Yatılı okullar erken ayrılıkların çocukluk dünyasını derinden şekillendiriyor

Arşiv.
Arşiv.

Yatılılık söz konusu olunca ayrılık yaşı da çeşitlilik arz eder üstelik. “Yatılı ilköğretim bölge okulları”nda (YİBO) yedi yaşında kuzular ayrılır analarından, ilkokulun beş yıl olduğu zamanlarda on iki yaşındakiler, sonrasında ve şimdilerde ise on beş yaşındakiler… Her birinin yatılılığı, kimyası da farklıdır.

Ali Çağdaş’a, iyisiyle kötüsüyle, beraber yaptığımız şeyleri, bahusus plastik deterjan topuyla futbol oynadığımız aydınlık bahar ikindilerini hatırlayarak…

Mustafa Kutlu, Başkanın Adamları’nda (s. 156) şöyle diyor: “Yatılı okumanın hercai havasının yanında hep bir hasret, hep bir gurbet duygusu yaşanır.” Hercailik ve gurbetin beraberliği gibi, Tanıl Bora’nın ifadesiyle “yatılı mektep”te “ürperti” ve “neşe” bir aradadır. Yatılı manastır okulunu terk eden Hermann Hesse ile Enderun talebesi Gelibolulu Mustafa Âli’yi, Rilke ile mektuplaştığı “genç şair”i, Cemal Süreya’yı, Zarifoğlu’nu, Bana Uzun Mektuplar Yaz yazarı Cihan Aktaş’ı… Velhasıl dünyadaki ve tarihteki bütün yatılıları, evrensel bir yasayla birbirine bağlayan da budur muhtemelen; hercailik, neşe ve delilik ile ürperti, gurbet duygusu ve garipliğin eş zamanlılığı. Bir başka deyişle sıkıntının, can sıkıntısının, zorluğun ve onunla başa çıkmak için bir oyun icat etme, yaratıcılık becerisinin… Erken yaşta yuvadan ayrılmak ana-babadan büsbütün koparmaz insanı belki ama yine de insan ailesinden çok başka bir şeylerin -yatakhanenin şahsındaakranlarının, çağının, devletinin, toplumunun, okulunun, okumanın/harflerin, nihayet geleceğin çocuğu olur.1 Bütün garipliği ve hercailiği, bütün ürpertisi ve neşesiyle…

Jan Steen’in “A School for Boys and Girls” adlı tablosu.
Jan Steen’in “A School for Boys and Girls” adlı tablosu.

Akranlarının/çağının çocuğu

Ülkemizde babanın tek başına cepheye ya da Almanya’ya çalışmaya gittiği vakalara az rastlanmaz. İnsan gurbete ailesiyle beraber de gidebilir. O yaşa kadar vatanı olmuş ne varsa, oynadığı yerleri, akrabalarını, mahalle arkadaşlarını geride bırakabilir. Yatılılık söz konusu olunca ayrılık yaşı da çeşitlilik arz eder üstelik. “Yatılı ilköğretim bölge okulları”nda (YİBO) yedi yaşında kuzular ayrılır analarından, ilkokulun beş yıl olduğu zamanlarda on iki yaşındakiler, sonrasında ve şimdilerde ise on beş yaşındakiler… Her birinin yatılılığı, kimyası da farklıdır. Bana sorarsanız lise çağından sonra başlayan yatılılık, insan hayatında güzel bir çeşnidir belki ama esas yatılılık ilkokul ve ortaokul yılları gibi biçimlendirici, kritik senelerde yaşanandır. Dönem başından sonuna hiç evine gitmeyen daimi yatılının, hafta sonu eve çıkanın, ilaveten hafta içi bir akşam evci çıkanın… Hepsinin geometrisi ayrıdır. Tamamı yatılı olan okulun, gündüzlüsü olan okulun, farklı yatılı- gündüzlü oranlarının… Kimi zaman gündüzlüler kendi özerk iktidar alanlarını muhafaza eder; kimi zaman da yatakhaneden bir radyasyon gibi yayılan o kültür, kumaşı uygun bazı gündüzlüleri öyle etkiler ki, zaman içinde yatılı gibi olan bu gündüzlülere “fahri yatılı” payesi verilir.

Boğaziçi Siyaset’ten Hakan Yılmaz Hoca da sekiz yıllık Galatasaray yatakhane tecrübesi üzerine yazısında, insanın on iki yaşındaki vatanı olan ailesinden uzak kalışını, o ilk gurbetini “ailelerimiz bizi pratikte terk etmişlerdi” şeklinde yorumluyor (Yatılı [Okulda] Büyümek, Ed. Şükran Başarır, s. 169). Ailenin kendi öz evladından ayrılma motivasyonu ne olursa olsun, fiili bir ayrılık, çokça erken bir ayrılma hikâyesi olduğu kesin. Ana-babanın yokluğu işin eksiklik yanı. Yılmaz’ın ikinci vurguladığı husus ise yatılılığının içeriğine, fazlasına, ona rengini veren boyutuna dahil: akranlarla baş başa kalmak, Yılmaz’ın ifadesiyle “arkadaşlarının çocuğu olmak” ya da “birbirinin anası-babası olmak”. Bu birbirine kalma, çaresizce birbirinden yardım isteme durumunu Okul Tıraşı filminde (yön. Ferit Karahan, 2021) geceleyin seslerden korkma, hastalanma gibi örnekler üzerinden Yusuf ile oda ve sıra arkadaşı Mehmet’in/Memo’nun ilişkisinde de gözlemleyebiliyoruz. Revire götürür, kusunca üstünü başını temizler, ilaç içerken dökülen suları siler, beraber kazancıya rüşvet verir, hakkında yalan söyler, onunla sonuna kadar ilgilenir. Bu anlamda birbirinin sırdaşı olan kişilerdir yatılılar. Beraber, yasak olan ve olmayan pek çok iş işlerler. Hele aileden ayrılmaları erken yaşta gerçekleştiyse hele, hayatlarında pek çok ilki beraber tecrübe ederler.

Marcus Dunn.
Marcus Dunn.

Devletin/misyonun çocuğu Okul Tıraşı’nda soğuğun altında bütün okula müdür şöyle bir konuşma yapar: “Saçınızla başınızla, kılığınızla kıyafetinizle, duruşunuzla, sizi gören biri yüz metreden bu okulun öğrencisi olduğunuzu şak diye anlayacak. Dışarıdaki adamdan bir farkınız olacak. Sizin yerinizde olmak isteyen binlerce çocuk var…” Misyon yükleme, kendini toplumdan ayrı görmeye teşvik, yatılılığın herhâlde ayrılmaz özelliklerinden. Osmanlı’nın devşirmeleri enderunda, Cumhuriyet’in parasız yatılıları maarif kolejlerinde, anadolu, anadolu imam hatip, fen ve sosyal bilim liselerinde bu nutuklarla büyür. Bu nutuklar hatipleri itibariyle tatlı ya da sert, iyi polis ya da kötü polislerin dilinden döküldüğü gibi içerikleri olarak da bu çift kutupluluğu yansıtır. Bir yandan yüze yapılan abartılı övgüler; bir yandan da değersizlik iması, ithamı, şart koşmalar, onur kırıcı eylemler, sözler ve tehditler içerir.

Aileden erkenden ayrılan çocuk, Osmanlı modernleşmesinden Cumhuriyet’e devreden merkeziyetçi geleneğin bir ürünü olarak görülebilir. Yerel bağlarından koparılmış; devletine her şeyiyle, kâh minnetle kâh sadakatle bağlı bir bende olmuştur. Konumunu eğitim yoluyla hak etmiş; liyakat merkezli, meritokratik bir dünyanın neferi olmuştur. Siyasi merkez onu içinde yetiştiği çevreden koparıp almış, sonra da ona merkeze ait, çevreden, halktan farklılaşmış bir kültür çerçevesinde yetiştirmeye çalışmıştır. Bir yönüyle, potansiyel bir ajandır. Duyguları körelmiş, iradesi çelik gibi, hissiz, ketum bir vazife adamıdır.

Füruzan.
Füruzan.

Füruzan’ın “Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir. Hiç gecikmezler…” dediği “parasız yatılı”da buna ekonomik bir renk eklense bile esasında yatılı siyaset ve kültür itibariyle “parasız”, daha doğrusu sermayesiz ya da en azından sermayesizleştirilmiş konumdadır. Yatılının bir de parasız olması gerekmez, parası olan yatılı da zaten yeterince “parasız” ya da parasız bırakılmıştır. İktisadi olarak değilse bile siyasi ve kültürel olarak. Yani yatılılık esası itibariyle, iktisadi olmaktan çok, politik ve kültürel boyutları önce çıkan bir olgudur. Bu anlamda parasız yatılı-yatılı anlamının altının çok da çizilmesi gerekmez. Paralı da olsa parasız da yatılı sahip olduğu (merkez-çevre zıtlığı anlamında) çevresel iktidardan ve kültürden soyutlanmış, yeni bir ışıkta, yeni bir kaynaktan değer devşirme yoluna girmiştir. Yatılı bu anlamda toplum hayatının bir yönünden, “çevre”deki iktidar odakları arası ilişkilerden soyutlanması itibariyle izole bir “kampus” hayatı yaşar.

Gücün, egemenliğin ve normalin çocuğu Yatakhaneye gelinen yaşa göre değişse de, yatılı zayıftır. Hele de yedi ya da on iki yaşında başlamışsa yatılı okul macerası. Yola zayıf bir noktadan başlar. Şaşkındır, çelimsizdir, tecrübesizdir. Sınıfta kalmış kıdemli bir yatılı onu istediği gibi yoğurabilir, ona zorbalık edebilir. Hem de üst devreden gelecek bir yönlendirme çabasına göre daha tehlikelidir. Zira üst devre gibi dışarıda değildir, arasına karışmış hâldedir. Kuzu postuna bürünmüş bir kurttur. Bu gücü iyiye kullanabileceği gibi kötüye de kullanabilir. Koca bir devreyi mihmandarlığıyla abat edebileceği gibi, hızla ifsat da edebilir.

Yatılı başta güçsüzdür, tecrübesizdir, çelimsizdir. Gözü yaşlı, kalbi kırık, içi ezik, dudağı titrektir. Aile içindeki sosyalizasyonu yarım kalmış, yeni bir ortamda yeniden tanımlanmaya, işlenmeye açık ve korunmasızdır. Üst devrelerden ya da kendi devresindeki sınıfta kalmış akranlarından göreceği muamele normal mi değil mi, hele de henüz geldiği bu yeni ortamda, bilemez, ayırt edemez. Gördüğü bir şey onu şaşırtınca etrafına bakar, kimsede bir şaşkınlık görmezse, bir itiraz duymazsa sessiz kalabilir. Ahmet Güntan’ın diliyle söylersek, yatakhanedeki çömezin şunu yaşaması çok kolay ve olasıdır: “sağa baktım olmadı / sola baktım olmadı / ilk kanı böylece akıttınız”. Veliler akademik başarıya o kadar odaklanmıştır ki çocuklarının başına geleni görmez ya da önemsemez. Camia “kol kırılır, yen içinde kalır” der, “aynı gemideyiz, gemiye zarar vermeyin”, “ne olursa olsun, yeter ki okulun adına leke sürülmesin”.

Alois Wittlin.
Alois Wittlin.

Bir zorbalık cezalandırılmadığında normalleşir ve süratle bir ileri seviyeye taşınır. Yatakhanede iktidar sahibi olan aktör, üst devre ya da sınıfta kalmış kıdemli yatılı sınırlarını görmek ister. Kimse tarafından durdurulmadığı sürece zorbalığın derecesini peyderpey artıracaktır. Rivayet odur ki, İstanbul Erkek Lisesi yatakhanesinde bir üst devre, yeni gelenlerin yeni yeni terleyen bıyıklarını zorla tıraş eder. Yatakhane müdür yardımcısı da üst devredeki failleri tespit edip bir temiz döver. Tabii bu disiplinin işlediği bir dönemde cereyan eder. Sorumluluk almak istemeyen, neme lazımcı idarecilerin ya da vekil müdürlerin bulunduğu idare boşluğu dönemlerinde ise zorbalık güçlünün derece derece artırması sonucu daha da vahim bir hâl alır. Hele de mezunlar gibi dış aktörler tarafından destekleniyor, hele de ideolojik bir renkle desteklenip pekiştiriliyorsa… İktidarının sınırı yatakhaneyi aşar, gündüzlüleri, kulüpleri içine alır. Sosyal ilişkileri merkezden yönetir; insanları birleştirir, ayırır. İntiharlar, teneffüslerde bahçede meczup gibi dolaşan yalnız ergenler bu zalim ve gaddar yatakhane dünyasında vakayı adiyedendir.

Akran zorbalığının artıp azalması pek çok faktöre bağlıdır şüphesiz. Çağın ruhu ya da konjonktör faktörüne Tanıl Bora şöyle dikkat çekiyor: “Bu havanın [İEL’nin hem memleketin en iyilerinden biri hem de farfarasız bir kamu okulu olması, kolej kibrinden uzaklık, varlıklı ailelerin çocuklarıyla darlıktan gelenlere bir eşitlik havası teneffüs ettiren kalenderlik] tabii ki zamanın ruhuyla, mevsimin sol olmasıyla ilgisi vardı. Yıllık çıkartmayan kuşak namı almamız da bunla alakalıydı; bütün toplumsal geleneklerle beraber, okulun geleneklerine de meydan okuyan bir hava esiyordu o zamanlar. (…) 70’lerin sonuna doğru, bizden bir iki sene önce abilik sırası gelenler, bu töreleri ilga etmeye başladılar” (“İstanbul Erkek Lisesi ve Bizim Sınıf”, Kebikeç, 37, 2014, s. 98-99). Bizim dönemde de benzer bir değişim yaşanıyordu.

Ki ben 1993-2001 arası, sekiz sene yatakhanedeydim. Dolapları kilitleme geleneği ilga edildi, her şey devre içi, hatta iki devre içi kolektif kullanılır oldu. Biz üst devrelerden hem günlük hem ideolojik zulüm ve zorbalık görsek de bütün basıncı emip soğurduk, bir üst devremizle bir olarak bizden aşağıya -nadir bir iki vaka dışında- zorbalık sadır olmamasını, sızmamasını sağlamakta muvaffak olduk. Bunda belki 90’ların sonundaki politik sıkışmanın toplumdaki muhalefeti çeşitlendirmesi ve ittifaka itmesi etkiliydi. Aynı zamanda eli sopalı sıkı yatakhane otoritesi devreler arası zorbalığı önleyici bir etki de yapıyordu ve mezunlarla etkileşim, yatakhaneye giriş çıkış, olması gerektiği gibi, sıkı bir şekilde denetleniyordu. Tabii bu bizim, zorbalık konusundan bağımsız olarak, pazar geceleri kaçmamıza mâni değildi.

Okulun/harflerin çocuğu

Fahrenheit 451.
Fahrenheit 451.

Okul ile yatakhane çoğunlukla aynı mekânı, en azından aynı bahçeyi paylaşır. Gündüzlülerin hayatı ev ve okul arasında bölünür, onlar mesaileri bitince okul mekânını terk ederken yatılılar okulda okulu bekler, okulun bekçisi gibidirler. Bunu daimiler her hafta sonunda, haftada bir evci çıkan yatılılar da en çok kar tatillerinde anlar. Okul binası, bahçesi, yatakhane ıssızca, savunmasızca ve kuralsızca önüne serilmiştir. Tamamen ona aittir. Kıyamet sonrasında, zamanın dışında bir an, bir vakum, otorite boşluğu yaşanır. Yatılıların istilası… Bazı okullarda etütler sınıflarda yapılır, yemek için, maç için okulun mekânları kullanılır. Yatılı, okulun esas sahibidir. Gündüzlüler, öğretmenler ve idare gittiğinde okul ona kalır, okulla baş başa kalır. Gündüzlünün hayatı ailesiyle okul arasında bölünürken yatılının hayatı okuldaki bir faaliyetle okuldaki başka bir faaliyet arasında bölünür en fazla. Evi okul olan biridir yatılı. Okul onun evi, eğitim onun yuvası, hatta vatanıdır. Okulunu, evini, haşa varlığını eğitime borçludur. Genç yaşında bir filoloji profesörü gibidir. Hani mesela Fahrenheit 451’deki bilge profesör gibi. Uzmanlığı harflerdir. Yine yazma çizme ile ilgili olarak, hukuk dünyasına da erken girer. Anne baba yerine dilekçeler yazılır, izin kağıtları taklit edilir. Küçük bir istida profesörüdür yatılı. En iyi dilekçeyi o yazar. Yatılı kendi gurbetini tahsille hafifletir. Nasıl çingenelerin vatanı müzikse, yatılıların vatanı da harflerdir. Yatılı bir nevi harfler dünyasının çocuğu olur. Hepsi değilse bile bir, belki büyük kısmı; açıktan değilse bile gizli. Öte yanda okumak onu tehlil ile özgürleştirebilir de, nihilizme de sürükleyebilir. Ve tabii Bonhoeffer’in dikkat çektiği, “ancak Allah korkusu ile mümkün olan bilgelik”ten nasibi olmayan “ahmakların en büyük tehlike olması” gibi bu kadar cehalet ancak tahsil ile de mümkün olabilir.

Anna Matyukhina’ya ait bir tablo.
Anna Matyukhina’ya ait bir tablo.

Eleştirinin/geleceğin çocuğu

Humboldt’la anılan “şahsiyet inşa” (Bildung) idealine göre yeni nesillerin henüz bilmediğimiz bir dünyaya, klasiklerle bağ kura kura, haşır neşir ola ola, onlardan aldıkları manevi güçle, bizden ileri ve çağdaş bir karşılık vermeleri, bize meçhul olan yeni bir cevap üretmeleri beklenir. Yatakhane bir boyutuyla buna benzer. Hocalar geleneği ve bütün eski çözümleri değersizleştirir. Bu da köksüz de olsa bir yeniliğe gebedir. Fakat yatılı, hocaların da içyüzünü bilir. İsmet Özel’in “gece onun kimlerle buluştuğunu araştırdım” mısraındaki gibi… Hele nöbetçi hocalarla aynı yatakhanede yatmaktadır. Sadece mecazen değil, lafzen, fiilen de öğretmenlerin sahne arkasında ne işler karıştırdığını bilir. Henüz meslektaş değilse de onunla kaderdaş, mekândaştır. Öğretmenleri tiye almak, onun kendisine yüklemeye çalıştığı misyon karşısında da eleştirel mesafe kazanmasına yardımcı olur yatılının. Her dediğini de her yaptığını da yapmaz. Akranlarıyla birlikte geleneği keşfetmesinin, kimi zaman da icat etmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Hocalar kadar mezunlara da mesafelidir yatılı. Kendi göbeğini kendisi keser, kesecektir.

Toplumdan, ebeveyninden, akrabalarından, hocalarından, mezunlardan kendisine intikal eden yalanların en azından bir kısmını tefrik edebilecek hâldedir.

Akranlarıyla özerk bir fanus içinde yeni bir kültür inşa etmekle meşguldür. Dünyayı yeniden yorumlamaya açıktır… Tanıl Bora’nın aktardığı gibi, icabında okul asabiyesinden, kendisine aşılanmaya çalışılan bütün elitizm, kibir ve misyondan sıyrılarak, “Biz İstanbul Erkek Liseli değiliz ki, biz 6 Fen D’liyiz!” diyebilir. Bora’nın ifadesiyle, “Bizim aidiyetimiz okula değil kendi sınıf cemaatimizeydi.” Yeri geldiğinde “okul kültürü”, “okul aidiyeti”, “okul geleneği” diye önüne konan icadı da elinin tersiyle bir kenara itebilmesini umut edebiliriz yatılının.

Jack Butler Yeats’e ait bir tablo.
Jack Butler Yeats’e ait bir tablo.

Bir olasılıklar uzayı olarak yatılılık

Yatakhane çok şeylere gebe. Kaç yaşında gidildiğine, nasıl bir kültürün cari olduğuna, otorite yapısına ilh. göre. Yatılı “gücün çocuğu” olarak zorbalıkta, akran zorbalığında çağ atlamak ve yeni zulümler keşfetmeye sarf edebileceği gibi, “geleceğin çocuğu” olarak muhtariyetini gelecek yepyeni bakış açıları ve çözümler üretmeye de kullanabilir. Peki, bu erken ayrılık ve akran zorbalığı dünyasında yolunu bulmaya çalışmak ne kadar gerekli? Zorluklar sakatlamaz, öldürmezse büyütür, geliştirir, peki. Ama sebebi yokluk değilse, sırf iyi bir tahsilin önemine binaen, bu kadar zorluk bile isteye çekilir şey midir gerçekten yatılılık? İçinden çıkılınca, geride kalınca güzel bir şey, benzersiz bir renk, bir imkân, bir ruh belki. Fakat şu sorular kulaklarımızda, hatta uzayda yankılanmaya hep devam edecek: Şart mıydı? Onsuz olmaz mıydı? Bunca kayba değer miydi? Değdi mi? Ya içinden çıkamasaydık? İçinden çıktık da ne oldu?...

1. Garip gelebilir ama buna “müstahdemlerin/ dayıların çocuğu” olmayı da ilave edebiliriz. Bazı müstahdemler baba gibidir ama baba da olmadığından daha ziyade dayıdır, anne tarafından erkek bir akrabadır. Özellikle yaşlıca müstahdemlerin, Yusuf Dayı’nın, Bahçıvan Dayı’nın yeri ayrıdır. Sınıfsal durumları itibariyle de bir öz konum bilgisi değilse bile bir halklaşma temayülü sağlar onların konumu. Yeri gelir namazlar tahta seccadelerde yatakhanelerinde, odalarında kılınır; kimi zaman da en mahrem duygulara sessizce şahitlik ederler.

2. Kampus üniversiteleri de bu anlamda ulus-devletlere değilse bile, başka ideolojilere “parasız yatılı” ya da kısaca “yatılı” yetiştirme yerleridir. Bu açıdan yatılı okullarla aralarında benzerlik vardır.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.