Arka kapak

Etrafa bakıyorum. bir kadın kafeye giriyor. Bu kadını tanıyorum! Dudaklarımın arasından gıcırtılı bir çığlık duyuluyor.
Etrafa bakıyorum. bir kadın kafeye giriyor. Bu kadını tanıyorum! Dudaklarımın arasından gıcırtılı bir çığlık duyuluyor.

Kitabım yanımda kahvem var müthiş bir gökyüzünün altındayım. Kitabımı masaya koyuyorum. Omuzlarımı geriye atıp geriniyorum. Kahvemden koca bir yudum alırken gözüme kitabın arka kapağındaki söz çarpıyor. İçime bir şey çöküyor. "Ve şunu bil, dedi ona iyice yaklaşarak ne kadar unutmaya çalışırsan çalış, tüm ömrün geçmişinden ibarettir."

Dolgun etli bir kadın kafeye girdi. Gözüne kestirdiği güneşi güzel alan masaya doğru yürüyordu. Eskitme kitaplığın dibinde oturan adamla göz göze geldiler. Adamın bakışlarından rahatsız olarak yüzünü ekşitti. Kahverengi badem gözlerini anında başka yöne çevirdi.

_________________

Polisler köşe bucak beni arıyor. Patronun o gün hemen beni aradığı iyi oldu. Yoksa çoktan enselenmiştim. Ama burada ne kadar idare edebileceğimi de kestiremiyorum. Aslında sadece burada değil, dünyanın herhangi bir köşesinde yaşayıp yaşayamayacağımı kestiremiyorum. Yaşamayı istemekten, yaşamaya çalışmaktan utanıyorum. İçimde hala beni kayıran o sesten utanıyorum. Gözlerimin önünden bir an olsun gitmeyen, dehşetle irileşmiş gözlerin, ömrüm boyunca beni yalnız bırakmayacağını, bir gece olsun huzurla uyumama izin vermeyeceğini biliyorum. Hastalıklı bir sıçan gibi terliyordum, durmadan buz gibi terliyordum. Tüm vücudum çivi gibiydi. Bir hafta geçmiş olması lazım. Naneli şeker kokan kesik nefesi hala yüzüme vuruyor. Resmen bir insanı... Yıllarca yaşamış, anne babasının en kıymetlisi, varsa çocuğunun en büyük koruyucusu, hayalleri, hedefleri, değişmesini istediği, birikim yaptığı, planlar kurduğu bir hayatı...ben...ben...ben yaptım. Ben naptım.

Polisler köşe bucak beni arıyor. Patronun o gün hemen beni aradığı iyi oldu.
Polisler köşe bucak beni arıyor. Patronun o gün hemen beni aradığı iyi oldu.

Lavabonun içine düşüp çırpınan sinekleri uğraşa uğraşa çomakla çıkartan annem duysa ne der. Belki de beni görüyordur. Beni öldüresiye döverdi. Hatta belki kendisi polise teslim ederdi beni. Hem ağlar hem uzun parmaklı elleriyle kolumdan mengene gibi sıkarak götürürdü. Göğsünü gerer dimdik durur bana da sarılmazdı vedalaşırken. Teslim olmalı mıyım yoksa? Elli yaşımda çıkacağım muhtemelen. Elli yaşıma kadar o hapçıların hırsızların yanında yaşayabilirsem, elli yaşında hiçbir baltaya sap olamamış katil olarak dışarı çıkacağım. Nereye gidersem gideyim, bana korkuyla bakıp kapısını örtecek herkes. Birisi de beni dinlemeyecek, dinlese bile içinden "yine de o bir katil" diyecek. Konuşarak çözülebilecek bir şey olsa keşke. Ben aslında kadını kurtarmaya çalıştım desem, yemin etsem... Kocasından özür dilesem. Özür dilemekle affedilemeyecek hatalar var, bu onlardan. Özür dilerim öldürmek istemedim. Yanlışlıkla oldu, umarım sizin açınızdan sıkıntı yoktur.

Elime kitabı alıyorum, ayracın olduğu kısmı açıyorum.

Birer çay aldım arabaya gittim. Duvar dibindeki seyyar satıcının para sayışını gördüm, süt mısır kokusunu iyice içime çektim. Bir sonraki şarkı tahminleri yaptık, bir sonraki şarkı sana-bana-bize gelsin istekleri gönderdik, şarkı kötü çıkınca aa bundan sonraki bundan sonraki, bu sayılmaz dedik. Güneş batıyordu.

Tüm hayatım söndü. İçi dışına çevrildi. İçi boşaltıldı. Artık sadece ne yapacağımı değil ne yapmayacağımı da bilmiyorum. Sabaha doğru bu yabancı evi adımlamaya başladım. Tüm duvarlar üstüme doğru sarkmaya başladı. Nereye baksam o kahverengi gözler benden medet bekleyerek bakıyor, sertçe öksürükle karışık verilen nefesler yüzüme vuruyor. Bir haftadır buz gibi akan terim hiç durmuyor. Nanenin kokusunu duyuyorum. Köpekler uğuldayarak sokak aralarında kol geziyor. Sanki beni arıyorlar. Terden yapış yapış olan vücudum midemi bulandırıyor. Kendimden tiksiniyorum, şu sıska bacaklar kemikli omuzlar baktıkça sinirimi bozuyor. Kitap sinirimi bozuyor, konserve yiyecekler, doğmayan güneş, ayaklarımın çivi gibi oluşu...sinirimi bozuyor. Uyuyamıyorum. Hiç uyuyamadım. Hiç uyuyamayacağım.

  • Oturuyorum, kadının çığlıkları kulak zarlarımı yırtıyor, uzanıyorum, bana bakıyor, kalkıyorum, şoka girmiş kadının gözleri kocaman oluyorlar, yürüyorum, odaları geziyorum. Kadın bana bakıyor. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi. Elleri benim ellerimi sıkıca kavrıyor, elleri titriyor. Kendi suratımın kadınınkinden daha korkunç olduğunu hissediyorum. Köpekler inliyorlar. Işıkları korkumdan açamıyorum. Mutfağa gidiyorum. Bıçak setinden en büyük olanı alıyorum. İki elimle de sıkıca kavrayıp bıçağın ucunu karnıma yaklaştırıyorum. Tüm vücudum buz kesiyor. Buz kesilmeyi son kez yaşıyorum, ayaklarımın altında yeri, ellerimin kavradığı bıçağı son kez hissediyorum. Hissedebildiğim kadar hissediyorum, görebildiğim kadar çok şey görmeye çalışıyorum dımdızlak evde. Bıçağın sapını sımsıkı tutarken defalarca deneyip yapamadığım şeyi, bu sefer yapacağımı anlıyorum.

Gözlerimi sımsıkı kapıyorum. Tüm kanım çekiliyor. Bir boşlukta gibi tüm vücudum uyuşuyor. Midem birazdan delineceğini anlamış gibi içimde fır dönmeye başlıyor. Tüm bu yaşanılanları keşke başka şekilde unutacak olabilseydim. İki elimi de aynı anda kendime çekiyorum. Kazağımın delinme sesinden sonra derimin delinme sesini duyuyorum. Tüm katmanları hatır hatır deliniyor. Kendimi kesme sesimi duyuyorum. Arkamdaki kolona çarpıyorum. Kendimi kaybediyorum. Gözlerimi araladığımda... soğuk. Çok soğuk. Keşke bir not bıraksaydım. Kime bırakırdım ki notu? Belki her şeyi anlatırdım. Yanlışlıkla olduğunu. Sıçrayarak uyanıyorum. Etrafım tamamen kana bulanmış. Her yer vıcık vıcık kan. Etrafa da sıçramış. Galiba debelenmişim. Üşüyorum. Koşuyorum. Gece. Karanlıkta tereddüt edemeden koşuyorum. Ciğerlerim şişmiş. Kucağımda sımsıkı tuttuğum bir çanta. Dar ve bira kokulu ara sokaklardayım. Neresi burası bilmiyorum. Bacaklarımda derman kalmamış.

İki elimle de sıkıca kavrayıp bıçağın ucunu karnıma yaklaştırıyorum.
İki elimle de sıkıca kavrayıp bıçağın ucunu karnıma yaklaştırıyorum.

Birini mi kovalıyorum birinden mi kaçıyorum. Durup baksam diyorum ama durmaya vaktimin olmadığını da biliyorum. Üstümde sanırım takım elbise var. Nereden geldi bu takım elbise? Çantada ne var? Ne oluyor? Bir adım daha atacak halim kalmadığında etrafa bakmak için bir an duraksıyorum. Kiloluyum biraz. Boyum da kısa sanki. Hiçbir bok anlamıyorum. Nasıl oluyor bu. Gürültülü nefesimden başka bir şey duymuyorum. Başım dönüyor. Anında arkamdan bir silah sesi geliyor. Kurşun muhtemelen bir konteynere denk geldi. Can havliyle arkamı dönüyorum, arkamda dört beş tane adam var. Yerimde sıçrayıp kaldığım yerden koşmaya devam ediyorum. Kaçıyormuşum. Kovalamıyormuşum. Çantayı kurtarmaya çalıştığımı anlıyorum. Sokak lambalarının yarı aydınlattığı, duvarları grafiti dolu sokağın birinde bir sedan aniden önüme çıkıveriyor. Sol bacağım sızlayarak koşmaya devam ediyorum. Topallıyorum. Kapısı açık bir bardan içeri ok gibi giriyorum.

  • Tüm insanlara omzumla dirseğimle çarparak kalabalığı yarıyorum ama tüm organlarımı titreten müziği yaramıyorum. Deli gibi yanıp sönen, üstümüzde akan rengârenk ışıklar başımı döndürüyor. Salaklıyorum. Bir masaya geçip gözlerimi kapıyorum ve az da olsa sakinleşmeye çalışıyorum. Barmenden bir büyük bira istiyorum. Ensemdeki zonklama yavaşladı. İçerisi hıncahınç dolu. Rahatım. Tüm vücudum terden sırılsıklam. Ceketimi çıkartıp ferahlıyorum. Yarım saat kadar sonra çantayı da alıp barmenin yardımıyla arkadaki gizli kapıdan çıkıyorum. Etrafta kimseler yok. Saat sabahın beşi. Hangi şehirdeyim bir fikrim yok. Gök puslu. Rastgele adımlarken ilerideki sahili fark ediyorum. Birden ceplerime bakmanın mantıklı olacağının farkına vararak hemen bir banka oturuyorum. Ceketimin sağ cebinde bir telefon. Rehbere, mesajlara fotoğraflara bakıyorum. Hava yumuşacık esiyor. Her tarafı sırılsıklam gömleğim buz gibi olmuş tenime yapışıyor.

Birtanem’den yedi mesaj. Neredesin, nerelerdesin, müzikale niye gelmedin, bir süre konuşmayalım molaya ihtiyacımız var... bir anlam veremiyordum. Patronum olduğunu anladığım adamla mailleşmişiz. Yarın yurt dışına çıkacakmışım. Karıcığım diye bir kartvizit. Uçağım bugün demişim ona, beni yurt dışında zannediyor. Yolculuğu soruyor. Telefonu fırlatıyorum denize. Çantaya da bir tekme atıyorum. Ben unutmaya çalıştım en son. Hem unutmadım hem her şey daha da bok oldu. Kimim ben. Kendi zavallılığıma ağlayacakken sırtıma bir el dokundu. "Affedersiniz, yanınız boş mu acaba?" kenara kayıyorum. Kadın yanıma oturuyor. Kim olduğumu bu saçmalığın ne olduğunu çözümlemeye çalışırken "ister misiniz?" diyor kadın. Başımı çeviriyorum. Gözlerini görüyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Elindeki naneli şekeri bana uzatmış. Karnı bacakları kan içinde. Bank kan içinde. Kuru gözleriyle bana bakıyor. Bakışları donup kalıyor.

Telefonu fırlatıyorum denize.
Telefonu fırlatıyorum denize.

Boğazımı patlatırcasına bağırıyorum, çığlıklar atıyorum. Bankın dibine kusuyorum. Kadın kıpırdamıyor. Unutmuş olmam lazımdı! Unutmalıydım. Ayaklarım birbirine dolaşarak koşuyorum. Kendimi denize bırakıyorum. Buz gibi su beni kucaklıyor. Her yanıma dokunuyor, beni içine alıyor. Rahatlıyorum. Kadını görmüyorum. Sakinleşiyorum. Sonra dayanılmaz bir çaresizlikle çırpınıyorum. Çırpınıyorum. Ciğerlerim tuzlu suyla doluyor. Sonra karanlık, kapkaranlık oluyor. Bir köy evindeyim. Gri saçlı sakallı iri cüsseli bir adam üstüme doğru geliyor. Ayağa kalkıyorum. Adamın göbeğine ancak geliyorum. Vücudum küçücük. Adam hızla üstüme geliyor. Ters giden bir şeyler olduğunu anlıyorum. Geri dönüp kaçmak isterken adam anında yanımda bitiveriyor. Art arda kafama sırtıma yumruklar iniyor. Bir kadın sesi çığlık çığlığa etrafımızda dolaşıyor. Çok korkuyorum. Yerde dertop olmuş dayağın bitmesini bekliyorum. Çorabımdaki deliği ve dışarı fırlayan güdük baş parmağımı görüyorum. Adam bağırıyor.

  • Ev biber kızartması kokuyor. Bağırmalardan bu yaşta sigara içmiş olduğumu anlıyorum. Yaşım kaç? Yine neredeyim ben? Neler oluyor? Odam olduğunu nereden bildiğimi bilmediğim yere geçiyorum. Burası oda değil. Ufak bir kiler gibi daha çok. Yüklük odadan daha çok yer kaplıyor. Kapımı kapıyorum. Ufak bir sedir var, uzanıyorum. En azından burası rahat. Tüm kemiklerime yavaş yavaş ağrı çöküyor. Kerpiçten bu evi daha önce hiç görmedim. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ne yapmayacağımı da. Biraz içim geçtiği anda kapı gürültüyle açılıyor. On altı on yedili yaşlarda bir erkek içeri giriyor. Kulağımdan tutup beni yere çalıyor. "Sen kimsin yatağıma yatıyorsun lan puşt! Kendi yatağını aç!" İşaret ettiği yere yüklüğe gidiyorum. Ağrıyan kemiklerimle zar zor döşeği yere seriyorum. Bir yandan da ağlıyorum. Abim olan çocuk bana gülüyor. "Yine o pezevenkten dayak mı yedin?" diyor. Cevap vermiyorum. "Ama annişin seni korur" diyor dudaklarını büzerek. Daha da tiksiniyorum. Döşek çok rahatsız ve eğri büğrü.

Sedirin alt kısmında bir şey görüyorum. Kitabım. Ayracın kaldığı kısmı açıyorum uzandığım yerden. şarkı kötü çıkınca aa bundan sonraki bundan sonraki, bu sayılmaz dedik. Güneş batıyordu. Yorucu bir gün geçirmiş olmalıyım, gözlerimi açamıyorum. Yorganımı üstüme çektim. Gece tuvalete kalktım. Tuvaleti bulamıyordum. Altıma işememe ramak kalmıştı ki bahçede olabileceği ya da direkt bahçeye işeyebileceğim aklıma geldi. Kapı eşiğinden bahçeye doğru işedim. Göğe baktım. Neredeydim, kimdim bir fikrim yoktu. Biraz uyumuş olmak bu soruları daha aklı başında sormama yardımcı oldu. Galiba kader çizgilerim içinde dönüp duruyordum. Ama kısır bir döngüydü bu. Kıyafetlerime baktım. Abimin eskileri olduğuna emindim. İçeri girecekken bahçeden bir ses geldi. Bir çıtırtı. Bir öksürük. Merdiven trabzanına tutunarak biraz aşağı sarktım. Bahçede oturan biri vardı. Şaşırmıştım. Bu karanlıkta kim ne yapardı. Korka korka yürüdüm. Ayaklarım çıplaktı. Nefesim kesiliyordu.

Görebildiğim kadarıyla söğüt ağacımız vardı. Büyükçe. Dalları yerlere kadar eğilmişti. Ağacın altında biri oturuyordu. Arkası dönüktü. Adımlarım hiç çıtırtı bile çıkarmıyorlardı. İyice yaklaştım. Hiç kıpırdamıyordu. Daha fazla yaklaşmaktan korktuğum bir mesafeye gelince, durdum. Terlemeye başladım. Ayaklarım buz kesmişlerdi. Mesafemi koruyarak yüzünü görebileceğim açıyı bulmak için yürümeye başladım. Oturanı yan profilinden seçince yere mıhlandım. Hızla odama koşmak istedimse de gözlerimi ondan ayıramıyordum. Ellerini karnında birleştirmiş kadın öylece duruyordu. Bakışlarını seçemiyordum. Kafası eğikti. Yaklaştım. Elimle omzuna dokunacaktım ki birden yere yığıldı. Çığlıklar atıp ayaklarım arkama değerek eve fırladım. Yorganımın içinde titriyordum. Unutmamışım. Nasıl unutacağım bunu. Nasıl oluyor bu! Nasıl sileceğim hafızamdan! Gece odama girerken gördüğüm kapı koluna asılı torbayı hatırlıyorum.

İçi ilaç doluydu. Yıkık dökük mutfağa giriyorum. Sağlam bir bardak bulmada zorluk çekiyorum. Nasıl ev bu böyle! Tüm hapları hepsini arka arkaya içiyorum. Midem bulanıyor. Kusmamak için kendimi tutuyorum. Başım dönüyor. Midem burkuluyor. Dayak yediğim oturma odası kılıklı yerin eşiğine yığılıyorum. Ameliyathanenin girişinde sıçrıyorum. Doktor başımda. Kucağında bohça gibi sarılmış bir şey. Bana uzatıyor. "İkisi de sağlıklı" diyor gözleri gülerek. Kucağımdaki kanlı çirkin et birikintisiyle kalakalıyorum. Ameliyathanenin camında kendimi görüyorum. Uzun boyluyum. Bacaklarım incecik. Her tarafı salya gibi yapış yapış, gözleri kapalı, elleri yumruk bu yaratığa bakıyorum. Çıldırmak üzereyim. Hafif kıpırdayan bu bohçayı danışma masasına bırakıyorum. Uzaklaşıyorum. Koridorun sonunda fark ediyorum yerdeki kan lekelerini. Biri sürüklenmiş. Suratım ekşiyor. Artık korkuya kapılmıyorum.

İzleri takip ediyorum tanıdık birini görmeye gider gibi. O kadın yerde. Karnını tutuyor. Gözleri yine bana dikili. Ben diyorum, hıçkırıyorum, ben, ben böyle olsun istemedim. Yemin ederim. Özür dilerim. Konuşmuyor. Ama hiç susmuyor. Kararsız adımlarla depo gibi bir yere gidiyorum. Oturuyorum. Tavanı izliyorum. Kurtuluşum yok galiba. Tüm kader çizgilerimde aynı hatayı yapmış olabilir miyim? Bu olayın gerçekleşmediği hayatımı bulana kadar devam edeceğim. Yoksa delirmem çok yakın. Sersemledim. Nereden aşırdığımı bilmediğim neşteri bileklerime sürtüyorum. Kan önce yüzüme sonra tüm duvarlara sıçrıyor. Bağırarak ağlıyorum. Önce şaşkınlıkla tampon yapmaya çalışıyorum. Kitabım yere düşüyor. Ayraç olan kısım açılıyor.

Güneş batıyordu.

Tuğla motifli duvar kağıtlarıyla süslenmiş şirin bir kafedeyim. Biraz yaşlıyım ama zengin olduğum çok belli. Önümde kitabım var. Ayracım masada. Kahve sipariş etmişim. O geliyor. Kafenin her yanı camekan. Gök masmavi. Hoş tempolu bir caz müzik çalıyor. Huzurlu hissediyorum. İçerisi leylak kokuyor. Oldukça huzurluyum. İstemsizce sırıtıp duruyorum. Kitabım yanımda kahvem var müthiş bir gökyüzünün altındayım. Kitabımı masaya koyuyorum. Omuzlarımı geriye atıp geriniyorum. Kahvemden koca bir yudum alırken gözüme kitabın arka kapağındaki söz çarpıyor. İçime bir şey çöküyor.

"Ve şunu bil, dedi ona iyice yaklaşarak ne kadar unutmaya çalışırsan çalış, tüm ömrün geçmişinden ibarettir."

Etrafa bakıyorum. bir kadın kafeye giriyor. Bu kadını tanıyorum! Dudaklarımın arasından gıcırtılı bir çığlık duyuluyor. Yine olmamış. Tüm kader çizgilerimde niye bu kadın var! Arkasından da bir adam. O adam! Kocası. Terler boşanmaya başlıyor sırtımdan. Solumdaki polisin belindeki silahı görüyorum.

Dünyanın oyununa geliyorum.