Parmaklarımızın ucundaki Kafdağı

Masal da masalmış ha  Bana mısın demedi bu kadar yüke Bir iki sallandı durdu  Adam ha babam anlatıp duruyordu.
Masal da masalmış ha Bana mısın demedi bu kadar yüke Bir iki sallandı durdu Adam ha babam anlatıp duruyordu.

Gündelik hayatında bunca yapay tatlandırıcı kullanan gamer, bir suçlu simulakrıdır aslında. Üstelik Oğuz Atay’dan ilhamla “Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan ama kılına zarar gelsin istemiyor” kıvamında vicdan azabı çekmek, yakalanmak gibi korkularından kurtulmuştur.

Bir kış vakti, sobanın sıcağı, kestanenin kokusu ve bir de başını dizlerine koyduğunuz annenizin masal anlatan sesi, sanki saçınızın her teli gümüş tellerle örülüyormuş gibi değer ya hani ruhunuza… Siz annenizin sesinden canlanan, pusların ardında güreşen devleri, neşeyle kıkırdayan peri kızlarını, kahramanlıktan kahramanlığa kavuşan beyaz atlı prensleri geçmişte yaşadı sanırsınız… Sanırsınız da daha o yaşta o masal günlerin özlemi burun direğinizi sızlatır… Miş’ler ve muş’lar ile masalın içinde kayboluverirsiniz… Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…

Bir kış vakti, sobanın sıcağı, kestanenin kokusu ve bir de başını dizlerine koyduğunuz annenizin masal anlatan sesi, sanki saçınızın her teli gümüş tellerle örülüyormuş gibi değer ya hani ruhunuza…
Bir kış vakti, sobanın sıcağı, kestanenin kokusu ve bir de başını dizlerine koyduğunuz annenizin masal anlatan sesi, sanki saçınızın her teli gümüş tellerle örülüyormuş gibi değer ya hani ruhunuza…

Siz aslında miş’li geçmiş zamana sarmalanarak devlerle savaştığınızı, kötü kalpli üvey annenin şatosundan beyaz atlı prens tarafından kurtarıldığınızı sanırken; annenizin anlattığı masalın günümüz sinemasında sıkça kullanılan “flash forward” (ileriye atlama) tekniğinin ilk nüvesi olduğunun farkında değilsinizdir… Yok, hayır! Masalları karıştırmadım… Zamanın zaman içinde, develerin gerçekten deve, pirelerin gerçekten pire olduğu ve analarımızın bizim beşiğimizi salladığı günlerde anlatılan; üç gözlü devlerin, kartal başlı kahramanların, üvey annesinin zulmünden kurtarılmayı bekleyen prenseslerin, Kafdağı’nın ardındaki ülkenin masalı, bugünü anlatıyor olabilir miydi?… Kafdağı hiç de öyle ötenin ötesinde değildi belki… Ne ki hiçbirimiz o zamanlar bunu bilmiyorduk…

  • Kafdağı nerede o hâlde diye soruyorsunuzdur içinizden. Dedim ya Kafdağı çok da uzak değil bize, yalnızca “parmaklarımızın ucunda”... Nasıl mı? Gelin bir masal dinleyelim birlikte. Parmaklarımızın ucundaki Kafdağı’nın masalını… Hem sobamız yok belki ama sıcacık adaçayımız, ıhlamurumuz hatta Zahter çayımız bile var. O hâlde yaklaşın şöyle… Işıkları da karartalım biraz… Şimdi hazırız… Dinle(n)meye…

Kafdağı’nın ardındaki Katharsis

Bir zamanlar var iken, Bir zamanlar yok iken, Dağ bir fare doğurmuş, Kanatlanmış uçmaya, Denizdeki balıklar, Kayık tutmuş kaçmaya. Ak mescidin minaresi, Eğilmiş su içmeye. Bir balık kavağa çıkmış, Söğüt dalı biçmeye. Develer saraya girmiş, Hörgücünü ölçmeye. Bir kantar akıl ister, Şu masalı seçmeye…

Bir zamanlar var iken, Bir zamanlar yok iken, Dağ bir fare doğurmuş, Kanatlanmış uçmaya, Denizdeki balıklar, Kayık tutmuş kaçmaya.
Bir zamanlar var iken, Bir zamanlar yok iken, Dağ bir fare doğurmuş, Kanatlanmış uçmaya, Denizdeki balıklar, Kayık tutmuş kaçmaya.

Kafdağı’nın ardında bir ülkede sihirdarlar yaşarmış… Bu sihirdarlar ne akmış ne kara, ne iyiymiş ne kötü… Kadınından erkeğine, çocuğundan yaşlısına herkesin sihirli bir gücü, bir yeteneği varmış… Onları diğerinden ayırt eden silahları, türlü darbelere karşı koruyacak sağlam zırhları, dağları yerinden oynatacak kadar güçlü kasları ve peşlerinden bir orduyu sürükleyecek kadar etkili karizmaları varmış… Üstelik ne ak ne kara, ne iyi ne kötü olan bu sihirdarlar, iki grup hâlinde birbirileriyle durmaksızın savaşırlarmış…

Mış… Anlatınca sahiden masal gibi oluyor değil mi, belki sıkıldınız ve uykunuz geldi… Hatta belki çoktan uyudunuz… Bu anlattığım aslında bugün Türkiye’de en çok oynanan online oyunlardan birinin “masalıydı”… Bugün masal dinle(ye)meyen çocuklar, Kafdağı’na giriş biletini parmaklarının ucunda tutuyorlar. Üstelik bir tıkla istedikleri masal kahramanı oluveriyorlar… Annemizin bize anlattığı masallarda iyi ile kötü, ak ile kara, suçlu ile masum daima belli iken biz daima iyi olanın tarafında, sonunda mutlaka onun kazanacağının ümidiyle dinlerdik masalı… Karanlıklar kraliçesine karşı, daima masum ve iyi kalpli prensesin tarafında olurduk… Ancak bugün kendinizi birdenbire nedensiz bir savaşın içinde bulduğunuz; iyinin ve kötünün, haklının ve haksızın, masumun ve suçlunun olmadığı, renklerin daima gri olduğu sihirdarlar ülkesinde, yapmanız gereken yalnızca birinden taraf olmak…

Var olan tek değerin öldürmek ve öldürürken kazanmak olduğu bir sanal gerçekliğin gündelik hayata yansıması nasıl olur/oluyordur acaba? Hayır, ne gri olmanın kötü olduğunu söylüyorum ne de mutlak iyi ve mutlak kötünün varlığından bahsediyorum. Kastettiğim öldürebilen biriyle özdeşlik kurmak… Öldürebilen birini “oynamak”… Yalnızca kazanmak için öldürebilen birini oynarken, üzerimize katharsis hırkasını giymek katilin simülakrı yapmaz mı bizi?

Üstelik gerçek dünyanın kuralından kaidesinden kaçmak için Kafdağı’nın ardındaki oyun ülkesine saklanan oyuncular, bu yeni ülkede adına Sihirdar Kanunu denilen yepyeni kaidelerle karşılaşıyorlar. Öyleyse, bu kanunları oyuncular için katlanılabilir kılan şey, onların gerçek kanunların simulakrı olmaları mı?

Metrobüs yolunda ve dahi içinde her sabah ve her akşam metrobüsçülük oynayan Suriyeli çocukların yanından geçerken, ekranındaki canavarları öldüren genç, hakiki canavarları görmeden ve dahi duymadan ekrana odaklandığında, gerçek hayatta canavarların elinden kurtarılmayı bekleyenlerle arasına duvarlar örüyor ve böylece kahramanının simulakrı olmaktan öte gidemiyor…

Bu ne biçim masal, ben bu masalı sevmedim, diyebilirsiniz. Tüm masalların mutlu sonla bitmediği bir ülkeydi anlattığım…

Kafdağı’nın ardında “bişeycilik” oynamak

Biz her gün “Ne-var-ne-yok-iyilik-sağlık oyunu” oynarken, bir çocuk/genç gamer, yetişkinlerin ona “büyüyünce”/şimdi ne olacaksın sorusuna yıllardır yaptığı gibi tüm mesleki hayallerini zincirleme isim tamlamasıyla makyajlayıp sunmayı bırakıp, onları “gerçek” kılacak bir formül bulmuş.

Bu ne biçim masal, ben bu masalı sevmedim, diyebilirsiniz. Tüm masalların mutlu sonla bitmediği bir ülkeydi anlattığım…
Bu ne biçim masal, ben bu masalı sevmedim, diyebilirsiniz. Tüm masalların mutlu sonla bitmediği bir ülkeydi anlattığım…

Gamer o gün bugündür, gece boyunca uzun yol tır şoförlüğü yapabiliyor, sabah kalp ameliyatına girebiliyor, öğlen öğretmen olabiliyor, akşamüstü araba tamir ediyorsa da akşam Michelin yıldızlı bir restoranda şef aşçı olabiliyor. Bu çoklu iş (multiple job) sahibi gamer, üstelik bu dağların dahi kaldıramayacağı kadar ağır yükü, evinde kulaklığıyla yalıttığı steril dünyasından çıkmadan “sırtlanıyor”.

Şayet gamer’ın kendi Youtube kanalı yoksa veya var ama çok da istediği nicelikte takipçi “kasamadıysa” Youtuberslife oyununu oynayarak Youtuber olmayı “deneyimleyebiliyor.” Oynadığı bu oyunda, oynadığı oyunun videosunu çekip, oyundaki takipçileriyle paylaşıyor, paylaştıkça daha çok takipçi kazanıyor. Üstelik tüm bu işleri yaparken, okulunu ve derslerini de ihmal etmiyor. Uyku, okul ve youtuberlık üçgeninden ibaret bu döngüde üstelik gerçek hayatta olanın aksine annesinden sıcak bir kucaklama eşliğinde aferini kapıyor. Inception vari, çok katmanlı bir gerçeklik ve çok katmanlı gerçekliğin içinde çok katmanlı bir simülasyon sunan oyunda gerçek hayatta yapması gereken her şeyi yapan, bunları yaparken Youtuber’ı da oynayan gamer, tüm sorumluluklarını bir simülasyonun içinde yerine getirmenin konforuyla, gerçek hayattaki sorumluluklarına karşı duvar örebiliyor.

Kafdağı’nın ardında “eğlenmek”

Parmaklarımızın ucundaki Kafdağı’nda, bin bir suratlara, akla hayale gelmeyecek “eğlencelere” de ev sahipliği yapan bir sirk, bu sirkin içinde de türlü çeşit çadır bulunuyor.

  • Çadırın birinde büyücü, diğerinde “nimetle şaka olmaz” sözüne aldırış etmeden bir dilim ekmek olunabiliyor. Ekmek olmanın birincil kuralı ise yağ ve reçel ile buluşmak… Başka bir çadırda ise Philip K. Dick’in Bıçak Sırtında kitabında geçen Elektrikli koyun misali, simülasyon bir keçi bulunuyor… Evet evet… Bayağı bildiğimiz keçi… Bir daha dünyaya gelsem keçi olurdum, diyen bir gamer, keçi simülasyonu oynayarak keçice hareketler yapabiliyor…

Bir masal tekerlemesini gerçekleştirmeye ant içmiş bu oyunlar, oynayanlara ne katıyordur sahi? Tabii ya “deneyimlemek”ti değil mi yeni dünyanın biricik mottosu?

Kafdağı’nın ardında ihtiyaç gidermek

Yemek yemek yerine kapsüllerle beslenmek distopyasından esinlenen, tüm biyolojik, fizyolojik ve sosyal ihtiyaçların giderildiği bu simülasyonlarda oyuncular yerlerinden kalkmadan su içip, yemek yiyor, tıraş olup duşa girebiliyor hatta ve hatta tuvalete gidebiliyorlar. Spor yapmak istediklerinde, sanal gerçeklik ile ok atabiliyor, yüzebiliyor, böylece tüm ihtiyaçlarını gidermenin sanal hazzı içinde koltuklarının emniyetini terk etme ihtiyacı hissetmiyorlar… Ta ki nefes alıp vermenin simülasyonu yapılana dek…

Kafdağı’nın ardındaki suç dünyası

Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde… Yalnız ve yalnızca iyilerin değil, kötülerin ve de kötülüklerin de var ve çok olduğu parmaklarımızın ucundaki Kafdağı’nda her suçun mübah olduğu bir ülke varmış…

Masalı bile insanın içini ürpertirken, simülasyon oyunları her suçun mübah olduğu bir suç dünyası kurguluyor. Bu dünyada isteyen istediği suçu, istemeyen her suçu işleyebiliyor. İsteyen hırsız, isteyen katil isteyen de hem hırsız hem katil olabiliyor. Canı isteyen banka soyabiliyor, okulda kabadayılık yapabiliyor, kopya çekebiliyor, balkondan gelip geçenlerin üzerine pislik atabiliyor…

Öldürmek de hırsızlık yapmak da evinin konforunda karşıdakine aslında zarar vermediğini bildiğinde yapay bir haz bırakır insanda. Üstelik bu haz sonsuz kere sonsuz tekrarlanabilirdir. Gündelik hayatında bunca yapay tatlandırıcı kullanan gamer, bir suçlu simulakrıdır aslında. Üstelik Oğuz Atay’dan ilhamla “Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan ama kılına zarar gelsin istemiyor” kıvamında vicdan azabı çekmek, yakalanmak gibi korkularından kurtulmuştur. İşlediği suçun aslında işlenmediğini bilmenin rahatlığı içinde, içinin tüm karanlığını Kafdağı’nın ardındaki bu ülkede bırakır gamer. Bırakır mı?

Kafdağı’nın ardında olanları seyretmek

Bu simülasyon ile gerçeğin birbirinin içine geçtiği, gerçekliğin gittikçe dozunu artırdığı evrende; iyi ile kötünün olmadığı bir savaşta istediği masal kahramanı ile, illa ve illa ki bir taraf olan, hayalindeki tüm meslekleri bir anda gerçekleştirebilen, akla hayale gelmeyecek yollarla eğlenen, yerinden kalkmadan tüm ihtiyaçlarını gideren, hiçbir vicdani yük yüklenmeden onlarca suçu işleyebilen gamer’ı bu yolculuğunda, Kafdağı’na giden Keloğlan gibi yalnız değil. Onu adım adım izleyenler var. İzlemekten kastım. Seyretmek… İzleyicilerinden aldığı “güçle” gamer, oyunu yeniden “sahneye” taşıyor.

 Kafdağı’na giden Keloğlan gibi yalnız değil. Onu adım adım izleyenler var.
Kafdağı’na giden Keloğlan gibi yalnız değil. Onu adım adım izleyenler var.

Yani… Yani… Kafdağı’nın görünmeyen kısmında, görünenlerin daha çok görünmek istemesine sebep olacak nitelikte ve nicelikte durmadan hiç durmadan büyüyen bu izleyici kitlesi, Kafdağı’nın masalının hem yazılmasına hem okunmasına hem de nesilden nesle aktarılmasına aracı oluyorlar…

E biz de şimdi bu Kafdağı masalının masalını dinlerken aynı şeyi yapmadık mı, diyebilirsiniz… Haklısınız… Bu soruyu soran kişi pekâlâ bu satırların yazarının da Kafdağı masalında türlü çeşit oyunlar oynayan gamer’ın simulakrı olduğunu düşünebilir… O da haklı… Ama masal işte… Masal mı?

Masal da masalmış ha

Bana mısın demedi bu kadar yüke

Bir iki sallandı durdu

Adam ha babam anlatıp duruyordu.

Ay pardon karıştırdım o başka bir şeydi… Ama olsun… Bu da o şiirin simulakrı olsun…

Masal da burada bitmiş… Bitmiş mi?