Banal gerçeklik

 Yüzeye yakın sularda çok yüzdüm, derin sulara dönmeliyim.
Yüzeye yakın sularda çok yüzdüm, derin sulara dönmeliyim.

“Sanal gerçeklik demek istiyorsun!” Bu kez daha bir rahat güldü. Dişleri fena değildi. “Banal sanal denk gelir, kıyamet işleri bunlar…” Sustu. Çaylar tazelenmişti. Denize baktım. “Yüzeye yakın sularda çok yüzdüm, derin sulara dönmeliyim,” diye geçti aklımdan.

“İleri teknolojiye sahip insanlar beyin okur ama çaktırmazlar. Bu teknoloji henüz halka açıklanmamıştır. Gelişmiş devletlerin kozmik odalarında saklıdır o bilgiler. Ben ileri zekâlıyım. Beni aldılar, Los Angeles’a götürdüler. Kafama teller bağladılar ama yandı bilgisayar! Anlıyor musun?”

Beykoz’da, eski kundura fabrikasının orada, asmaları yaprak dökmüş bir kahvehanede otuyorduk. Kafasına balık ağlarından koca bir sarık sarmıştı. Uzun, kır sakalları vardı. Onunla çıtır çıtır yanan sobanın başındaydık. Sarığından olta uçları sarkıyordu adamın. “Avını bekliyor bu,” diye geçirdim içimden. “Çıkma” tabir edilen kırçıllı kalın, hardal sarısı bir palto giymişti. Hani o Eminönü’nden alınan bağış paltolarından. Avrupa’dan yoksullara yardım diye toplanan eski paltolar yıkanıp ütüleniyor, el altından 2. el pazarında satılıyordu. Sıcak, güzel paltolardı. 50, 100 Liraya satılır, sokak modasına aşina dar gelirli sanatçılar, fukara gençler ve ev gailesine para yetiştirme telaşındaki işini bilir ev hanımları bunları bulur alırdı.

Batının yardım sektörleri muazzam bir sektördü. Kârlı bir işti. Bağış giysileri bir şekilde ihtiyaç sahiplerinin eline geçerdi sonuçta. Allah’ın yolları bitmiyordu yani… İşte öyle bir palto vardı adamın üstünde. Berduşlara yaraşan o koku, küf kokusu yoktu fakat! Sobanın sıcağında mis gibi sabun tütüyordu adam. Hatta dayanamamış birkaç kez koklamıştım ortamı. Etrafa göz gezdirmiştim, acep yanılıyor muyum diye. Ama yok ondan geliyordu temizlik kokusu. Bol bir asker pantolonu giyiyordu. Delik deşikti. Deliklerinden yün Ringo donunun kremi sarkıyordu. Paçaları düğmeliydi. 1. Dünya Savaşı'ndan kalmış, savaşın bittiğine inanmamış kaçak bir süvari gibiydi.

Kafesindeki sarıkla insanı işkillendiriyordu... Ayaklarına tüylü mestler, üstüne kahverengi lastik geçirmişti. Mestleri gördüğümde anneannemi hatırladım. Rahmetli, babam bize para göndermeyince bana da almıştı bunlardan. Sonra Aksaray Küçük Langa’nın ilkokul çocukları alay edince çıkarıp atmıştım. Demek ki o yılların orta gelirli veletleri avangart modadan hoşlanmıyorlardı doktor.

Ocaktaki benzi sigara içmekten sararmış olana iki çay, iki karışık tost söyledim.
Ocaktaki benzi sigara içmekten sararmış olana iki çay, iki karışık tost söyledim.

Ergenlik yıllarımda giydiğim yakasız gömlek ve İspanyol paçadan dolayı arkadaşlarımın “Yanımızda yürüme biraz uzak yürü, utanıyoruz senden,” demeleri gibi. Neyse… “Neuzibillah geceleri bi’sürü hap yutturuyorlar. Böyle gözüme kocaman gözlükler geçiriyorlardı. Başka bir dünyaya geçiyordun. Beyninde sinema oynuyor ama gerçek gibi! İşittin mi? İblisler, büyücüler, yılanlar, Allah affetsin cıbıldak kadınlar. Ama ne kadınlar!... Çay içsek mi? Ekmek var mı sende?” Ocaktaki benzi sigara içmekten sararmış olana iki çay, iki karışık tost söyledim. Benimki kepek ekmekli olsun diyecektim ama kendimi tuttum. Böyle sözler buralarda zibidilik makamında anlaşılırdı. Bilirdim. “Osmanlı yenildi duydun mu?” dedi.

“Evet,” dedim “zaman geçiyor!” “Mustafa Kemal Paşa da hakka yürüdü,” dedi. “Öyle,” dedim. İç çekti. “Ama Mevlana Celaleddin Rumi ölmedi bak!” İçimdeki Dalgacı Mahmut artık bir “Hadi ya?” çekecekti ama öyle zekâ gösterilerinden, o hazırcevap şovlarından başka zevklere iltica edeli epey olmuştu. Büyümüştük… “Ölmez,” dedim “Şems de, Yunus da ölmez.” “Şemsi karıştırma o gizli bilgi. Sen tanıştın mı onunla?” Boş bulundum, “Kiminle?” diye sordum. “Yunus’la!” “Yok,” dedim “yetişemedim ben ona.” “Hım” diye başını salladı. “Ayıptır sorması ne iş yapıyorsun? Ekmek var mı sende?” Bir tost daha söyledim. Yazarım dedim. Neyi yazarsın dedi. Kendimi yazarım dedim.

. Çangır çungur bir ses böldü kara kışın ortasında dalgalanan buzdan denizi.
. Çangır çungur bir ses böldü kara kışın ortasında dalgalanan buzdan denizi.

“Seni gidiii” tadında kurnaz baktı, sakalını bir kuğuyu severcesine sıvazladı. Gülünce mavi gözlerini gördüm. “Aferin. Ateşle o zaman varsa bi’şeyler!” Çıkarıp üç beş kuruş verdim. Elini bilekten ters çevirdi, bakmadan aldı, cebine koydu. Bir süre yan gözle beni kesti. Sonra sobaya odun attı. Önce külünü silkeledi ama. Çangır çungur bir ses böldü kara kışın ortasında dalgalanan buzdan denizi. “Sonra ne oldu?” diye sordum dayanamayıp. “Sonra, ol dedi kâinat oldu,” dedi. “Amerika’da diyorum!” “Ha Los Angeles. Meğer bende Banal Gerçekliği deniyormuş adamlar.”

“Sanal gerçeklik demek istiyorsun!” Bu kez daha bir rahat güldü. Dişleri fena değildi. “Banal sanal denk gelir, kıyamet işleri bunlar…” Sustu. Çaylar tazelenmişti. Denize baktım. “Yüzeye yakın sularda çok yüzdüm, derin sulara dönmeliyim,” diye geçti aklımdan. Sobanın çıtırtıları Beykoz’un yeşil çayırlarına belli ki baharı getirecekti. “Basınca dikkat et!” dedi berduş neden sonra. “Efenim?” “Basınç diyorum, birden derine inersen pörtler gözler. Sakata gelirsin. Biliyorsun, insanı iddiasından yakalar bu cenabı Hakk! Aman yakalanma… Al bunu yanında bulunsun.” diye paslı, iri bir anahtar uzattı.

“Napıcam bunu usta?” diye sordum. İşin iyice cılkı çıkmıştı. Adam içimden geçeni bilmişti. “Vakti zamanı gelince anlarsın,” diye elime sıkıştırdı koca şeyi. Mecburen aldım. Anahtara baktım. Dişleri yoktu! Bir çilingir anahtarıydı bu. Zamanında her türlü kapıyı şu veya bu şekilde açardı. Eminim sabıkası da vardı… “Allasmarladık,” deyip kalktığımda başını salladı sadece o. İskelede beremi düzelttim, rüzgâr fenaydı. Bir misina peşime takılmış, sürükleniyordu. Yakamda bir olta ucu vardı. Hiç ellemedim. Zehir kıvamında bir soğuk, kaz tüyü montuma yapışmış, burnum akmıştı. Elimi cebime soktum. Meczubun verdiği anahtar hâlâ yün bir içlik kadar sıcaktı. Elimi yaktı…

  • Yenilik, öyküde son model teknolojileri (tivıtır, instagram, feysbuk) kullanmakla olsaydı, bugün Post Öykü’yü Teknosa bilgisayar bölümü sorumlusu Efe çıkarırdı efendiler! (AE)