Üsküdar’daki öğrenci evi yıllar sonra bile dayanışmanın izlerini taşıyor

Belli belirsiz bir boğaz manzarası, hatta ranzanın üst katındaysanız Galata Kulesi de görünebiliyor. Cumartesileri (ben stajyer maaşımı veya kızlar harçlıklarını aldıysa) balık pişiriyoruz. Çay demliyoruz, sabaha kadar sohbet ediyoruz, sabaha kadar okuyoruz, sabaha kadar karşıya, İstanbul’a bakıyoruz. Kaç yıl sürdü bu rüya, bilmiyorum.

Üsküdar’da bir ev, İsmail Dümbüllü Sokak’ta. Akat Apartmanı. En üst kat, belli belirsiz bir boğaz manzarası, hatta ranzanın üst katındaysanız Galata Kulesi de görünebiliyor. Cumartesileri (ben stajyer maaşımı veya kızlar harçlıklarını aldıysa) balık pişiriyoruz. Çay demliyoruz, sabaha kadar sohbet ediyoruz, sabaha kadar okuyoruz, sabaha kadar karşıya, İstanbul’a bakıyoruz. Şeyda çalıyor, biz dinliyoruz. Kaç yıl sürdü bu rüya, bilmiyorum.
Aslında şöyle başlamıştı: Yurttan çıkmamız gerekiyordu. Çünkü ben bir yandan çalıştığım için yurdun giriş çıkış saatlerini sürekli ihlal ediyor, o dönem işe yeni başlamış müdüreyle tartışıp duruyordum. Dahası akşam geldiğimde yemek kalmamış oluyordu. (Pirinç pilavından o yurtta nefret ettim. Tencerenin dibinde kalan, rengi saydamlaşan o pirinçler...)
Şeyda ise rahat rahat müzik yapabilmek istiyordu. Fatma, zaten en baştan beri bir eve çıkmanın hayalini kuruyordu. Ama kolay değildi ev bulmak, bütçemizi ayarlamak... Dönemi bitirmiştik. Ocak ayıydı.
Birkaç günlüğüne Bursa’ya gittim. Kahvaltı yaparken telefon geldi ve bir ev bulduklarını söylediler. Aslında başka bir daireye bakmıştık ama o son anda tutulmuş. Meğer aynı apartmanın en üst katı boşalmış. Emlakçı Ali’nin iddiaları bunlar...

Apar topar döndüm İstanbul’a. Eşyalarımızı nasıl topladık, doğalgazı bile açılmamış o eve kar soğuğunda nasıl yerleştik hatırlamıyorum. Ama hiç unutmadığım kısmı Atıf Abi’yle ilgilidir. Hiçbir eşyamız yoktu ve eski yurt müdüremiz bizi kapanan bir derneğin gönüllüsü olan Atıf Abi’ye yönlendirdi: “Dernekler kapanınca öğrenci evleri de kapandı. Eski eşyaları depolayacak yerleri bile yok, belki onları size verirler.”
Atıf Abi’nin ofisine vardığımızda işin rengi değişti. Biz depolardan çıkacak birkaç eski kanepe almayı umarken o bize “Evde neyiniz eksik?” diye sordu. “Şimdilik hiçbir şeyimiz yok.” dedik gülerek. Bir hafta geçti mi, geçmedi mi bilmiyorum. Eve sıfır eşyalar yığıldı. O ve birkaç tanıdığı, bizi neredeyse hiç tanımıyor olmalarına rağmen evimizi sıfırdan kurdu. Kızlarla birbirimize bakıp biraz ağladık, biraz güldük. Pembe kanepeler, bir yemek masası, iki halı, iki ranza, iki dolap, iki çalışma masası, bir kitaplık, hatta bir de set üstü ocak ve ütü... Belki fazlası da var. Yeni evli çiftlerin evi gibi oldu bir anda o boş dört duvar. Tabii kısa sürede doğalgazı da açtırdık.
Buzdolabını evini kapatan bir arkadaş hediye etmişti. Üsküdar’daki spotçular çarşısından elden düşme bir çamaşır makinası bile bulduk. Mutfak eşyalarını düşünmemize gerek bile kalmamıştı. Bir ablamız düdüklü tencereye kadar her şeyi elimize tutuşturdu. Sonra Şeyda’nın annesi ve teyzeleri geldi. Evin perdelerini bile ellerinde diktiler, astılar. Dolaplarımızı dolduran başka anneler de oldu. Nasıl bu kadar şanslı olabiliriz, diye düşünüp durdum o günlerde. Çünkü aslında üçümüzde başka konularda pek şanslı değildik.
Apartmanın giriş katında Deniz Abla otururdu. Perihan Abla dizisindeki Meraklı Melahat karakterinden farksızdı. Sürekli bizim evin içine girmek istiyor, bunun için uygun bahaneleri buluyor, bir şekilde kendine çay demletiveriyordu. Ev sahibimiz ise onun üst katında oturan Düşize Teyze’ydi. Düşize, el değmemiş demekmiş. Düşize Teyze de hiç evlenmemiş. Evine sık sık davet eder, konuşmak ister, bazen sözlerini karıştırır, unutur, baştan anlatırdı. O apartmanın yerinde çocukluğunun geçtiği müstakil bir ev varmış. Babası müteahhite verince onlara da 3-4 daire düşmüş. Sokağın, mahallenin, semtin onun bildiği tarihini anlatırdı ve anlatacakları hiç bitmezdi: “Amerikan Lisesinde okudum, şimdi sizin otobüs beklediğiniz o duraktan Bağlarbaşı’na kadar gerçekten bağlar vardı. Bahçelerden salatalık koparıp, yiyerek okula gider gelirdim.”
- Evde belli bir düzenimiz her zaman oldu. Her akşam biri yemek yaptı, diğeri bulaşık yıkadı. Haftada bir temizlik yapıldı. Sırasını aksatan olursa bozuk atıldı.

Yurttan kaçan arkadaşlarımızı ağırladık. O ev bir toplanma, bir araya gelme mekânı oldu. Cumartesi sabah kahvaltıları, ramazanda iftarlar, boyumuzun ölçüsüne bakmadan kalabalıklara yaptığımız yemekler...
Ben, bir yandan okumaya çalıştım bir yandan da -hatta daha fazlaca- gazetecilik yapmaya... Sabah 6’da kalkar, Altunizade’ye uğrayarak karşıya geçen 500A’ya yetişirdim. Derginin kapısını açar, akşam geç saatlere kadar onlarca kez haber yazmaya çalışır, o günlerde tanıştığım onlarca önemli yazar, çizer ve gazeteciden bir şeyler öğrenmeye gayret ederdim. Hayatın benim için başka bir planı yok gibi gelirdi: Öğrenelim, okuyalım, yazalım. Arada karnımızı da doyursak fena olmazdı. Evde biri muhakkak “patates yemeği” yapmış olurdu. Kötü haberler de aldık o evde. Birkaç tane krizi atlattık. Kira artış dönemlerinde “dördüncüyü alalım” dediğimizde genelde delilerle karşılaştık. Döndük, dolaştık üçümüz kaldık.
Evin en garip dönemi benim için yaz ayları olurdu. Mayıs gibi hazırlıklar başlar, haziranda da herkes evine dönerdi. Ben çalışıyordum ve yılda sadece bir hafta iznim olurdu. O da en fazla... Yaz boyu evde yalnız kalırdım. İlk günler biraz can sıkıcı olurdu. Sonra bu yalnızlığa garip bir alışkanlık kazanırdım. Yine de evin tüm ışıklarını açıp, radyonun sesini yükselttiğim çok gece oldu. Azıcık yüklenilse kendiliğinden açılan o kapı pek de güvende hissettirmiyordu. Eylül ise geri dönüş demekti. İlk günler evin içine yayılan sesleri garipsiyor, sonra da o curcunaya dahil oluyordum. Sanki o sessizlikte haftalar geçirmemiş gibi...
Zaman içinde Fatma da benim rüyama ortak oldu. Okmeydanı, Karagümrük, Gürsel Mahallesi... Bir masa ve bilgisayarla dünyaları devirdik, yeniden kurduk. İmzamla yayınlanan ilk haberi de o evde, Fatma’nın Tokat’tan getirdiği masaüstü bilgisayarıda yazdım. Başlığını da söyleyeyim de gülelim hep beraber: “İstanbul’a Üçüncü Köprü Neden Yapılmamalı?”
Evin bir odası veya yöresi hep çalışma odası gibi olurdu. Önce Şeyda lisansı bitirdi. Aramızdaki en başarılı öğrenci o oldu. Yüksek lisans için beklemedi bile... Ardından doktora. Şimdi Sakarya Üniversitesi Devlet Konservatuarında doçent. Ama vakti zamanında onun yanlış bastığı seslerin ceremesini en çok kimler çekti, tahmin edersiniz. Fatma’yı ise benim nefes nefese koştuğum yollarda yordum. Kendi alanında çalışmaya döndü. Onun için de doğrusu bu oldu. Hâlâ Arap dili ve edebiyatından sorumlu müdürümüz...
Böyle evlerin en meşhur sorunu davetsiz ve uzun süreli misafirlerdir. Ev arkadaşıyla tartışan, annesine küsen soluğu bizde alır, birkaç gün kalacağım der, sonra da misafirliği uzatırdı. Hâl böyle olunca salon kullanıma kapalı bir misafir yatakodasına dönüşür, canımız sıkılmaya başlardı. Arkadaşlığın sınırlarını da galiba o evde öğrendik.
Zaman geçti... Sahi ilk kim ayrıldı evden? Sıralama çok karışık ama ne fark eder! Hayat bizi başka evlere dağıttı ama biz hep bir araya toplanmayı bildik. Üç kişiydik ama çoğu gece dostlarımızla dolup taştı salonumuz. Şimdi sorsanız her birimiz başka bir hatırayı anlatır. Fatma’nın kafasına çarpan martı, CD’lere yüklediğimiz diziler, cumartesileri gezdiğimiz sokaklar, ancak denkleştirdiğimiz kira, faturalara yetmeyen para, sürekli güldüğümüz saçma espriler, gece ikide tam yatacakken yapılan makarnalar, yirmi yaşımız. Sonuç olarak İsmail Dümbüllü artık bir WhatsApp grubunun adı.
Şimdi dönüp bakıyorum o eve, hatıralarımıza. Gittiğimiz konserlere, son paramızla aldığımız kitaplara, akraba evlerinde tıka basa yiyip Üsküdar’a döndüğümüz günlere... Tüm yaşadıklarım, bildiklerim, öğrendiklerimden, geçtiğim yolların zorluklarından sonra bugün kendi kızımı bir öğrenci evine bırakabilir miyim, emin değilim. Biz nasıl güvendik kendimize, nasıl o evi yuvaya çevirdik, bilmiyorum. Mesela hiç öğrenci evinde kalmamış, babaevinden düğününde çıkan insanlar olduğunu görmek de bir garip geliyor, niyeyse.
O evin kurulmasının ardından neredeyse 20 yıl geçti. Atıf Abi, bu eşyaları hep öğrenciler kullansın demişti. Biz de giderken evi birilerine devrettik. O devir sürüp gitti. O eşyalar gerçekten sayısız öğrenci okuttu. Hatta son kullanıcılarından biri de sevdiğim genç gazeteci Latife Beyza’ydı.
- Şimdi aynı ilçede, oraya yakın bir mahallede oturuyorum. Ara sıra İsmail Dümbüllü’den geçiyor, eve uzaktan bakıyorum. Şimdi kim oturuyordur, öğrenciler mi, yoksa bir aile mi? Kimdir kiracısı?
Yatak odasında ayaklarının ucuna bastığında Galata Kulesi’ni göreceğini biliyor mudur? Binaya ve sokağa biraz daha baksam, sonra apartmandan içeri girsem, dört duvar Doctor Who’nun Tardis’ine döner, beni de o günlere götürür mü?
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.