’ın, Yunanlığın idi. Bunu inkar etmek barbarlıktı.” “Türklük kabalık demekti, Yunanlık ise incelik…” Böyle düşünen Mahmut Yesri, Turan, Türklük gibi laflar çıkaran kişilerin “kafalarını bir nar tanesi gibi ezivermek” isteğini duyar.

O dönemde, özellikle Milli Edebiyatçılarla daha kozmopolit bir edebiyat anlayışını savunanların varlığı ve aralarında çeşitli polemiklerin olduğu bir gerçekse de, söylemeye gerek yok, öyküde çizilen kozmopolit şair tipi son derece abartılıdır. Ancak ‘hiciv’ tam da böylesi bir abartı ile mümkün olur. Öyküde karikatürize edilen şair, hep öfkeli, kendine hakim olamayan, aşırı hal ve hareketler sergileyen, en önemlisi de kabul edilmesi imkansız düşüncelere sahip olan ‘ekstrem’ bir tiptir. Ömer Seyfettin, Yahya Kemal’e duyduğu büyük öfkeyi hemen her anlamda bir abartıya giderek metne dökmüş, onu gülünç ve aşağılık göstermek için her yolu denemiş gibidir. Öyküyü, eleştiriden hicve taşıyan ve şahsileştiren sebep de budur.

Üstadla konuştum

Tarık Buğra’nın “Üstadla Konuştum” adlı öyküsünde ise bu defa bir eleştirmen hicvedilir. Buğra’nın özellikle kimi eleştirdiği veya somut bir hedefinin olup olmadığını bilmiyorsak da, öykünün hemen bütün satırlarında, bir gazetede muhabirlik yapan ama patronundan hoşlanmayan bir genç gazetecinin basın ve edebiyat dünyasına karşı beslediği büyük nefret alaylı bir tonla verilir.

Tarık Buğra
Tarık Buğra

Eğer yazar-merkezli bir çözümleme yapmaya ve haddimizi biraz olsun aşmaya kalkışırsak, Tarık Buğra’nın Akşehir’de bir ağır ceza reisinin oğlu iken İstanbul’a gelişi ve orada bir türlü tutunamayışının, ilerleyen yaşına rağmen, bir baltaya sap olamayışının yazarda yarattığı hıncın, öfkenin, içerlemenin doğal bir sonucu olarak “Üstadla Konuştum” adlı öyküyü yazdığını söyleyebiliriz. Nitekim Tarık Buğra “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” öyküsünde, ertesi sabah gazete düzeltmenliği görevi için görüşmeye gideceğinden dolayı bir türlü uyuyamayan ve sabah bu işi kendisine layık görmediği için acı duyan bir genç gazetecinin ‘içlenişini’ anlatmıştır. Zira gencin büyük hayalleri vardır. Ama ola ola gazete düzeltmeni olacaktır. İşte “Üstadla Konuştum” öyküsündeki hıncın arkasında, hayatta aradığını bulamamış, olması gerektiği yerde olamamış yazarın, ‘kahırlı’ duyguları söz konusudur. Eleştirmen, ulaştığı şöhreti hak etmemiştir. Genç gazeteci ise eleştirmenin her sözünün zıddını söyleyerek kendisine verilen değere layık olmadığını ona hissettirmek ister ve nüfuz sahibi eleştirmen gazete patronunu durumdan haberdar edince ertesi gün işten atılır. Ne basın ne de edebiyat dünyasında, hiçbir şey liyakate göre yapılmamaktadır. Tarık Buğra, bu mesajı, eleştirmeni karikatürize ederek, onu gülünçleştirerek vermeye çalışır.

Kentsel dönüşüm geldi

Köksal Alver’in bir öyküsünde ise, Türkiye’deki mevcut şehirleşme yöntem ve biçimleri hicvedilir. Öykü bir yorum yapmamızı gerektirmeyecek kadar açık bir biçimde hedefini bulur. Bunun sebebi, meşhur bir çocuk tekerlemesinin böylesine önemli bir sosyal meselenin sunuluşunda kullanılmasıdır. Bu terslik, elbette ki ‘tersinmece’yi, ironiyi oluşturur. Öykünün tamamını buraya alıyoruz:

Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin

“Komşu, komşu! -Hu, hu! -Kentsel dönüşüm geldi mi? -Geldi. -Ne getirdi? -Villalar, güvenlikli siteler, residanslar, fitness centerlar, göletler, parklar. -Başka, başka? -Statüler, etiketler, kibirler, hasetler, uzaklıklar. -Kime, kime? -Sana, bana, uygun olan herkese, yeni yaşama heves edenlere. -Başka kime? -Ak akçeliye, dolu keseliye, mirasyediye, kara kediye. -Ne götürdü? -Eskileri, konu-komşuyu, hatıraları, yıllanmış kederleri, ihtiyarları. -Nereye? -Uzaklara, kenarlara, kuytulara. -Peki yoksullar nerede? -TOKİ kuyruklarında, umut kapılarında. -TOKİ nerede? -Kentin gözbebeğinde, altında, üstünde. Gözünü kestirdiği her yerde. -Kent nerede? -Rant kaptı. -Rant nerede? -Küresel sermaye içti. -Küresel sermaye nerede? -Dağda, kırda, ovada, hazine arazilerinde, ormanlarda, mahallede. -Dağ nerede? -Yandı, bitti, kül oldu.”

Hicivle öykü birleşince maksat tamam oluyor. Söz de…