Bir imkânsız tanım denemesi

Fantastik anlatı, gerçek dünyada yaşayan “bizim gibi insanlar”ı, birdenbire kabul edilmesi olanaksız bir olay karşısında bırakır.
Fantastik anlatı, gerçek dünyada yaşayan “bizim gibi insanlar”ı, birdenbire kabul edilmesi olanaksız bir olay karşısında bırakır.

“Fantastik nedir?” denilince birkaç tanım çıkıyor karşımıza. En genel anlamıyla söyleyecek olursak içinde büyü, efsanevi yaratıklar, tılsımlar, lanetler gibi olağanüstülükler barındıran hikayeler, fantastik olarak etiketleniyor. Peki bu tanım bizim için yeterli mi? Yeterli gelmiyor olmalı ki, başka ve daha spesifik hatta yer yer birbiriyle çelişen tanımlarla dolu literatür.

Basit ve herkesin biliyormuş gibi yaptığı sorularla ilgili net sarih cevaplara ulaşmaya çalıştığımız her seferinde duyduğumuz şaşkınlığın sözlükte bir karşılığı var mı? Olmalı, çünkü genelde düşünce özelde ise edebiyat dünyamızda epey yaygın bir durum bu. Wittgenstein, “Üzerinde konuşulamayan hakkında susulmalı” diyordu; biz ise; “üzerinde konuşulamayan hakkında” daha çok konuşmayı tercih ediyoruz. Bir şey bir kere bilinmedi mi üzerine konuşuldukça belirleyici tanım/anlam/kavramın hakikati buharlaşmaya, cümle içinde kullanıldığı her defasında biraz daha muğlaklaşmaya başlıyor. “Postmodern” gibi, “hakikat” gibi, “fantastik” gibi. Neden böyle oluyor? Bu başkalarının yazması gereken bir yazının konusu sanırım. Yine de şu kadarını söylemek için alim olmaya gerek yok:

Sağlıklı tanımlar yapabilmek için bir bakış açısına, içinden konuşabileceğimiz sahici bir dünya algısına ihtiyacımız vardır. Yaşadığımız zaman ve mekânın bu bağlamda bir “yer” olmaktan çok kaygan bir zemin; bir aralık olmasından, yarılmış bir bilinç hali içinde barınmaya çalışıyor olmamızdan kaynaklanıyor olmalı bunca kakafoni.

Bu yazıda becerebilirsem en azından kendi adıma “fantastik” tanımını yerli yerine koymayı, bugün bizim yapmaya çalıştığımızla hakim söylem (“söylentiler” desek de olurdu) arasındaki kesişim ve ayrışım noktalarını belirlemeye çalışacağım.

“Fantastik nedir?” denilince birkaç tanım çıkıyor karşımıza.
“Fantastik nedir?” denilince birkaç tanım çıkıyor karşımıza.

Bir Tereddüdün Tanımı

“Fantastik nedir?” denilince birkaç tanım çıkıyor karşımıza. En genel anlamıyla söyleyecek olursak içinde büyü, efsanevi yaratıklar, tılsımlar, lanetler gibi olağanüstülükler barındıran hikayeler, fantastik olarak etiketleniyor. Peki bu tanım bizim için yeterli mi? Yeterli gelmiyor olmalı ki, başka ve daha spesifik hatta yer yer birbiriyle çelişen tanımlarla dolu literatür.

Modern edebiyatta “fantastik”in tanımını bir teorisyen olarak ilk defa yapan Todorov, Fantastik, Edebi Türe Bir Yaklaşım(1974) kitabında Homeros’tan Cervantes’e, Şekspir’e kadar her yazarda görülen bu doğaüstü’nün türü tanımlamak için yeterli olmadığını söyleyip kolları sıvıyor mesela. Öyle ya Binbir Gece Masallları’ndaki “doğaüstü”lük ile Poe’nun, Kafka’nın, Nerval’in, Maupassant’ın metinlerindeki tam olarak aynı şey olmamalı.1

Todorov’a göre fantastik’in ortaya çıktığı an, “bildiğimiz dünyanın yasalarıyla açıklanamayan olayların gerçekleştiği ve tüm bu olaylar dizisinin kahraman ve okurda kararsızlığa yol açtığı an”dır. Fantastik anlatı, gerçek dünyada yaşayan “bizim gibi insanlar”ı, birdenbire kabul edilmesi olanaksız bir olay karşısında bırakır. “Gündeliğin değişmez yasallığı içinden kabul edilemeyecek olanın fışkırması” okurda ve hatta karakterde bir kararsızlığa sebep olur. Fantastik işte tam bu andadır:

  • “Metin, öncelikle okuyucunun, öyküdeki kişilerin dünyasını canlı kişilerin yaşadığı bir dünya olarak görmesini ve anlatılan olaylarla ilgili olarak doğal bir açıklama ile doğaüstü bir açıklama arasında kararsızlık duymasını sağlamalıdır. Sonra bu kararsızlık, bir öykü kişisi tarafından da hissedilmelidir; böylece okuyucunun görevi bir kişiye verilmiş olur, aynı zamanda da “kararsızlık” metin boyutunda ortaya koyulduğu içindir ki yapıtın izleklerinden biri haline gelir; saf bir okumada gerçek okuyucu öykü kişisiyle özdeşleşir. Son olarak okuyucunun metin karşısında bir tavır takınması (bir yanıt vermesi) gerekir.”

Ve şöyle devam ediyor Todorov; “Yanıtlardan herhangi birisini seçtiğimiz anda fantastikten uzaklaşarak komşu bir alana, ya tekinsiz ya da olağanüstü türlerin alanına girmiş oluruz. (...) Gerçekliğin yasaları olduğu gibi duruyor ve bütün olanları açıklıyorsa yapıt artık tekinsiz türe girer. Ya da tersine okuyucu olayları açıklamak için yeni doğa yasalarını kabul etmek durumundaysa olağanüstü türe girmiş oluruz.”

Bu tanımlama çabası ve tanımlama biçimini anlayabilmek için Todorov’un hangi dünyanın ertesinden hangi dünyanın içinden söz söylediğini anlamamız gerekiyor. Modernist bir teorisyenin modern bir edebi türe yaklaşımından söz ediyoruz sonuç olarak. Unutmamamız gereken şudur ki; sözü edilen mütereddit okur, modern insandır!

Kararsızlıktan Vicdan Azabına Fantastik

Geleneksel dönem, büyük bir hikayenin olduğunu, hepimizin hikayelerinin ayrı ayrı büyük bir hikayenin parçası olduğunu, hikayelerimizin bir yaratıcı tarafından yazıldığını/bilindiğini/yaratıldığını söylüyordu. Varolmak demek, kendi hikayeni yaratıcının emir ve yasakları çerçevesinde yaşamayı bilmek demekti. İnsan, sözgelimi doğayı fethetmekle ilgilenmiyordu, onu başka canlılarla paylaştığı bilgisi, apriori bir bilgiydi onun için. Bu emir ve yasaklar, bilgi, tecrübe, hikaye ile nesilden nesile ulaşıyor, güncelleniyor, öğreniliyordu. Dünya içre bir dünya daha, fizik içre bir fizik daha (öte dünya değil, fizik ötesi değil) olduğuna inanıyordu insan. Dünyaya böyle bakıyor, onu böyle algılıyordu. Hikayeler, daima mucizelere açıktı. Mucizeler evet fizik yasalarının, nedenselliğin iptal edildiği anlardı, ama Allah’ın yaratması olarak yine O’nun ayetlerindendi. Yani yaşamda ve yapıtlarda olağan ile olağanüstülük iç içeydi. Çünkü, büyülü olan tam da fiziki olanın göbeğindeydi her an zaten.

Mitleri yorumlayan yazarların eserleri, bir şekilde mitleri unutturan bir mite dönüştü.

Modern çağda insan, büyük anlatı fikrini reddetmedi fakat insanın kendi hikayesini yazabileceğine tutkuyla inandı. Nietzsche’nin çığlığını hatırlayalım: “Tanrı öldü, onu biz öldürdük!”

Hemen hemen aynı dönemlerde Marinetti, Fütürist Manifesto’sunda şöyle diyordu: “Engin bir gurur vardı üzerimizde çünkü o sırada kendimizi yalnız hissediyorduk. (...) ‘Haydi gidelim’ dedim. ‘Arkadaşlar, koşun! Gidelim! Mitoloji ve Mistik İdeal yenildi sonunda.”

Bireyin ve makinenin yükselişi insanlığın evrene, varlığa bakışını değiştirdi. Başka şeylerle birlikte yaşama duygusu, yerini onları yok sayma, reddetme ve reddedemediklerini de fethetme duygusuna bıraktı. Hikayenin merkezinde insan vardı artık. Önce kupkuru bir gerçekçilik hakim oldu hikayeye, her şeyin akılla açıklanabileceği inancı vs. Bütün hikaye, duyularımızla algıladıklarımız ve kanıtlanabilir olandan, kanıtlardan ibaretti artık. Geride kalan her şey kötü, zayıf, ilkeldi.

Ancak çok geçmeden insanın “metafizik” ihtiyacı yeniden “olağanüstü”nü doğurdu. Olağan olan ve olağanın dışında olan, dünya ve öte dünya ayrımı, gerçek ve fantastik olan ayrımı da böylece doğdu denilebilir. Metafizik, büyü, öte dünya... Realizmin çatlaklarından hikayeye yeniden sızmaya başlamıştı.

Tanrı’nın ölümüyle birlikte dışlanan mitler, masallar, efsaneler kurmaca yazarlarının metinlerinde yüzünü göstermeye çalışsa da adeta bir savunma refleksiyle baskılandı. Acaip şeyler anlatılırken “doğaüstü” ile karşılaşma anı kısa bir tereddüte yol açsa da hızla doğa kanunlarıyla açıklanmalıydı artık.

Tam da bu sebepten Todorov’un örneklerini Poe, Lovecraft, Maupassant gibi yazarlarda bulduğu fantastik metinlerde, kaynağı eski masallar olan olağanüstülükler bir anlığına metne sızsa da mantık daima kazanır. Esasen bu yazarların eserlerindeki “kararsızlık” bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bir çeşit vicdan azabına bağlı gibidir.

Todorov’un vurgulayıp durduğu, teorisinin merkezine koyduğu “kararsızlık” aşırı bir yorum yapacak olursak aslında modern insanın, mitlerin zengin dünyası ve geleneksel dünyanın hayaleti karşısında yaşadığı duygunun adıdır. “Gerçekçi” hikayelerin dünyası henüz geçiş dönemindeki okura neredeyse sıkıcı geldiği için okura arzuladığı, alıştığı “olağanüstü”lüğü vermeli ama yeni dünyanın ilkeleriyle de ters düşmemelidir. Bütün özellikleriyle bir geçiş dönemi türü ve tartışması yürütülmektedir aslında.2

Mitlerin Yeniden Doğuşu

İnsan, kendisini hikâye ederek inşa eder. Hikâye ederek kendi varoluşunu kavrar, idrak eder. Tersinden söylersek kendisini, kim olduğu bilgisini anlattığı hikayelere ekler ve bu sezgisel bilgiyi kendinden sonrasına böylece aktarır. Benjamin, hikâye anlatıcısı makalesinde her gerçek hikâyenin temel özelliğinin kimi zaman ahlak dersi kimi zaman nasihat, kimi zaman bir düstur da olsa mutlaka bir aktarım olduğunu vurgular. Bu aktarma sürecinde gerçeklerden ziyade gerçeği temsil eden hayali öğeler kullanması da deneyimin, bilginin aktarılması ve estetize edilmesi için en ideal yoldur. (Yadırgatma efekti)

Mit ve efsaneler ise sözlü kültürlerde hikâyenin (ve dolayısıyla aktarımın) yüzlerce yıllık yatağı olmuşlardır. Denilebilir ki tüm insanlık bilgimiz, tecrübemiz, dünya tasavvurlarımız ayrı ayrı ve ortak biçimde kendi kültürlerimizin mit ve efsanelerinde çekirdek halde kendine yer bulur. Üstelik C. Levi Strauss’a göre, “mitler insanın içinde düşünmeye devam ederler”. Yani bu aktarım, hikâyenin bu emsalsiz gücü modern çağda hız kesip aksamalar yaşasa da kesintisiz olarak devam etmektedir. Fantastik kurgunun kraliçesi, babaannesi Ursula K. Leguin’in fantastik tanımı şöyledir mesela: “Gerçek bir fantezi, halk hikayesinin, peri masalının ve efsanenin modern uygulamasıdır. Bu türler karakterlerle değil, arketiplerle ilgilidir.”3

Todorov, fantastik türü tanımlayıp ölümünü de ilan ededursun, ondan 20 yıl önce, bugün modern fantastik deyince ilk aklımıza gelen eser İngiltere’de yazılmıştı. Tolkien, eseriyle “kararsızlık kuramı”nı aslında daha ortaya koyulmadan önce imha etmiş oluyordu. Çünkü Yüzüklerin Efendisi’nde ne okur ne de karakter cephesinde herhangi bir kararsızlığa rastlarız; roman bu dünyaya hiç de benzemeyen başka bir dünyada kendi gerçekliğini yaratmış, okurundan, şüphe etmeden oyuna dahil olmasını beklemiş ve başarmıştır da. Aynı yüzlerce yıl önce ateş başında hikayeler anlatan ozan ataları gibi. Kaynağını büyük oranda Kuzey Avrupa mitlerinden alan, elfler, cüceler gibi büyülü varlıklarla dolu bu devasa yapıt/dünya karşısında, modern fantastik tanımı çaresiz kalmaktadır. Yazıldıktan sonraki elli yılda hızla kendi takipçilerini, yorumcularını, teorisyenlerini üreten bu edebi tür kendi edebi geleneğini de ortaya koyarak fantastiğin sonunu ilan eden Todorov’u saha dışına itmiştir.

Kahramanın yola çıkışı çünkü daima ya “evden” dışarıya ya da “eve” doğrudur. Görüldüğü gibi her ikisi için de önce “ev” bilincine sahip olmak gerekir.

İyi Ama Hangi Fantastik?

Batı’da zamanın içinde yuvarlanan bir çığ gibi gittikçe büyüyerek kendi ardıllarını oluşturan Yüzüklerin Efendisi ve fantastik edebiyatın Türkiye’deki karşılığı neydi?

Fantastik yazarları, mitleri yeniden yorumlayan Le Guin, Tolkien gibi yazarların yolundan gitmeyi tercih ettiler.
Fantastik yazarları, mitleri yeniden yorumlayan Le Guin, Tolkien gibi yazarların yolundan gitmeyi tercih ettiler.

Necip Tosun, Modern Öykü Kuramı’nda fantastik bağlamında bir edebi türden değil bir anlatım tekniğinden söz edebileceğimizi söyler. İfadeyi onun bu yerinde tespitinden ödünç alırsak “fantastik anlatım”, bilinçli ya da sezgisel olarak modernleşme hareketine gelenekçi bir itiraz olarak ortaya çıkmıştır desek hiç de abartmış sayılmayız. Aziz Efendi’nin Muhayyelat’ı, Filibeli Ahmed Hilmi’nin Amak-ı Hayal’i, Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, biraz aşırı yorumla Atsız’ın Ruh Adam’ı, Bahaeddin Özkişi’nin Sokakta romanı hem muhtevasında fantastik öğeler barındıran hem de Batılılaşma hareketine ya da modernleşmeye itiraz eden yazarların eserleri. Elbette bunlar realizm’e abanan Türk edebiyatı kanonu içinde marjinal ve sonrasız örnekler olarak kaldılar. Ama fantastik, kanona ve Batı’cı, ilerlemeci rejime rağmen bir anlatma biçimi olarak varlığını korumayı hep sürdürdü. Gelgelelim, son yirmi otuz yılda zaten beli belirsiz olan bu aks, neredeyse masallara yakışır bir yanlış anlaşılmaya kurban gitti. Fantastik yazarları, mitleri yeniden yorumlayan Le Guin, Tolkien gibi yazarların yolundan gitmeyi tercih ettiler. Buraya kadar sorun yok ama mitleri değil de Tolkien’in eserlerini yeniden yorumlayarak. Mitleri yorumlayan yazarların eserleri, bir şekilde mitleri unutturan bir mite dönüştü.

Tolkien’le başlayan Batı fantastiğinin hikayesi bizim için müthiş ilham verici olsa da son tahlilde mitlerin sekülerleştirilmesinin hikayesidir aslında. Batı fantastiğinde “nedensellik” yasası Demokles’in kılıcı gibi daima anlatıcının tepesinde sallanır. Biz ise, Allah’ın bize şahdamarımızdan bile yakın olduğuna, bu dünyada meleklerle, cinlerle birlikte yaşadığımıza iman ederiz. Bu bağlamda bizim imanımızda fizik ve metafizik âlem ayrımına yer yoktur. Ay ortadan ikiye bölünebilir, Kızıldeniz ortadan yarılabilir, ama bu insan (peygamber bile olsa) istediği için değil Allah dileyip lütfettiği içindir.

Oysa Orta Dünya’da herhangi bir “Yaratıcı” iradi olarak metinde kendisine yer bulamaz. Büyü, bir takım sözlerin, kelimelerin kendinde mündemiç maharetidir, elf ürünü görünmez pelerinler özel kumaşlardan yapılmıştır, Urukları Saruman “icat” eder, nesneler (asa, taş, yüzük vs) büyülüdür fakat büyünün kaynağı müphemdir. Elbette Yüzüklerin Efendisi’nde “tanrılar” (Valar, Maiar) vardır. Ancak sadece eski efsaneler olarak. Yani aslında Orta Dünya bu bağlamda modern dünyaya benzer. Tanrı’lar dünyadan göçmüşler, unutulmaya başlamışlar ve karanlık güçler dünyayı ele geçirmek üzeredir. (Tam burada Tolkien’in koyu bir Hıristiyan olduğunu hatırlatmakta fayda var) Velhasıl bu metinlerde pozitivizm ve mitler en az Hüküm Dağı eteklerindeki Sauron kuvvetleri ile insan-elf ittifakı arasındaki kadar canlı ve güçlü bir şekilde savaşıp dururlar.

Şu haliyle tespitim yerinde olsa da olmasa da tartışma bize ait bir tartışma değildir, çünkü metinlerimizde düşünüp duran, cirit atan mitler bizim değildir.

Bu savaşta gerçekten yer almak için, kendi fantastik yolumuzu inşa etmek zorundayız.

Kahramanın yola çıkışı çünkü daima ya “evden” dışarıya ya da “eve” doğrudur. Görüldüğü gibi her ikisi için de önce “ev” bilincine sahip olmak gerekir.4

Son söz olarak; elbette edebiyatın temel meselesi ne ejderhalar, uzay gemileri ne toplumsal eşitlik, sınıfsız toplum, hükümdarlığın altın kuralları ne de tebliğ ya da namazın içinden şartlarıdır; edebiyatın temel meselesi/malzemesi insandır. Hikayenin temel meselesi de dolayısıyla insan ile insan, insan ile Tanrı, insan ile makine, insan ile toplum, insan ile insanüstü varlıklar arasındaki ilişkidir. Mitler de öyküler de romanlar da filmler de bu soruların peşindedir; ve bu yönüyle evrenseldirler ama söylediğimiz gibi mitler, aynı zamanda bu sorulara her kültürün verdiği kendine has cevapları ve bu çabanın enerjisini uhdesinde barındırır. Onu bizim için tükenmez ve zorunlu bir kaynak yapan da budur. Kendimizi anlayabilmek için kendi hikayemizi anlatmamız gerekir, kendi hikayemizi anlatmak için kendi mitlerimize, efsanelerimize, kendi yanlış anlamalarımıza, kendi adımıza çıktığımız yolculuklara, kendi yanlışlarımıza, kendi savaşlarımıza, kendi tutarsızlıklarımıza, kendi tespitlerimize, kendi evimize, kendi kavramlarımıza ihtiyacımız vardır. Şu sıralar sıklıkla sözü edilen “yerli bir fantastik” de ancak böylece yükselişe geçecek ve büyük bir ihtimalle şimdi olduğundan çok daha fazla okunup üzerinde konuşulacaktır.

  • 1 Todorov’un Binbir Gece Masalları’nda, Cervantes’te, Mantıkut Tayr’da ya da Şekspir’de fantastik’in izlerini arayışı; bugün bizim bu metinlerde postmodern izler aramamız kadar tutarsız ve anakronizm içeren bir tavırdır. Sözlü kültürün egemen olduğu klasik dünyada doğa-l ve doğa üstünün arasında bugünkü gibi bir sınır olmadığı hayatın ve hikayelerin, gerçekle kurmacanın arasında neredeyse hiç ayrım yapılmadığı düşünülürse yeni bir edebi türe bir tarih inşa etme denemesinin düştüğü ilk büyük hata da ortaya çıkar.
  • 2 Modernizm, mitleri, masalları pozitivist bir gözlükle yeniden okuyup sekülerleştirirken postmodernist tavır da onu metinselleştirip gerçekdışı hale getirdi. Zihinsel oyunlar, zeka gösterileri, metinsel bulmacalar arasında masallar, anlatılış amacından çok çok uzağa düşmüştü bile. Deneyim aktarımı gibi rolleri üzerinden düşen masallar, efsaneler biraz daha estetize edilmiş ve sanatsallaştırılmış oluyordu esasen.
  • 3 Geleneksel bir metnin kelimenin gerçek anlamıyla modern yorumunun ne kadar mümkün olduğu sorusu da ayrı bir sorudur. Burada “modern”i düşünce, kavram olarak değil sadece “yeni” olarak kabul edersek bu mümkün. Zira geleneksel metinlerin temel omurgalarından biri hatta yazılma sebebi modern dünyanın kovduğu “Tanrı”dır. Bütün anlamlarıyla. Öte yandan sözlü kültür anlatılarının yazılı kültüre geçerken doğallıkla kaybettiği “şey”lerin metinde bulunabilmesi neredeyse imkansızdır. O yüzden yapılan şey yenidir. Öte yandan Le Guin’in vurguladığı arketipler, ölmeyen kültürel kodlar olarak türü de her daim dönüştürme gücünü uhdesinde taşımaktadır.
  • 4 Son yıllarda Murat Başekim, Mehmet Berk Yaltırık, Yiğit Değer Bengi gibi isimler gerek Kayıp Rıhtım ve çevresinde gerek FABİSAD uhdesinde yapılan programlarda zihin açıcı tartışmalar gerçekleştiriyor, yazılar yayımlıyorlar.