Biraz Soluklanacağız

Öndeki atlı durdu, içlerinden biri dışında diğerleri de buna uydu.
Öndeki atlı durdu, içlerinden biri dışında diğerleri de buna uydu.

En öndeki atlı kederle ölüye baktı, bıçağını uzatarak onu atına bağlayan düğümleri kesti, böylece adam düşüşünü tamamlayabildi. Yere düşer düşmez kuma dönüştü, çöl adamdan geriye kalan son toz zerresini de iştahla yuttu.

Uzun kulaklarını titretti, boncuk gözleri uçsuz bucaksız çölü süpürdü tedirginlikle. Küçük kafasını öne eğip yeri eşelemeye devam etti. Hafif bir rüzgâr ince bir tülü çekiştirir gibi kum tanelerini uçuşturdu. Çöl tilkisi, pençeleri kumun altında sert bir şeye rastlayana kadar kazmaya devam etti. Burnunu, kazdığı çukura iyice soktu, kokladı, kulaklarını dikti, bir iki adım geriledikten sonra kaçar gibi uzaklaştı.

Güneş yükseldi, koca çölde iç içe geçmiş on beş gölge belirdi. En öndeki akturanın açtığı izlerin üzerine basan diğer toynaklar, kumun kusursuz resmini didikleyerek sıcakta hiç durmadan ilerledi. Onlarca metre uzaktan, görünmez bir alevin ardındaymış gibi dalgalanan bu on beş atlıyı gören çöl tilkisi, daha yeni vardığı sığınağına gizlendi hemen. Bugün çok tuhaf başlamıştı, aynı tuhaflıkla devam ediyordu, önce akrep bulma ümidiyle kazdığı çukurda gördüğü pütürlü sert kapak gibi şey, şimdi de bir anda yerden biter gibi beliren atlılar. Aç karnına uykuya dalmadan önce düşündükleri bunlardı.

***

En öndeki atlı kuru, sarkık göz kapaklarını araladı, feri sönmüş gözleri ufukta, çölün sonsuz renginin üzerinde kara bir nokta gördü… Gerçekle hayal arasında kayan, dalgalanan, kıvrılan ama kaybolmayan bir leke. Bir kez daha gözlerini yumdu, açtığında kara leke tam karşısında duruyordu. İyice yaklaştığında leke bir insan şekline büründü. Ama görünüşünde bir tuhaflık vardı. Yüzü, küçücük mat siyah pullarla kaplıydı, kulak kökünden başlayarak çene hizasında gürleşen kara sakalı suratını çevreliyordu. Yabancı, siyah göz aklarının ortasında etraftaki tüm ışığı yutan kehribar rengi gözlerini karşısındaki atlılara dikmiş sakince bekliyordu.

Öndeki atlı durdu, içlerinden biri dışında diğerleri de buna uydu. Kümeden ayrılan, en öndeki atlının hizasına gelince kafasını gömdüğü omzundan boynunu çıkardı ve bir şey uzatır gibi avucunu karşısındaki adama doğrulttu. Kırlaşmış sakallarının arasındaki karanlık boşluktan bir efsun gibi süzüldü cümleler “Bir hayal daha. Aklımızın gurubuna adım atmadan önce…” görünmez bir kumu yere serpercesine avucunu yavaşça yana çevirdi. Başı önüne eğik hıçkırarak ağlamaya başladı, lakin tek bir damla gözyaşı akmadı. Gözleri yandı, boğazı içerden lime lime ediliyormuşçasına acıyla doldu, eyerin üzerinde yan yattı ve öylece kaldı. En öndeki atlı kederle ölüye baktı, bıçağını uzatarak onu atına bağlayan düğümleri kesti, böylece adam düşüşünü tamamlayabildi. Yere düşer düşmez kuma dönüştü, çöl adamdan geriye kalan son toz zerresini de iştahla yuttu.

“Birimizin daha vakti doldu,” dedi öndeki atlı. “Birimiz daha kurtuldu,” diye ekledi bir başkası. Karşılarındaki adam az önce çöle karışan atlının düştüğü yere baktı ve attan düşmeden önce adamın yaptığı hareketi tekrarladı, ince geniş bir çizgi gibi duran ağzı aralandı. “Bir hayal öldü, bir gerçek doğurdu,” diye fısıldadı.

Bakışları öndeki atlının solgun gözleri ile kesişti. “Üzerinizde iki büyü var, iki lanet,” diye bağırdı sesini herkese duyurmak için. Atlılar bir yay oluşturacak şekilde öndeki atlının etrafında sıralandı yavaşça. Her atın sırtında parçalanmış giysilerinin üzerinde örme zırhlarını zar zor taşıyan yaşlı adamlar vardı. Kılıçları yıllarca ağızdan çıkmamış bir dil gibi kuru, konuşmaktan yoksun, sessizce kınlarının içinde yatıyordu. Adam devam etti konuşmaya: “Biri unutma büyüsü… Her sabah hafızanız bir bebek gibi doğuyor, bir dünya gibi yaratılıyor, baharın ilk zamanı gibi çiçekleniyor.” Bakışları güneşi aradı, buldu, kehribar gözler ince bir çizgi olana kadar daraldı ama bakışlarını kaçırmadı, sonra tekrar atlılara dönerek; “Öğlen olduğunda ise tüm anılarınız iyice olgunlaşıyor. Kederi en ince ayrıntısına kadar hatırlayabiliyorsunuz,” dedi. “Sonra kış iniyor aklınıza, zihniniz ihtiyarlıyor, silikleşiyor her bir hatıra… Daha sonra akşam her şeyin üstünü zifiri karanlığa boğuyor, küçük bir kıyamet yaşıyorsunuz, tek tek değil, bir anda kaybediyorsunuz her şeyi… Ve gece çökünce mutlak bir bekleyiş gibi özünüz ortaya çıkıyor, bilinçsiz boş bir kabuğa dönüşüyor bedeniniz.” Sustu, tek tek on dört atlının gözlerinin içine baktı “Ve ertesi gün ıstırabınız yeniden uyanıyor,” diye bitirdi cümlesini.

Öndeki atlı yüzünde hiçbir duygunun okunmadığı adama yaklaştı, durdu. Öylece adamı izledi, güneş çölün üzerinden kızıl örtüsünü çekip kum tepelerinin ardında kayboluncaya dek.

Sonra gözlerini yumdu.

***

Gözünü açtığında güneşin doğmak üzere olduğunu gördü. Yabancı adam, dün yitirdikleri yoldaşlarının atının sırtında onlarla birlikte at sürüyordu. “Bunu nasıl bildin,” diye sordu adama “Üzerimizdeki büyüyü?”

“Okudum,” dedi adam “Büyünün bazı yerlerini okurken zorlandım, çok fazla nefret yüklüydü. Öfkeyle, hınçla yazılmıştı üzerinize. Bunu kim yaptıysa tıpkı kurbanının yüzünü tırnağıyla oyar gibi kazımış büyüyü.”

“Büyücü müsün?” diye sordu yaşlı adam.

“Hem evet hem hayır.” dedi atını durdurarak. Diğer atlar da anında durdu. Yaşlı adama dönerek “Ben büyü yutarım, benim büyüm bu,” dedi. “Sizin üzerinizde ise çok büyük bir büyü var, o büyüyü yutmak için geldim onca yolu.”

“Üzerimizdeki büyüyü yutunca ne olacak yabancı… Söyler misin, ölebilecek miyiz?” diye sordu başını öne eğerek.

“Ölmek mi istiyorsunuz?”

Arkadaki atlılardan biri “Yaşamak istemiyoruz,” diye yanıtladı yabancıyı.

“O halde, bana hikâyenizi anlatın.”

“Bu çok uzun zaman alabilir, lakin dediğin gibi gün bitimine yakın ıstırabımız ile birlikte her şeyimiz de yitiyor elimizden; mutluluk veren anılarımız, yaşam isteğimiz… Geriye çölün dilsizliği kalıyor.” Yaşlı adam acı çeker gibi dişlerini birbirine kenetledi, yüzü çarpıldı. “Güç olan hatırlamak değil, unutmak,” dedi sonra da.

Atlı grup tekrar ilerlemeye başladığında yaşlı adam hikâyesini anlatmaya koyuldu.

***

“Benim adım Âsır, batıdaki son şehir Vira’nın hükümdarına bağlı özel bir birliğin komutanıydım. Bize ‘soluksuzlar’ denirdi. Tam kırk yedi kişiydik, en başından beri. Hepimiz yetimdik ve tek bir akrabamız bile yoktu. Biz öncü birliktik, sayısız savaş gördük. Birçok şehir elimizde küle dönüştü.” Elini havaya kaldırdı ve avucunu, külleri rüzgâra bırakır gibi yan çevirdi. “Hükümdarımızın hayali bizim elimizde ölüp, yine bizim elimizde gerçek olarak dirilirdi. Bize kes derdi biçerdik, yak derdi dağlardık, gözlerindeki ışığı istenenin gözünü oyardık.” Yutkundu. “Savaş biter, ancak o zaman bir sonrakine kadar soluk almaya başlardık.”

“Bir gün,” diye sözü aldı arkadaki atlılardan biri “Hükümdarımız, savaşlarda onun için düşmana kılıç üşürdüğümüz hükümdarımız, değişmeye başladı. Daha önce bizden hiç istemediği bir şey emretti. Bir köyü basmamızı ve orada bulunan bir asayı ona getirmemizi buyurdu.”

“Ama biz gerçek bir savaş dışında kınımızdan çıkaramazdık kılıçlarımızı,” dedi bir başkası. Sözü tekrar Âsır aldı; “Bunu hükümdara bizzat kendim söyledim, beni dinlemedi, emirlerine itaat etmem gerektiğini yoksa canımız dâhil her şeyimizi kaybedeceğimizi söyledi. Bunu adamlarımla tartıştık, hepimiz hemfikirdik, sivillere kılıç çekmek bir savaşçı için büyük utançtı, biz ne yağmacı ne de korsandık…”

“Kılıç sesleri duyarak ölmeyi arzulayan savaşçılardık,” dedi bir diğeri araya girerek. Sessizlik oldu.

“Bir düşkün gibi yatakta ölmek olmamalıydı bizim sonumuz, savaşta ölmeliydik. Öleceğimiz bir savaşımız olmalıydı” dedi Âsır. “Lakin itaatsizliğin sonu ölümdü, varsın olsun dedik. Kırk yedi kişi silahlarımızdan ve zırhlarımızdan arınıp hükümdarın karşısına çıktık. Hükümdarın yanında büyücüsü Bash da vardı. Ölüm hükmünü beklerken bir şey oldu, bir uyku hali çöktü üzerimize, oraya neden gittiğimizi unuttuk, aklımızla bedenimiz birbirinden ayrıldı sanki. Geri döndük, silahlarımızı kuşandık ve yola koyulduk. Yanımıza Bash’ın da geldiğini, vardığımız yerde durunca fark ettik. Bash, atının sırtında bana bakıyordu, hiç unutamadığım bir bakıştı, göz yuvalarının içindekiler benim gözlerimdi. Köyü gören bayırda durduk. Büyücü bakışlarını köye çevirdi, aynı anda ben de yüzümü döndüm köye. O nereye bakmak istiyorsa oraya bakıyordum. On beş yirmi haneden oluşmuş, etrafı hayvan ağıllarıyla çevrelenmiş sıradan bir yerdi. Köye ilk ben girdim, kimse bize direnmedi, hepsini tutsak aldık. Köyün yetişkinlerini, çocuklarını sıraya dizmiştik. Bash konuşuyordu, onu duyuyor ama bir tepki veremiyorduk. Köydekilere bir asadan söz ediyordu. Kimse ona cevap vermeyince bir kaçını büyü ile konuşturmaya çalıştı, bazıları yetim bir kız çocuğundan söz ettiler, ama yerini hiçbiri bilmiyordu. Sonra…” dudakları titredi “Sonra…” sakalını çekiştirmeye başladı, pes etti. “Hatırlayamıyorum, hayatımda iyiliğe dair hiçbir şey hatırlayamıyorum,” dedi. Sustu. Başka kimse konuşmadı. Güneş çölü terk ettiğinde bir kez daha gözlerini yumdu on dört atlı.

***

Yabancı gece boyunca onlarla birlikte at sürdü. Ölü bedenler gibi kaskatı kesilmiş ihtiyarlar, at sırtında durabilmek için kendilerini eyerlere bağlamışlardı. Ara sıra yıldızsız gecede bazıları inliyor, çığlık atıyordu. Yabancı, bilincini adamlar üzerinde dolaştırdı, üzerlerindeki büyünün onlara ne yaptığına şahit oldu, hepsinin gördüğü ortak bir kâbus vardı; ellerinden kan akan küçük çocuklar, bedenlerinden ayrılmış kafaları kucaklamış, atlılara bunları sunuyorlardı. Bu kesik kelleler kimisinin babasına, kimisinin annesine, kimisinin de atasına aitti. Rüya gece kızıla çalana kadar deveran edip duruyordu.

***

“Sonra Bash, tüm çocukların küçük çukurlar kazmalarını arzu etti, onun söylediklerini benim dilim emretti. Orada neler olup bittiğini Bash dışında kimse bilmiyordu, o lanet çukurlarla ne yapacağını da. Çukurlar bitince büyücü yetişkinlere döndü ve sorusunu yineledi, ama zavallılar yeni bir şey söylemediler, hep aynı şeyi geveleyip durdular. Bunun üzerine dilim…” hıçkırıklara boğuldu Âsır. Bir başkası devam etti.

“O lanet büyücü Âsır’ın ağzına kendi kelimelerini koyarak, onu konuşturdu. Yetişkinlere çukura girmelerini emretti. Yetişkinler çukura sığamayacak kadar büyüktü, o uğursuz ses bize mezara sığabilmeleri için yetişkinlere gerekeni yapmamızı emretti. Biz de…” bir başkası cümleyi devraldı.

“Biz de tek tek kafalarını kestik. Her seferinde sorusunu yineledi büyücü. Sonra mezarları tüm dehşeti görmüş o çocuklara kapattırdık. Ama büyücü bununla yetinmedi.” Kısa bir sessizlik oldu. Âsır kendine gelmişti. Konuşmayı o devam ettirdi.

“Çocuklardan kimsenin bir daha ne bir asa ne de başka bir silah tutamaması için hepsinin başparmaklarını kestirdi bize, tüm parmakları bir çuvala koyduk, sonra da büyücü oradan uzaklaştı, biz de köyü ardımızda bırakarak yola koyulduk. Bayırı geçip köyü çevreleyen ormanın sınırına geldiğimizde, ardımızdaki patikadan birinin koşarak geldiğini gördük, elinde asa tutan bir kız çocuğuydu bize doğru gelen. ‘Ne yaptınız siz?’ diye bağırıyordu, içimizden kimsenin bilmediği bir soruydu bu. Kız yanımıza gelince asasını kaldırdı, görmediğimiz bir şey üzerimize çullandı. Duyularımızı kör etti. Çocuk nefretten çok öte bir bakışla bizi süzüyordu. O an başından beri Bash’ın bizim yanımızda olmadığını anladım, bizim gördüğümüz bir hayaldi, büyücülerin suret dediği şeydi ve kız her ne yapıyorsa onu oradan uzak tutuyordu. Kızın öfkeli bakışları yumuşar gibi oldu, tıpkı senin yaptığın gibi Bash’ın üzerimize yazdığı büyüyü okumuştu, asıl suçlu olanın bizi gönderen büyücü olduğunu anlamıştı ama bu bizi affetmesine yetmedi, bizim kendimizi affetmemize de. Kılıcı tutan el bizimdi, biz ölümden başka bir şey getirmemiştik köyüne. Bash’ın elinde biz olduktan sonra her yere ulaşabileceği bir silahı var demekti. Kızın iri kara gözleri yaş akıtırken üzerimize büyüsünü okumaya başladı, asa elinde yükseldi ve yere çarptığında bizi zamanın dışına fırlattı.”

“Ayağınız atınızdan yere değerse azabınız on kat artsın demişti küçük kız,” dedi atlılar içinden biri. Hepsi o gün hafızalarında kaldığı kadarıyla kız çocuğundan duydukları cümleleri güneş batana kadar aralıklarla tekrarladılar:

“Bir daha yuvanızın yüzünü görmeyin.” “Ömrünüz tükenene kadar amacınızı unutun.” “Mutluluk duyduğunuz tüm anıları, sevinçleri unutun.” “Benim acım dışında hiçbir şey hafızanızda yer etmesin, ne uyanıkken, ne de uyurken.” “Atınızı çöle sürün ve insanlardan kimse sizi göremesin, son nefesinize kadar bedeninizin isteklerinden azat olun, öldüğünüzde de geldiğiniz yere, toprağa dönün.”

***

Gece çoktan ilerlemişti. Yabancı, atının üzerinde, batıda göğü lekeleyen yıldızlara bakıyordu. “Sadece ejderhalar kör olmadan güneşe uzun süre bakabilir,” dedi Âsır, “Kimsin sen?”

“Adım Zifir,” dedi yabancı “Bir ejderha değilim, bana büyümü onlar verdi sadece, görünüşüm bu yüzden böyle,” atından indi, Âsır’a bakarak “Üzerinizdeki büyüyü kaldırdım, yine de ölmek istiyor musunuz?” diye sordu.

“Onca yıldan sonra geriye ölebilecek neyimiz kaldı ki?” dedi Âsır, bedenini atına bağlayan ipleri kesti, diğer atlılar da buna uydu. Ağır ağır atından indi.

Dizlerinden yayılan acı, yaşlı yüzünü çizgilere boğdu, ne olacağını görmek için gözünü yumdu. Açtığında hiçbir şey değişmemişti, ne zaman ne de mekân. Acıktığını hissetti. Çok uzun bir süre sonra bir şeyler hissetmek tuhafına gitti.

O gece ateş yaktı kafile, Zifir’in onlara verdiği yiyeceklerden yediler, kimi kustu, kimi bir lokmadan fazla yiyemedi. Gerçek bir uykuya yatmadan önce Âsır onları nasıl bulduğunu sordu Zifir’e.

“Ben de asayı arıyordum, içindeki büyük gücü seziyor ama yerini bulamıyordum, çünkü benim sezgim onun büyüklüğünü kavrayamıyordu. Bazı büyücülerden, Vira’da Bash adlı bir büyücünün bu asayı tutkuyla aradığını öğrendim. Bash’ı Vira’da buldum, bana o lanetli günden bahsetti, sizin ile bağlantısını köyün sınırında kaybettiğini söyledi, o zamandan bu yana kırk yıl geçmişti,” sözün burasında acı ve hayret dolu iniltiler duyuldu kafilede.“Yaşlı büyücünün derisi kemikleri üzerine dikilmiş bir elbise gibi sarkmıştı, son zamanlarını yaşıyordu, büyüsü üzerinde buhar gibi salınıyordu. Bana direnemedi, o buharı yutarsam öleceğini biliyordu. Hala yaşamak istiyordu, daha fazla, çok fazla hem de. Bana asayı sizin almış olabileceğinizi söyledi, o günden beri ne kızın ne de asanın izine rastlamıştı. Bash’ın büyüsünü yuttum, oracıkta can verdi. Sonra Bash’ın size yaptığı büyüyü takip ettim, bu karanlıkta iz sürmek kadar zordu, bu takip beni ikinci bir büyüye yani kızın size yaptığı büyüye ulaştırdı, neticede zor da olsa sizi bulabildim, ama ne yazık ki asa sizde değil.”

“Bash o asayı neden delicesine istiyordu?” diye sordu Âsır.

“Güç için, daha fazla güç,” adama baktı Zifir “Başka ne olabilir ki” dedi.

Uzun bir süreden beri ilk kez yerde yattılar, hiç rüya görmeden şafak sökünceye değin uyudular.

***

Herkes uykunun en tatlı yerindeyken Zifir uyandı. Âsır’ı oturmuş şafağın doğuşunu izlerken buldu.

“Eğer o kızı bulursan bizi affetmesini söyle” dedi yaşlı adam. Zifir başıyla kabul etti. Âsır ayağa kalktı “İstersen bindiğin at sende kalabilir” dedi gitmek üzere hazırlık yapan Zifir’e.

“Bineğim var” dedi, yaşlı adamla vedalaştı ve çölde ilerledi, tıpkı ilk göründüğü gibi bir leke kadar kalıncaya dek.

Uzun süre yürüdükten sonra günler önce tilkinin kazdığı kum tepesinin dibindeki çukurun başına vardı, oyuğun içi kumla dolmuştu. “Rûk,” diye seslendi çukura “Uyan, gitme vakti geldi”. Cümlesi biter bitmez çukurun dibindeki kumlar savruldu, yarık şeklinde sarı bir göz meydana çıktı. Kum tepesi yükseldi, kızıl parlak bir derinin üzerinde kayalar arasından süzülen sular gibi aktı kumlar; dikenli bir sırt, uzun kırbaç gibi bir kuyruk ve kötücül bakışlı bir kafa çıktı ortaya. Ejderha sıcak bir nefes koy verdi, nefesin denk geldiği kumlar kavruldu hemen. Zifir ejderhanın boynuna tırmandı, dikenler arasındaki boşluğa kurulur kurulmaz geniş kanatlarını çırparak yükseldi ejderha, güneşe doğru döndü ve bir ok gibi fırladı.

***

Diğerleri de uyanıp toparlandıklarında ejderha güneşin üzerinde bir noktaya dönüşmüştü. Âsır, eyerine bağlı çuvalı çözdü, içindeki kemiklerin birbirine vuran sesini duydu, ürperdi. Yere geniş bir çukur kazdı, bir zamanlar masum çocuklara ait küçük kemik parçalarını gömdü. Diğerleri sessizce onu izledi. İşini bitirdiğinde içlerinden biri “Şimdi ne yapacağız Âsır?” diye sordu.

Âsır, sonsuz bir susuşla cevabı duymayı bekleyen çöle baktı.

“Biraz soluklanacağız,” dedi.

  • Siz bu satırları okurken Osman Cihangir’in ilk kitabı “Hiçbir Zaman Yeterince Deliremeyeceğiz” raflarda yerini alıyor. Belki de aldı bile! Bi bakın! (AE)