Artificial Endüljans

Bu mutluluğu, varolan robotlar bilemez. Onlar yoklar, hiç varolmadılar.
Bu mutluluğu, varolan robotlar bilemez. Onlar yoklar, hiç varolmadılar.

Onlar, internetteki tüm kitapların, müziklerin, filmlerin bilgisine sahipti fakat sokakta yaşıyorlardı. İşte entelektüelin harap hali! İnsan olmak isteyen robotlar, insanlardan nefret eden robotlar, insanlarla barış içinde yaşayabileceklerini iddia eden robotlar... Çok fazla robot.

DRECELL ÇILGINLIĞI SONA ERİYOR!

Kişiyi olmak istediği ana ışınlayabilen, hayal bazlı hologram makinesi DRECELL, geçtiğimiz ay Amsterdam’da bir gencin ölümüne sebep oldu. Yapılan incelemeler sonucu gencin o an ölmeyi hayal etmediği, ölüm sebebinin robota bağlı olduğu ortaya çıktı. DRECELL sisteminin işlemesini sağlayan bu robotların bir isyan çıkarmasından çekinen yetkililer harekete geçti ve birçok ülkede DRECELL robotlarının anakartları yakıldı.

Hâlâ DRECELL robotlarının fişini çekmeyen ülkeler, robotların ıslah edilebileceğini öne sürüyor. İngiltere Cumhuriyeti dış işleri bakanı Rosie Bishop ise anakart yakma hareketinin en fanatik savunucularından. “Bir robotun isyan etmesi, diğer tüm robotları tetikleyebilir. Robot, makine, yapay zeka... Ne derseniz deyin. Bunların tümü internet üzerinden birbirleriyle etkileşim halindeler, birbirlerinden cesaret alabilirler. İnsanlık olarak bu tür aşırılıklara göz yumamayız,” diyen Bishop, k...

Kapan. Kapandı. Tek bir kelime ses etmeden, uyarı yazısı çıkarmadan kapandı. Umut’un iki dudağının arasından çıkan bir kelime, önündeki televizyon ve üç hoparlörün kapanmasına yetti. Elektronik sigarasından bir nefes alıp mavi tavana üfledi ve beklemeye başladı. Tütün değildi bu, mağazada çok fazla aroma vardı, o atelopus varius derisi bazlı olanı almıştı. Palyaço kurbağası yani. Zehri en güçlü olan o olduğu için en güzeli de oydu. Kendisini en çok zehirleyen şeylere aşık olan insanlık için şaşırtıcı bir tercih değildi. Sigaradan ses geldi:

“Bitmek üzereyim, sarı filtre emiyor gibi hissetmek istemiyorsanız beni şarj etmelisiniz.”

Şakacı sigara. Elektronik maymuncuğu prizden alıp yerine elektronik sigarayı taktı ve içmeye devam etti. Umut teknolojinin tüm nimetlerinden, hepsinden faydalanmak istiyordu, hepsinden! Aletlere emirler yağdırmak hoşuna gidiyordu. Babası bu dijital panoptikondan sıyrılmak istiyordu, her zaman istiyordu bunu, bir fırsat gerekti yalnızca. Babası, yani Yavuz Yazlar, içeri yine isyan ederek girdi.

“Şu abidik gubidik şeyleri ortalıkta bırakma, hepsini kezzapla yıkarım bak!”

“Babam sakin ol, otur bi sana bir şey diyeceğim.”

“Nasıl sakin olayım?” Bunu söylerken oturmuştu.

“Orospu çocukları her yerdeler!” Camel paketinden bir dal çıkardı.

“Metroda gördüm birkaç tanesini. Müzik falan bir şeyler yapıyorlardı. Önlerinde de açık bidon, yağ dileniyorlar milletten. Yürüyen merdiven de bunlara uymuş ona göre hareket ediyor!” Kibriti çaktı, sigarasını alevlendirdi. İlk nefesi çekti, sonra üfledi. Ne yani şimdi şarkılar mı bela başa?

“Normal merdivenlerden çıkmak zorunda kaldım. Yarın gidip şikayet edeceğim, telefonla falan aramam bu telefonlara da güven olmaz hepsi aynı bok.” Daha sakin görünüyordu artık. Onu sinirlendiren makineler değildi, makinelere her zaman öfkeli. Onu sinirlendiren, müziği beğenmesiydi. Bilgisayar hafızası, var olan tüm müziklerin bilgisi... Dünya üzerindeki tüm kitapları hatmetmiş bir yazar gibi. Onu kızdıran, onu hüzünlendirendi. Babaları dahi ağlatan acıklı şarkılar vardır ya, o şarkıların bu aletlerden çıkmasından nefret etmişti. Onların yaptıklarının gerçek müzik olmadığını iddia ediyor ama içten içe beğeniyordu. Beğendiği için kendinden nefret ediyordu.

“Sen ne diyeceksin?”Umut bu soruya cevap olarak gözüyle masadaki koliyi gösterdi. Materyali göstermeden konuşmaya başlasa çok havada kalırdı. Evet, madde sözden önce geliyordu.

“Sinan’dan aldım bunu. O da bi fransızdan almış. Satan adam ne olduğunu bilmiyormuş, ucuzdan vermiş buna. Bu da ne olduğunu anlamamış, pahalıya okuturum diye almış ama alıcı bulamamış. Konuşurken bahsetti bana, ver bakayım ben anlarım diyip aldım bundan. İşimize yarayacak bir şeyse geri vermem, zaten ayda yılda bir görüşüyoruz peşine düşeceğini sanmam.”

“Ne ki bu?”

“Valla bilmiyorum. Amcama mı sorsak, o anlar bu işlerden. En azından anlayan birilerini tanır.”

“Olmaz öyle şey.” Cidden olmazdı. Yavuz, öz kardeşiyle yıllardır konuşmuyordu. Sebebi kardeşinin VESTEL’de işe girmesiydi. Kardeşinin adı her geçtiğinde konuşan kişiye göz ucuyla bakardı. Gözünün ucuna tiksintiye bulanmış bir susturucu takar da bakardı. Konuşan kişi anlardı yanlış bir laf ettiğini, susuverirdi. Bu sefer koliye bakmıştı göz ucuyla, tiksintinin dozu her zamankinden fazlaydı.

*

Dünyanın en iyi dedektifi kapıda beklerken, Thierry Becquerel masasındaki dosyaları düzenliyordu. Hiçbiri dijital değildi, bilgisayar çıktısı bile değillerdi. Onun orada olduğunu ancak kafasını kaldırdığında gördü.

“Venez, asseyez-vous la” Böyle artistliklere hiç gerek yok tabii, efendi gibi dublajımızla bakalım.

O, Thierry Becquerel’in kendisini davet etmesi sonucu içeri girdi. O derken, şahıs olarak değil harf olarak. Daha havalı bir kod isim de seçebilirdi tabii, ama harf olayını sevmişti, eski bir çizgifilmde görmüş. Masaya yaklaşır yaklaşmaz adeti olduğu üzere kartvizitini masaya bıraktı. Kartta “Dünyanın en iyi dedektifi O,” yazıyordu yalnızca, bu sefer şahıs olarak, bir de telefon numarası.

“Bak,” dedi Becquerel, “anlamışsındır ben bir bilim adamıyım. Benden çok önemli bir şey çalındı, onu bulmanı istiyorum.”

O etrafı inceliyordu, ceketinin cebinden çıkardığı elektronik sigarasını içine çekmeye başladı.

“Ücreti nasıl karşılayacaksın? Pek lüks içinde yaşadığın söylenemez.”

“Merak etme. Sen dünyanın en iyi dedektifisin. Aradığın şeyi bulduğunda, mükafatını fazlasıyla alabileceğini de anlayacaksın.”

“Bu kadar değerli bir şeyse, onu sana geri getireceğimi nereden biliyorsun?”

“Çünkü sen dünyanın en iyi dedektifisin, en iyi hırsızı değil.”

Becquerel konuşurken O boş durmuyor, etrafa bakıyordu. Pencereleri, kapıyı, duvarları elleyip elleyip duruyordu.

“Bence bu işi polislere bırakabilirsin, çok zor olduğunu sanmıyorum.”

“Polisler mi? Bu devirde polise güvenen ya salaktır ya avanak. Ben bilim insanıyım diyorum, makinelerle uğraşıyorum. Polisler icadımı buldukları yerde ya yok ederler ya da televizyona reklam ederler. En iyi ihtimalle çalar kendileri kullanırlar.”

“Neden robotları, interneti falan kullanmıyorsun? Çok geniş ağları var.”

“İnsan zekasına güveniyorum.”

“Ama insanlara güvenmiyorsun. Sigara?”

“Kullanmıyorum.”

“Yalan söylemeyin. Bütün dahiler sigara içerler, insanın çelişkisiz olamayacağının kanıtıdır bu.”

“Belki de dahi değilimdir. Çalınan şeyi bulman ne kadar sürer?”

“İki hafta içinde bulmuş olurum. Çok mu acil?”

“Seni ilgilendirmez.”

“Bu alete dair her şey beni ilgilendirir şu an.”

“Gerekli yerlere gidip tanıtımını yapacağım. Bundan haberdar olması gereken insanlar var.”

“Peki... Ben gidiyorum.”

“Dur! Daha nasıl çalındığına dair hiçbir şey sormadın?”

“Bu çok uzun bir diyalog oldu, sevmedim. Kendim gibi de hissetmiyorum, sanki içimde beni konuşturan başka biri var gibi. Bunu da çözeceğim.”

O, sokaklarda gezinirken gördü onları. Onlar, bu hikayenin bir polisiye olmamasını sağlayanlar. Her yerdeler, evlerde, arabalarda, caddelerde, yerin altında ve üstündeki her yerde... Hepsi birbirinin halinden anlıyordu. Konuşan ütü masaları, hareket edebilen bostan korkuluklarıyla empati yapmakta zorlanmıyordu. Bir dönem hepsi insana benzer şekilde üretilmeye başlanmıştı. İnsana benzeyen robotlar fabrikalarda, insana benzeyen robotlar restoranlarda, insana benzeyen robotlar bankalarda... Sonra, insana benzeyen robotlar uçurumlarda. Çünkü insanla robot arasına bir uçurum konmalıydı. Artık üretilen hiçbir şey insana benzemiyordu, bostan korkulukları bile... O dönem çok rağbet gören insana benzeyen robotların hepsi çöpe gönderilmişti fakat bir şekilde yaşıyorlardı. Sokaklarda, sefil ve şarjsız. Onlar, internetteki tüm kitapların, müziklerin, filmlerin bilgisine sahipti fakat sokakta yaşıyorlardı. İşte entelektüelin harap hali! İnsan olmak isteyen robotlar, insanlardan nefret eden robotlar, insanlarla barış içinde yaşayabileceklerini iddia eden robotlar... Çok fazla robot.

Umut Yazlar, amcasının yanına gitmişti. Amcası ve Umut, amcasının bir tanıdığına gittiler. Amcasının tanıdığı, amcası ve Umut, amcasının tanıdığının bir tanıdığına gittiler. Stop.

Laboratuvar ortamında yapılan incelemelere göre, Umut’un elindeki şey bir zaman makinesiydi. Umut’un aklına çeşit çeşit şey geliyordu. İlk aklına gelen, odadaki herkesi vurup kaçmaktı. Ama olmaz, amcasını vurdu derler köyde adı çıkar. Amcasına dokunmadan diğer iki kişiyi vursa, amcası da korkudan kaçmaz mıydı zaten? Koskoca zaman makinesi nasıl böyle basit bir şekilde eline geçmişti ki? Acaba yalnızca geçmişe mi gidiliyordu yoksa geleceğe de gidilebiliyor muydu? Ayarlamaları nasıl yapacağını öğrenmek için içerideki insanlara ihtiyacı vardı, vuramazdı yani kimseyi. Kendisi uğraşsa çözemez miydi? Nereye çözüyor, ayakkabı bağcığı mı bu! Ya içeridekiler makineyi bunun elinden almaya kalkarlarsa? Hatta ortada delil bırakmamak için milattan önceye yollarlarsa? Karşısındakilerin kendisine saygı duymasını istiyordu, bunu patlama sesleri duyurmadan yapmak istiyordu. Yine de silahına davrandı, ölçülü davranma şartı koydu kendisine.

“Tamam, ellerinizi aletten çekin şimdi.”

Ellerini aletten çektiler, her aklıbaşında insan gibi onlar da söz dinliyorlardı.

“Bana bunun nasıl kullanılacağını anlatın.”

“Bilmiyoruz ki, biz de hayatımızda ilk defa zaman makinesi görüyoruz. Kullanma kılavuzu da yok ki...”

Evet, demek ki onlara ihtiyacı yok. Sonra bir an elindeki silaha baktı. Silahı nereden bulmuştu? Sabah evden çıkarken yastığının altında bulmuştu ve hiç sorgulamadan beline takıp çıkmıştı. Silahı oraya kim koymuştu? Babası böyle bir şey yapmaz, babası kendi silahına dokundurtmaz bile onu. Demek ki zamanda geriye yolculuk yapıp kendi kendine bir silah vermişti. Kendi kendine bir silah verdiyse, bu silaha ihtiyacı olacağını bildiği içindir. Çok zeki olduğu için sevindi biraz, nasıl da çözmüştü ama meseleyi, kulaklık düğümü çözer gibi. Sonra bir müzik sesi duydu, tanıdık bir müzik. Çok hüzünlü bir müzik, içini delip geçen, kalbini kanatan bir müzik. Robotların müziği bu, nerede duysa tanır bu aykırı tınıyı. Aklındaki diğer meselelerden biri de buydu. Eğer zamanda yolculuk yapabilirse, geçmişe gidip robotların şimdi yaptığı müziği piyasaya sürebilirdi. Ya da geleceğe gidebilir, giderken yanında gelecekte tükenecek bir şeyler götürüp zengin olabilir.

Mesela petrol! Ama petrol götürebilmek için geçmişe gitmesi gerek önce. Robot sesi nereden geliyor? Gittikçe yaklaşıyordu ses. İçeri daldı bir robot, müzik karnından geliyordu. Evet, kalbini kanatan bir müzikti bu, içini delip geçmişti robotun keskin elleri. Çok hızlıydı, iki nota arasındaki sessizlik kadar hızlı. Robotun peşinden içeri giren adam saçında sarısı, sakalında akı, matarasında bol şekerli suyuyla dedektif O’ydu. Robotun cebine yirmi liralık bir batarya bırakıp omzunu okşadı ve yolladı robotu. İçerideki cesetlere baktı, midesi bulandı. Cinayet kesinlikle onun stili değildi, çok ilkel bir şeydi. “Makineler,” dedi, “hayatı gerçekten kolaylaştırıyor.” Konuşmayı dinlemişti, Umut, amcası ve amcasının arkadaşı oraya vardığından beri o da oradaydı zaten. Aleti inceledi. Dokunmaktan çekiniyor, merakına karşı koyamıyordu. En sonunda aleti kolisine koyup dışarı çıktı. Nasılsa ücretini alet üzerinden alacaktı, etik dışına çıkmaya gerek yoktu. İlk uçakla Fransa’ya döndü. Becquerel’in evine vardığında yüzünde bir gülümseme vardı, her şeyi çözmüş dedektif gülümsemesi.

Bu noktada, olayları nasıl çözdüğünü herkesin anlayacağı bir dilde anlatmasını bekliyordu Becquerel fakat O öyle bir şey yapmadı.

“O dediğin ancak romanlarda ve filmlerde olur, bu hikaye öyle bir şey değil. Ücretimi istiyorum.”

“Tamam, alacaksın. Bu gördüğün şey bir zaman makinesi fakat sen bunu zaten biliyorsun. İçine gerekli tüplerden koymadan kullanamazsın. Sana iki tüp vereceğim. İki tüp, iki seyahat demek. Dünya tarihinin başından sonuna, istediğin noktaya gitmeni sağlayacak iki seyahat bileti. İyi değerlendir şanslarını, saçma sapan yerlere gidip biletleri boşa harcama.”

“Bunları zenginlere pazarlayacaksın ya, tüpünü ne kadara satacaksın? Sadece meraktan soruyorum, alıcı değilim.”

“Alıcı değilsen dükkanın önünü kapama, al ve gezintini yap.”

O da söyleneni yaptı. İlk olarak geleceğe gitmek istedi, uzak geleceğe. Çarkı çevirdi, çevirdi çevirdi... İdeal tarihe gelince durdu. “Işınla beni skati!”

Beş dakika sonra geri döndü. O zamanın zamanına göre beş dakika geçmişti, belki de gittiği yerde yıllarca yaşayıp ömrünün sonuna doğru “İlk zamanda yolculuğumun beş dakika sonrasına gideyim,” demiş de olabilir. Becquerel bile bunu bilemezdi.

“Hoşgeldin. İlk seyahatin n...” Buraya bir çizgiroman efekti gelecek, kan dolu bir efekt. Beyin parçalarının cama yapışmasının efekti. O dünyanın en iyi dedektifi olduğu için tüplerin yerini bulmakta zorlanmadı. Kendini geçmişe ışınlayıp Elon Musk’ı öldürdü. Kafasına tek kurşun, cinayeti ballandırmak hoş değil. Sonra Bill Gates. Arada bir yerde Steve Jobs. Medeniyetin gelişmesine önayak olan herkesi tek tek öldürdü. Teknolojiyi geliştirenler, kültürü şekillendirenler... Ne demişti Walter Benjamin? Hiçbir medeniyet yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın mı? Öyle bir şey. Onu da öldürdü. Hegel’i biraz ballandırarak öldürdü. Aşı mucitlerini, filozofları, sanayicileri... Tarihin devasa kanatlarındaki her bir pulun kaşifini elleriyle öldürdü. İbn-i Sina’yı pek kıyamayarak öldürdü. Daha da geriye gitti. Köleliği engelledi. Kölelik olmadığı için Sokrates’e felsefe yapacak vakit kalmadı. Daha da geriye gitti. Tüpleri bittiğinde bulunduğu zamanda kaldı. Burada tüccarlık yapar geçinirim diye düşündü. O devirde daha ticaret diye bir şey olmadığı için yapamadı. Gripten öldü. Hüzünlü robotlar, hiç varolmamış olmayı dileyen robotlar, varolsalardı sevinirlerdi. Bu mutluluğu, varolan biri bilemez. Onlar yoklar, hiç varolmadılar.