Başka Bir Ömer

Ömer Halisdemir
Ömer Halisdemir

Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Zekai Aksakallı, emir astsubayı Ömer Halisdemir’i arıyor ve şöyle diyor: Sana, vatanımız ve milletimiz adına tarihi bir görev veriyorum. Tuğgeneral Terzi vatan hainidir, isyancıdır. Onu, karargaha girmeden öldür! Bunun sonunda şehadet var. Ömer: Başüstüne komutanım.

“15 Temmuz, bozkırdaki çekirdeği harekete geçirdi. Bin senelik hafıza, bin senelik tecrübe bir daha uyandı.”

Ahmet Murat

Bazıları biraz geç uyanmış olsa da

Geride kalan, geç kalan Ömer de diyor kendine. “Vah sana Ömer gene geride kaldın. Yazık sana Ömer gene geç kaldın. Yuh sana! 27 yıldır burdasın ve gene bir şeylere takılıp o esaslı şeye katılamadın,” diyerek ah vah ediyor, söylenip duruyor durup söyleniyor, hayıflanıyor, yazıklanıyor. Birkaç aydır içindeki büyük, ağır acıya bazen gözyaşları da eşlik ediyor.

Bir gece önce geçtiği Anadolu yakasından dönen Ömer, kapandı kaldı Beşiktaş’taki evine. O günden beri dışarı çıkamıyor. Yığılıp kaldı oturduğu evin salonunda. Dışarı çıkmaya yüzü ve hakkı olmadığı duygusuna kapıldı. Duygu denemez tam olarak buna. Duygu hafif kalır. Bir şey gelip Ömer’i kıskıvrak yakaladı. Dışardan değildi gelen. İçerden, en derininden çıkıp gelen bir şeydi. Çok güçlüydü o ses, o gerçeklik, belini büken o ihmalin vebali. Ömer benliğine yayılan bu şeyle baş etmek istemedi. Kendisini kıskıvrak yakalayan suçluluk ve pişmanlığın taş gibi ağır ve somut gerçekliğine teslim oldu. Yalana sığınmayacaktı, mazeret üretmeyecekti. Bu sefer kaçmayacaktı, kaçıp bir yerlere saklanmayacaktı. Kimseyle görüşüp konuşmayacaktı, hiçbir insana, hiçbir kucağa sığınmayacaktı. Emir böyleydi. Kitapta yazılıydı. Belki karşılaştırma yanlıştı ama olsundu. İsmini zor da olsa hatırladığı Ka’b gibi affedilmeyi bekleyecekti. Kitabın tarihselliği daima aşan, değişmeyecek hakikati buydu. Bu hakikat tarafından zaptedilmişti.

Melda’yla nişanlanmak üzere olan Ömer, ODTÜ mezunu Ömer, o gece Birinci Köprü’den geçti. Ömer sola baktı, sol taraf boştu. Aracın çakmağına bastı ısınıp yansın diye. Köprüden Avrupa’ya geçiş yoktu. Köprünün bitimine doğru Ömer askerleri gördü. Aracın atan çakmağıyla sigarasını yaktı. Askerler nişan almışlardı. Ömer askerlerin karşısındaki insanları da gördü. Silahsızdılar. Telaşla sigarasından üst üste bir kaç nefes çekti. Silahsızdılar ve gitmiyorlardı, dağılmıyorlardı. Tankların yanında nişan almış vaziyette bekleyen askerlere yaklaşıyorlardı. Sigarası tam bitmeden izmariti tedirgince camdan attı. Ömer bunları ve başka şeyleri gördü. Yerinin o insanların yanı, arası, içi olduğuna…

Ömer sesler de duydu. Allahu Ekber! Ya Allah Bismillah Allahu Ekber! Siz kime silah doğrultuyorsunuz lan? Kimin askerisiniz siz? Küfürler işitti. Ömer’in ayağı frendeydi. Eli anahtara yöneldi. Kontağı kapatacaktı. Çünkü gönlünde bir çağrı çağıldıyordu. Çok derununda çağıldayan bir çağrı. Sanki cennet çağrısıydı. 3 yıldır, 5 yıldır, kaç yıldır böyle bir şey olmuyordu. Heyecanlandı. Çok uzaktan geliyormuş gibi olsa da gönlünün çağıltısıydı bu. Çağrı, bozulmamış bölgeden geliyordu. Ömer tam içinin bu çağrısına evet demek üzereyken, evet deyip aracını durdurmak ve ondan inmek üzereyken telefonu çaldı. Ömer sonradan pişman olacağı bir uyanışla o cennetlik halden uyandı ve telefonunun ekranına baktı. Bir üst gerçeklikten, peşinden sürüklendiği bir gerçekliğe uyandı. Arayan Melda’ydı. “Nerdesin sevgilim?” dedi. “Hadi Kadıköy’deki o kafede seni bekliyorum. Çabuk gel hadi,” dedi. Sesi çok tatlıydı. Ömer ayağını frenden çekti.

Ömer’in uyandığı bu gerçeklik pusluydu, bulanıktı, dumanlıydı. Ateşten, dumandan yaratılan şeytana benzeyen bir gerçekliğe mi uyanmıştı? Gözlerine belirsiz bir perde inmişti. Dalgındı, kalbinin sesini susturan şey bilincinin yollarını da büyük oranda kapatmıştı. Arabasını sürerken hareketleri insiyakiydi. Sürekli kullandığı bazı yollar da kapatılmıştı. Başbakan bir kalkışma teşebbüsünden bahsetmişti. Radyo açıktı. Ankara’dan kötü haberler aktarıyordu radyodaki spiker. Ömer araba sürmeye devam ediyordu. Köprüye doğru yürüyen gruplar geride kalmıştı. Yine de nerdeyse her yerde çeşitli yönlere doğru hareket halinde olan insanlar vardı. Emin adımlarla bir yerlere seğirtiyorlardı. Ömer kafeye kilitlenmişti. Ömer kilitlenmişti. Ömer içinin çağrısına kulak tıkamış, Melda’nın çağrısına evet demişti. İç sesiyle içinde büyüttüğü Melda ilk defa bu kadar açıkça çelişip çatışıyorlardı.

Melda bekletilmezdi. Melda’ya hayır demek kendini uzun sürecek kaprisler dönemine düşürmek, mutsuzluğa mahkum etmek demekti. Ömer ara yollardan geçerek Kadıköy’e vardı. Mercedesi parkedip indi. Kadıköy’de bir alışveriş yoğunluğu vardı açık dükkanlarda. Aldırmadı. Kafeye yürümeye başladı. Burnuna kötü kokular geliyordu. Burnunu tıkayarak kafenin merdivenlerini tırmandı.

O gece Melda’nın yeşil gözlerindeki ışıltı yetmedi Ömer’in içini aydınlatmaya. Ömer Melda’yı yanaklarından öptü. Oturdular karşı karşıya. Melda konuştukça konuştu. Ömer Melda’nın anlattıklarını kalın bir perdenin ardındaymışçasına dinledi. Yaklaşan nişanlarından bahsediyordu. Yapacakları alışverişten. Çok güzel olacaktı.

Korkmaya gerek yoktu. Bu yaşananlar gerçek değildi. İnsanları anlamıyordu Melda. Neden sokağa çıkmışlardı ki. Hiç kafaları basmıyordu bunların. Kalkışanlara karşı konulmamalıydı Melda’ya göre. Ömer, Köprü’deki insanları anlatınca iyice şaşırdı ve kızdı Melda. Ne zaman toparlanıp çıkmışlarlardı? Nasıl böyle çabucak toparlanıp, haberleşip meydanlara ve köprüye yürümüşlerdi? Bu işte bir iş var, dedi Melda. Dedi de dedi, konuştu da konuştu. Ciddi ciddi korkmuştu Melda. Kurduğu “pembe panjurlu ev” hayalinin yıkılmasından, yakınlık duymadığı kitlelerin harekete geçmiş olma ihtimalinden... Ömer Melda’nın gözlerindeki korkuyu ve dışarı çıkan insanları küçümseyişini gördü. Melda’nın sözlerindeki ve gözlerindeki küçümseyişten sonra Ömer’in içindeki karanlık daha da kesifleşti. Artık Melda’yı kopkoyu ve ürkütücü bir karanlığın içinden dinliyordu.

Ömer kalkamadı bir türlü. Kalkıp ben gidiyorum diyemedi. Son yıllarda tutturmuş olduğu standartların duvarına çarptı. Her zayıf teşebbüsünde o duvara çarptı ve her çarpışmadan sonra da oraya yığıldığına inanmak istedi ve inandı. Kalkıp yürüyümedi. Yürüyüp gidemedi. Sevgilisi Melda’nın açtığı güvenli yolu tercih etti. Bu bir tercih değildi, bu bir sürüklenişti. Hayır diyemediği Melda’nın peşinden sürüklendi. Melda’nın evine gittiler. Televizyon açıldı. Kimin açtığını hatırlamıyor Ömer. O geceden pek çok şeyi hatırlamıyor. Melda’nın sızlanmalarını, kaprislerini hatırlıyor hayal meyal. Ne oldu sana deyişlerini. Hadi yatalım deyişini. Neden bana dokunmuyorsun Ömer diye sinirlenişini.

Melda uyanmadan Ömer, geceleyin hiç çıkarmadığı pantolon ve tişörtüyle dışarı çıktı. Anahtarı çevirip arabayı çalıştırdığında gözü saate takıldı Ömer’in. Saat 11:20’yi gösteriyordu. Aç değildi Ömer. Yorgun değildi. Korkak değildi. Üzgün de değildi. Ömer hiçbir şey değildi. Ömer hiç olmuştu. Beşiktaş’taki evine varmak üzereyken sağ eliyle gayrı ihtiyari bir şekilde radyoyu açıverdi:

İşte dün geceki darbe teşebbüsünü akîm bırakan çok önemli bir kahramanlık ve şehadet hikayesi…

Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Zekai Aksakallı, emir astsubayı Ömer Halisdemir’i arıyor ve şöyle diyor:

— Sana, vatanımız ve milletimiz adına tarihi bir görev veriyorum. Tuğgeneral Terzi vatan hainidir, isyancıdır. Onu, karargaha girmeden öldür! Bunun sonunda şehadet var. Biliyorsun seninle 20 yıllık beraberliğimiz var. Hakkını helal et.

Ömer:

— Başüstüne komutanım. Hakkım helaldir. Siz de helal edin!