Yüzü yazıya konu etmenin zorluğu bu dönemde neden yeniden tartışılıyor

Doğanın yüzü, kültürün yüzleri
Doğanın yüzü, kültürün yüzleri

Yüz hakkında yazmaya nereden başlamalı? Her gün deneyimlediğimiz bir gerçekliği yazının nesnesi kılmak hiç de kolay iş değil. Bakıp geçtiğimiz yüzlere mi dönmeli yazı? Bakakaldığımız yüzler hakkında mı konuşmalı yoksa? Hatırlamadığımız yüzlere ne demeli? Bir yerlerden çıkaracak gibi olduklarımız? Sadece resimlerde gördüğümüz yüzler daha mı az hak ediyor yazıya konu/k olmayı? Yıkadığımız, kaşıdığımız, farkında olarak veya olmayarak bin bir şekil verdiğimiz, kızaran bozaran o somut yüz ne olacak? Sakal ya da saç, göz ya da ağız hakkında konuşsak bile dallanıp budaklanacak bir yazı, bunlardan fazlasını barındıran yüzü ihata edebilir mi? Bu yazıda amacım, yüz hakkında konuşmanın zorluğunu kültür ve doğa kavramları etrafında tartışmak.

Kültür tarihçisi Peter Burke.
Kültür tarihçisi Peter Burke.

Kültür tarihçisi Peter Burke, “Kültür tarihçileri geleneksel olarak maddi kültüre düşüncelerden daha az önem vermişler, madde alanını iktisat tarihçilerine bırakmışlardır.” diyor ve “Norbert Elias’ın uygarlaşma süreci hakkındaki kitabında çatalın ve mendilin tarihine ayırdığı sayfalar, zamanına göre sıra dışıydı.” diye de ekliyor. Burke’ün gözleminden hareketle söylersek, yüz maddi kültür tarafında mı kalıyor, düşüncelerin tarafında mı? Hangi tarafta olursa olsun diğer tarafla ilişkili olduğunu söyleyip işin içinden çıkmak bir seçenek. Ne var ki Uygarlaşma Süreci’nin tarihi 1939 ve maddi kültürün herhangi bir parçasıyla kültür arasında ilişki kurmak günümüzde hiç de “sıra dışı” sayılmaz.

O hâlde maddi kültür ve düşünce şeklindeki ikiliğin bir benzeri ama daha köklüsü olan doğa-kültür ikiliğine bakmakta yarar var. Doğa aydınlanmanın temel kavramlarından biri, belki de birincisi olarak öne çıkmıştır. Ayak bağı olarak görülen geleneksel kurumların, bu kurumları ayakta tutan ilişkiler ağının, bu ağın bir parçası (kölesi veya üyesi demek de mümkün) olan insanın yerini doğa düşüncesi almıştır. Hristiyanlık insanı tarihin esiri yaparken aydınlanma doğanın esiri yapmıştır. Bunu yaparken Yunan’a dönmüştür. Eski Yunan bir nevi tarih öncesi, tarih üstüdür çünkü. Evrensel insanın, evrensel hukukun, evrensel estetiğin sırları oradadır. Tarihin örtüsü çekip atıldığında görünen doğa, yani çıplaklık orada öylece durmaktadır: Afrodit, Persephone, Apollon, Venüs, Dionysos…

İnsanın doğası olmadığını, tarihi olduğunu söyleyen Ortega Y. Gasset’ye hak vererek diyebiliriz ki yüzün doğası değil tarihi ve kültürü vardır. Yüz toplumla bireyin kesiştiği yerdir.
İnsanın doğası olmadığını, tarihi olduğunu söyleyen Ortega Y. Gasset’ye hak vererek diyebiliriz ki yüzün doğası değil tarihi ve kültürü vardır. Yüz toplumla bireyin kesiştiği yerdir.

Bugünün dünyasında konuştuğumuz biri insan doğası, evrensel hukuk, aklın ışığı gibi şeylerden söz ediyorsa onu ciddiye almakta zorlanırız. Bu durum sosyal bilimlerin ulaştığı noktadan habersiz biriyle karşı karşıya olduğumuzu fark etmemizden kaynaklanmaz sadece. Sınıf, statü, ulus, din gibi tarihselliklerin dinamizmi yanında doğa varsayımının durağanlığı insan ve toplum hayatını kavramayı imkânsız hâle getirirken hâlâ bu kavrama yaslanan biri, bilgisizlik kadar ahlaki zaafını da göstermiş olur. Nihayetinde doğaya dair vurgular, felsefi bir dünya görüşünün uzantısı olarak iş görür. Bu görüşün geçerliliği sorgulanalı epey zaman oldu. Felsefenin bittiği (Heidegger’le bittiğini düşünüyorum), deyim yerindeyse sosyal bilimlerin içinde eridiği zamanlarda yaşıyoruz. En fazla sosyal felsefe denebilir, bugün yapıldığı söylenen felsefeye.

Felsefeye bağlı dünya görüşü olarak doğa tasarımının kültür kavramında eridiğini söylemek de mümkün. Nasıl uzunca bir dönem doğa kavramı bütün felsefi sistemleri kuşatmışsa bugün de kültür kavramı bütün sosyal bilimleri kuşatmaktadır. Dolayısıyla felsefi dünya görüşünün, sözgelimi romantiklerin doğal insanının yerini toplumsallaşmış birey, bireyselleşmiş toplum şeklindeki ilişkisellik almıştır. Bedeni ruhun hapishanesi sayan klasik felsefi görüşün yerini toplumsal tabakalaşmanın sahnesi veya savaş alanı olarak beden düşüncesi almıştır. Beden cerrahların, anatomistlerin, biyologların ilgi alanı olduğundan çok sosyal bilimcilerin ilgi alanında yer alıyor bugün.

Venüs.
Venüs.

Doğa kültür ve yüz

Kabaca tasvir ettiğim bu sürecin yüze yansımaları neler? Yüz, insan bedeninin parçası olduğu için ilk başta doğanın tarafında görünür. Doğaya benzediği ilk yön, çoğunlukla çıplak olmasıdır. Peki, çıplaklık, soruyu genişletirsek doğa hali, deneyimlenebilir mi? Yine doğanın bir parçası olan akıl kavranabilir mi? Kestirmeden söyleyeceğim şey, doğa hâli hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz. Doğa hâli, deneyim öncesi demektir. Deneyimin başladığı noktada kültür devreye girer. Aklın bile insan zihninde ve dilde kayıtlı/verili olmadığını söyler Bourdieu. Hegelci bir tını barındırsa da aklın tarihsel koşullarda, insan ilişkilerinde gömülü olduğunu savunur. “Deneyim öncesi”, Kant estetiğinden gelen, romantiklerden geçerek günümüze ulaşan bir fikirdir. Nedir deneyim öncesi? Romantikler çocukluğa dönmüştü buna cevap vermek için. Çocuktaki ilkel, eğitimsiz, coşkun yaşam duygusu deneyim öncesi gibiydi. Ama sadece gibiydi. Meselenin aslı yine cevapsız kalıyordu. Romantiklerin yardımına imgelem koştu ve deneyim öncesini ifade eden imge, nesne ve düşünceler yığını bıraktılar geride. Gizemli, grotesk, doğaüstü, ay ışığı, ırmak çağıltısı, büyücüler, cüceler, devler, hayaletler, vampirler… Kısacası dile gelmez olan. Bu düşünce, dile gelmez olanın dile gelişi anlamına gelen pek çok şiir tanımında günümüzde de varlığını hissettirir. Sanatçının özgürlüğü ya da özerkliği fikrinin temelinde de sözünü ettiğim doğa düşüncesi ve romantik tavır bulunur.

Düşünce tarihinde romantizm kadar edebiyatla felsefenin iç içe geçtiği akım bulmak zor. Tam da bu yüzden edebiyatın romantizmin safrasından kurtulması hiç de kolay olmadı. Sosyal bilimlerin yükselişiyle birlikte, diyelim son yüz yıldır, edebiyatın tarihi romantizmden kopuş tarihi bir yönüyle. Felsefi doğa tasarımın kardeşi olan ve deneyim öncesinin, tarih üstünün peşinde koşan özerk sanatçı fikri, özellikle sosyal bilimlerin yükselişiyle birlikte son derece zayıfladı. Çıplak, saf, doğal, kendiliğinden ya da kendinde… Adına ne dersek diyelim, ilişkiselliğe konu olduğu an çıplaklığını yitirmiş bir olgudan söz ediyoruzdur artık. Demek ki bedenin parçası olmak, yüzü doğanın tarafında saymaya yahut o yüzün çıplak olduğunu düşünmeye kanıt teşkil etmiyor.

O hâlde yüzün ikametgâhı neresi? Buraya kadar yazdıklarımdan anlaşılacağı üzere yüz, kültürde ikamet eder. Bedenin en çok toplumsallaşan, en çok görülen ve gören, kendisini ve başkalarını en çok nesneleştiren ve özneleştiren kısmıdır yüz. Kısım demek bile abes olur belki. Çünkü yüz çoğu zaman bedenin bütününü temsil eder. Dahası toplumsal aidiyetler ve sınıfsal kaygılar, en yoğun ve en erken biçimde yüzde kendine yer bulur. İnsanın doğası olmadığını, tarihi olduğunu söyleyen Ortega Y. Gasset’ye hak vererek diyebiliriz ki yüzün doğası değil tarihi ve kültürü vardır. Yüz toplumla bireyin kesiştiği yerdir. Toplumdan kendini ayrıştırmak isteyenlere dikkat edin. İlk yaptıkları şey yüzlerine belli bir biçim vermektir. Ya da mahcup bir işçinin yüzü gelsin gözünüzün önüne. Ağzını açmadan yüzü konuşmaya başlamaz mı bu insanın?

Nasıl uzunca bir dönem doğa kavramı bütün felsefi sistemleri kuşatmışsa bugün de kültür kavramı bütün sosyal bilimleri kuşatmaktadır. Beden sosyal bilimcilerin ilgi alanında yer alıyor bugün.
Nasıl uzunca bir dönem doğa kavramı bütün felsefi sistemleri kuşatmışsa bugün de kültür kavramı bütün sosyal bilimleri kuşatmaktadır. Beden sosyal bilimcilerin ilgi alanında yer alıyor bugün.

Antropoloji için yüz çeşitlilik, yerellik, çoğulculuk gibi fikirlerin geliştirilmesinin aracıdır. Sosyoloji için etkileşim biçimleridir. Bu biçimlerin altında yatan sınıf ve statü yatkınlıklarını fark etme vesilesidir. Yüzde ne olup bittiğini, yüzün ne menem bir şey olduğunu en iyi görebileceğimiz yer ise güçlü edebi metinlerdir. Bu metinlerde tarihle sosyoloji, psikolojiyle antropoloji iç içe yer alır. Gelgelelim, bir zamanlar Fethi Naci’nin söylediği gibi, gücünü yitirmiş bir edebiyatla karşı karşıyayız. Kanaatimce bu durum, edebiyatçının sosyal bilimciye fazla güvenmesinden, edebiyatın doğal olarak nesnesi veya konusu olan pek çok meseleyi sosyal bilimciye bırakmasından kaynaklanıyor. Handiyse romantiklerden sonra yeniden deneyim öncesine dönmeye çalışıyor bugünün edebiyatçısı. Deneyim alanı sosyal bilimcilere bırakılıyor. Bırakan ve bırakılan da bazen aynı kişi oluyor. Bırakan akademisyen edebiyatçı, bırakılan edebiyatçı akademisyen.

Sandro Botticelli.
Sandro Botticelli.

Deneyim düzyazıya, düzyazı da akademi sınırlarına hapsedilemeyecek kadar zengindir. Sosyal bilimlerin bitmeyen yöntem tartışmaları, deneyimin zenginlik, uçsuz bucaksızlık ve en çok da laf dinlemezliğine çözüm bulma arayışıdır. Yöntem bir kez tespit edildiğinde deneyim ehlileştirilmiş olur. Elde kalan şey deneyimin veya gerçekliğin sadece bir yüzüdür. Bin bir yüzünün görülebileceği yer ise edebiyattır. Rahmetli Hüsamettin Arslan “yöntemi aşan bilim” hayali kurmuştu. Bilim, yöntemi aştığı yerde edebiyata yaklaşır. Yöntem aşılmadan değil insan yüzü, hiçbir nesne ya da olgu kuşatılamaz. Burada kuşatma fiilini kültürün amiral gemisi olma vasfını kazandıran unsur anlamında kullanıyorum. Sosyal bilimler mi, edebiyat mı? Kültürün amiral gemisi hangisi? Soluduğumuz okuryazarlık havası, bu soruyu anlamlı kılıyor diye düşünüyorum.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.