Psikoterapi ve ahlak

​Psikoterapi ve ahlak
​Psikoterapi ve ahlak

İki kişi sahici bir buluşmayla dünyayı değiştirebilir. Aydınlanma pozitivizminin herşeyi intizama sokmak isteyen isterik bilincini uzaklaştıralım kendimizden. Her türlüöznelliğe, her türlü bilmeye, öznellikler arası geçişlere hazır olalım. Psikoterapiye ahlakıgeri getirelim, hatta psikoterapi otağını ahlakın tam ortasına kuralım.

İki kişi yüz yüze bir odada buluşur ve birbirini dinler, birbiriyle konuşur. Biri daha çok konuşur. O odada yağmurlar yağar, fırtınalar kopar. İki kişiden biri diğerinden o an için daha dertlidir. Bir seküler itiraf ayini. Mahrem bir odada, mahrem bir konuşma. Diyalojik bir karşılaşma.

Terapist tavsiyeler veren, yol gösteren, kişinin sorunlarıyla daha iyi baş etmesi ve kendisini daha iyi anlayabilmesi için yardım ve çözüm önerilerini sunan bir şifacıdır orada. Psikanalizden yola çıkanlar sorunların kişinin kendisi hakkında bilmediği şeylerden kaynaklandığı fikrindedir. Varoluşçu, insanlık durumuna içkin olduğu hâlde inkâr ettiğimiz gerçeklikten dem vurur.

Psikanalizden yola çıkanlar sorunların kişinin kendisi hakkında bilmediği şeylerden kaynaklandığı fikrindedir.
Psikanalizden yola çıkanlar sorunların kişinin kendisi hakkında bilmediği şeylerden kaynaklandığı fikrindedir.

Kişi mesela bir türlü kendi ölümüyle yüzleşememektedir. Acımızın kaynağı kendimiz hakkında bilmediğimiz şeylerse ya? Kendi ruhsal gerçekliklerimizi derinlere gömdüğümüz için, bir seraplar dünyasında yaşıyor olabilir miyiz? Ya kandırıyorsak kendimizi? Olma yolculuğu, bizi “vicdan istirahati”nden uyandıran can yakıcı sorularla başlar.

Psikoterapi, Batı kültüründe bir hayat rehberi olarak dinin yerini alıyor. Terapötik olanın zaferiyle “psikolojik insan” yükseliyor. Geleneksel kültürle bağlarını koparan, ızdırabı hayatından hemen şimdi kovmak isteyen, kötü ruhları itiraf odasında kendinden uzaklaştıran ama bunu artık bir rahibin değil, bilimin kılavuzluğunda yapan bir insan. “Tanrı’nın ölümü” herkesi kendi anlamını yaratmak zorunda bırakmıştır. İnanç ve geleneğe iltica etmekle sükûn bulan ruhun yerini, akılcı çözümlerle ızdırabı savuşturmak isteyen ve kaderin sillelerini ontolojik bir kabullenişle içine sindiren değil bir haksızlığa uğrama duygusuyla reddeden bir bilinç almıştır.

Acımızın kaynağı kendimiz hakkında bilmediğimiz şeylerse ya? Kendi ruhsal gerçekliklerimizi derinlere gömdüğümüz için, bir seraplar dünyasında yaşıyor olabilir miyiz? Ya kandırıyorsak kendimizi? Olma yolculuğu, bizi “vicdan istirahati”nden uyandıran can yakıcı sorularla başlar


Modern kişi, gelenekten, toplumdan, paylaşılan anlamdan kendisini koparmıştır. Bu özgürlük ahlaki ilişkilerini ve onun üstünden ruhsal iyiliğini etkiler. Benlik geleneksel anlam sağlayıcılarından bir kez azat edildiğinde, insanlar kendileri dışında ahlaki referans noktası bulamaz olur. Ahlaki endişeyi besleyen çatışmalar, mahrem/özel alan halısının altına süpürülüverir. Ahlaki karar ve katılımlar, geleneksel kılavuzların yokluğunda, bir seçim ve keyfiyet meselesi hâline gelir. Sonuç: “Benim için iyiyse o şey iyidir!”

 Neyi nasıl başardığın değil, o başarının sana ne kazandırdığı önemlidir artık.
Neyi nasıl başardığın değil, o başarının sana ne kazandırdığı önemlidir artık.

Oysa insanlık tarihi boyunca ahlaki endişe, kişinin sosyal kısıtlamaları dikkate almasını ve etik yanlışlıklar, tabular üzerine ortak bir anlayışa ulaşmasını mümkün kılmıştır. İyi insan olmanın ne demek olduğuna dair, üzerinde toplumca ittifak edilmiş bir fikir vardır ve ahlaki endişeyi haddizatında güdüleyen şey, bir gruba mensubiyettir. Ahlaki kodlar, daha geniş sosyal kurumların uzantılarıdır ve toplumsal değeri olan kılavuzları temsil ederler. Modern çağın ahlaki merkezi artık bireyin ta kendisidir. Günümüzün iyi insanı, bir işte iyi olan kimsedir. Başarabilecek kadar donanımı olan kişi, iyidir.

Doğru olanı yapmak yerine, doğru teknik ve çözümleri bularak başarıya ulaşmak geçmiştir. Başarının ilk elde toplumsal ifadelerle tanımlandığı geleneksel kültürlerin aksine, yeni başarı hikâyesi özel zaferlere dair bir masaldır. Neyi nasıl başardığın değil, o başarının sana ne kazandırdığı önemlidir artık.

Günümüzde özel ve mahrem alan arasındaki sınırlar çöküyor. Neyin özel neyin politik mesele olduğuna dair geleneksel ayrımlar ortadan kalkıyor. Geçmişte mahrem olana ait sayılan kimi konular politize oluyor ve kamusal alanda tartışılıyor. Cinsiyet, cinsellik, ırk, etnisite gibi konular politikanın merkezine yerleşiyor ve milyonlarca insanın üzerinde tartıştığı, kimileyin de uzlaştığı meseleler oluyor.

  • Madeleine Bunting, hiç unutamadığım bir yazısında, 2004 yılındaGuardiangazetesinde şöyle yazıyordu: “Pazar kapitalizminin yaygın değerleri, sadece politika ve kültür gibi kamusal alanları değil, duygusal hayatlarımızın özel alanını da talan ediyor. Pazar kurallarına tabi olmuş bir toplum, katılımcılarına yalnızca iki kimlik sunuyor: çalışan ve tüketen. Değer ve statü bu kimlikler etrafında dönüyor. İyi çalışan ve iyi eğlenen kişi ideal kişidir artık. Çalışma ve tüketme, zamanı inhisarına alıyor ve pazar değeri olmayan etkinlikler değer kaybediyor. Seven bir anne baba, iyi bir dost, ölmekte olan birisine ihtimam eden bir kişi olmanın hükmü kalmıyor. Kalbin ve ruhun, yakınlık için gereksindiği iki temel özellik, dikkat ve mevcudiyet kayıplara karışıyor. O kadar meşgulüz ki karşımızdaki insanı can kulağıyla dinleyemiyor ve bu yüzden de onu hakkıyla tanıyamıyoruz. Pazar kapitalizminin mantığı insan etkileşiminin her biçimine bulaşmış durumda: İlişkilerimize yatırım yapıyor, iş dilini -partnerimizi-yatak odamıza taşıyoruz. Aşk da bu değiş tokuştan nasipleniyor, “Bu ilişkiden ben ne alıyorum?”, “İhtiyaçlarım karşılanmıyor” yollu yakınmalar aşkı da şüphecilikle zehirliyor. Cinsellik, başkalarını kendi amaçlarımız için kullanmamıza dönüşüyor. İnsan etkileşimine dair anlayışımız çok banal, gerçek insani tatmin sağlayan yerden, kaçınılamaz ve derin bağımlılıktan fersah fersah uzaktayız. Günümüzde benlikle bu aşırı uğraşı, çağımızın ahlaki dekadansının, onulmaz bir kimlik arayışı hâlinde tezahürüdür. Kendimize takıntılı hâlimiz, kendimizi yüceltme arzumuz bir arayıştan ibarettir: Aidiyet, emniyet ve amaç duygusunu arıyoruz. Çünkü içinde yaşadığımız çağ, bize bunların hiçbirini sunmuyor.”

Küreselleşme özel hayatın dokusunu tahrip ediyor ve bireyciliği denetlenemez bir narsisizmin ve kendine takıntılı olma hâlinin kıyılarına bırakıyor. Dijital iletişimin küresel galaksisinde, pazar kuramları ve ulus aşırı şirketler bir “kopuş ruhu”yaratıyor. Yalnız, uzak, endişeli ve boş: Bu sözcükler bireysel benliğin küreselleşen dünyadaki duygusal sınırlarını çiziyor. Aşk, cinsellik ve ilişki, “küresel soğuma”dan nasipleniyor.

Geçmiş dünyanın katı, önceden tanımlanmış cins ilişkilerinin yerini daha akışkan, daha fazla iletişime dayalı ilişkiler alıyor. Gerçi “ölüm bizi ayırana dek” nakaratı geçmiş ilişkilere bugünün soğuk, duygusal stratejilerine göre daha fazla sıcaklık katıyordu. Kadınlara yönelik çok satan nasihat tarzı yardım kitapları bu “kültürel soğuma”yı tırmandırıyor. Nasıl zayıflarsınız, nasıl seksi görünürsünüz, saçı nasıl boyamalı, nasıl estetik olmalı? Medya kadınlara, günümüzün çok riskli ilişkiler pazarında nasıl sıkı pazarlık edeceğini öğretiyor. Feminizm özel hayatlara taşınıyor, kadın mükemmel bir şekilde paketleniyor ve sonuç: “Sex and the City”!

“Senin her şeye hakkın var!”

Eğer ahlaki davranışa rehberlik edecek sosyal kuramlar görünürde yoksa, ahlaken uygun davranışın adı “kendine iyi olmak” şeklinde tanımlanır.
Eğer ahlaki davranışa rehberlik edecek sosyal kuramlar görünürde yoksa, ahlaken uygun davranışın adı “kendine iyi olmak” şeklinde tanımlanır.

Günümüz toplumunun mümeyyiz vasıflarından birisi de “ahlaki bireycilik”. “Herkesin ahlakı kendine” düsturunda ifade bulan bu yaklaşım toplumun ortak tabularını, herkesin ittifakla kınayacağı etkinlik, inanç ve eğilimleri ortadan kaldırıyor. O hâlde, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” Sosyal bilincin zayi olmasıyla, bireyler kendi ahlaki emirlerini kendi arzularınca tayin edebilirler. Sosyal bilinç yerine kişisel bilincin yükselişi, kişilerin kendileriyle ahlaki sözleşmeler yapması demek. Eğer ahlaki davranışa rehberlik edecek sosyal kuramlar görünürde yoksa, ahlaken uygun davranışın adı “kendine iyi olmak” şeklinde tanımlanır. Bu durum ahlaken anlamlı ilişkilerin yıkılmasıyla pekişir.

“Dostlukların son günü” gelip çatar.Dostluklar artık simgeseldir. Onların biricikliği efsanesi, bir dizi iyi izlenim uyandırma stratejisiyle sürdürülür. Başkalarını istismar, ayıp olmaktan çıkabilir. Bu artık, yabancı dış dünyanın etkin bir biçimde mühendisliğini sağlayan yaratıcı ve ahlaken tarafsız bir stratejidir. “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” dünyasının sakinleri, topluma hizmet etmeyi bırakın, dostlara hizmeti bile çok görür. Ani doyum önemlidir. Sosyal feragat ve benlikten kurtulmaya dayalı ahlaki doyum, âdeta yok mesabesindedir. Ahlaki gerilim; kişi kendisine ihanet ettiğini, kendisiyle olan sözleşmesine uymadığını düşündüğünde ortaya çıkar.

Bir işten maksimum çıkar sağlayacağı sıra, içinden bir ses onu durdurduğunda. Ancak madem ahlaklılık kişinin kendisiyle vardığı ahlaki uzlaşıdan ibarettir, o halde sözleşme maddeleri değiştirilebilir! Ahlaki değerlendirmenin yeni temeli kendini tatmin olunca, insanların tarih boyunca kendilerine saygı duymalarını sağlayan iyilik fırsatları değer kaybeder. Kişinin ancak kendi çıkarlarını aşan bir ahlaki eylemle “iyi insan” olabileceğini söyleyen kadim düşünce işitilmez olur.

Sosyal arenadan ahlakın çekilmesi, Batı modernitesinin erdemin yerine araçsal aklı, kâr güdüsüne güç temerküzünü koymasının kısmi bir tezahürüdür. Kâr yönelimli kapitalizm, meşru bir ahlaki kozmoloji için sağlam zemin oluşturmuyor. Belki de ahlakın ve merhametin daha yüksek sesle konuşacağı bir zamana erişmiş bulunuyoruz. “Kendime bunu borçluyum” diyor modern insan, dünyaya değil, kendine borçludur o. Modernin iç savaşı, kendisinden en yüksek düzeyde verimi almak üzerinedir. Geçmişin geleneği kişinin kendisine dikkatinin ve kendisini tatmin etmesinin üst sınırlarını çiziyordu.

Artık sorun toplumun değil kendi taleplerimizin, kendimiz tarafından, ne ölçüde karşılanabildiğidir. Böylece histeri gibi bastırma ile ortaya çıkan ve sosyal günahkârlık korkusundan beslenen bozukluklar kaybolur ve onların yerini, sabrın ölümünü simgeleyen dürtüsellikle ilgili belirtiler alır. İçsel dürtülere yönelik dikkat, pazar ekonomisine koordine edilir ve şöyle söyler: “Senin her şeye hakkın var!” Özgüven mesnetsiz bir biçimde şişirilir ve tüketimciliğin ekmeğine yağ sürülür: “O arabaya hakkın var! O eve, o giysiye hakkın var!” Modern ruhun temel özelliklerinden birisi de bu hak etme duygusudur. Tüketici olarak benlik fenomeni ve gençliğe yapılan mütemadi vurgu, modern kültürün ekonomik motiflerin de etkisiyle bireyleri çocuklaştırdığı şeklinde yorumlanabilir.

Modern kültür sunilik ve imge pazarlaması üzerine şekillenirken, kişi benliğini pazara bir mal olarak sunar. Belirli durumların özelliğine göre, kişi kendisini değişik şekillerde pazarlayıp satabilir. Duygusal dünya, utanma ve sıkılma gibi uyarı sistemlerine kulak asmaz. Neticede duygular da pazarlanabilir ve ücreti mukabilinde hizmete sokulabilir.

Stepan Mestovic duygusal açıdan içi boşalmış insanların, toplumsal ilgiler duymadan, yüzeysel duygularla kendi çıkarları peşi sıra gittiği kültürel ortamı “duygu sonrası toplum” olarak tanımlıyor. “Duyguların McDonaldlaştırılması” olarak da isimlendirilebilecek bu süreçte çağımız insanı artık gerçek duygularını yaşayamaz; onları eyleme dökemez; olsa olsa duygu simülasyonu yaşayabilir.

Olayların insanlarda kolektif bir coşku yarattığı, onları duygulandırdığı ve eyleme sevk ettiği zamanlar geçip gitmiş, duygular paketlenip kullanıma sunulmuştur. Televizyon ekranlarında izlediği soykırıma karşı tek yapabildiği, nazik olmak ve merhamet duymaktır.

Duygunun terk edilmesi, modern kişinin en temel duygusal gerçekliği olarak tarif edilen, derin bir içsel “küntlük ve ölüm hâli”ne yol açar. Varoluşsal sorunlar ve “ruh ölümü” böyle bir ortamda filizlenir. Psikolojik ceset hâlinde dolaşan, yaşayanlar mezarlığında soluk alıp veren ruhlar.

İki kişi dünyayı değiştirebilir. İki kişinin gerçek bir sohbete tutuşması, geleceğin elinde tuttuğu imkânlara birlikte hazır olması demektir. Yani bu konuşma bana ve sana çok şey katabilir, biz bu konuşma sayesinde eskisinden daha farklı insanlar olarak buradan ayrılabiliriz. Bir buluşma imkânı olarak psikoterapinin Batılı kapitalist değerlerin yeniden üretildiği ve mevcut hâlin parlatıldığı bir çabuk tamir seansı olması, onun içinde taşıdığı devrimci potansiyeli heba eder.

İki kişi sahici bir buluşmayla dünyayı değiştirebilir. Aydınlanma pozitivizminin her şeyi intizama sokmak isteyen isterik bilincini uzaklaştıralım kendimizden. Her türlü öznelliğe, her türlü bilmeye, öznellikler arası geçişlere hazır olalım. Psikoterapiye ahlakı geri getirelim, hatta psikoterapi otağını ahlakın tam ortasına kuralım.