Bürokrasi Günlükleri

​Beşir Atalay ile
​Beşir Atalay ile

Zaman zaman Ankara'da yazar olmakla, İstanbul'da yazar olmayı karşılaştırırım. Acaba İstanbul'da olmak daha mı avantajlı, Ankara bir yazardan ne götürür ne kazandırır. Ankara bürokrasinin merkezi. Memur ve öğrenci çoğunlukta. Bu anlamda edebiyata, sanata ilginin yoğun olması beklenir. Ama hiç de öyle değil.

Nisan 2001

Beşir Atalay ile ANAR'da birlikte çıkardığımız derginin son hazırlıklarını yaparken Recep Yazıcıoğlu geldi. Tokat Valisi olarak meşhur olmuştu şimdi merkeze alındı, merkez valisi. Beşir Bey'le Hukuk Fakültesinden sınıf arkadaşlarıymış. Birlikte öğrencilik günlerini konuştular. Bir gün Recep Yazıcıoğlu ile Beşir Atalay öğrenciyken Necip Fazıl'ı ziyaret için Büyük Doğu dergisinin bürosuna uğruyorlar. Ertesi günlerde bu ziyaret Büyük Doğu'da yüzlerce Hukuk Fakültesi öğrencisi dergimizi ziyaret etti diye çıkmış. Karşılıklı gülüştüler. O dönemin soğuk savaş ortamında bu tür abartılar normalmiş.

Biz de Yazıcıoğlu ile sayıştay üzerine konuştuk. Haksız olarak sayıştayın raporuna konu olduğunu belirtip sitem etti. Ben de kurumdaki işleyişi anlattım. Neşeli, muhabbetli, yerinde duramayan biri. Anladığım kadarıyla kafasında yeni kurulacak partinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olmak var. Sonra izin isteyip ayrıldı. Beşir Atalay'la tokalaştı ama benimle tokalaşmadan çıktı. Beşir Bey de ben de bozulduk. Ama biz işimize devam ettik. Biraz sonra kapı çalındı. Recep Yazıcıoğlu yeniden geldi. "Necip Bey," diye bağırarak içeriye girdi. "Yahu sana Allahısmarladık demedim. Dalgınlık. Ta nereden döndüm." Tokalaştı, sarıldı. "Beşir Bey sana yok," diyerek espri yapıp çıktı.

Ocak 2003

Arkadaşlar arasında espri konusu olan "beklenen telefon" nihayet dün geldi. Beşir Atalay'ın devlet bakanı olduktan sonra beni arayacağı konuşuluyordu. Dün Beşir Bey aradı ve "Hayırlı olsun," demek için bile gelmediğimi söyleyerek sitem etti. Ben de "Şimdi etrafınızda çok kişi var sizi rahatsız etmeyeyim," dedim. "Yarın bekliyorum," dedi. Bugün yanına gittim. Beşir Bey, ortamı özetledikten sonra bir görev teklif etti ve birlikte çalışalım dedi:

"TRT'de yapılacak çok işler var, senin gibi yazarçizer biri..."TRT, Beşir Bey'in ilgili kurumu. Bu teklifi edebî çalışmalarımı aksatacağı gerekçesiyle nazikçe kabul etmedim. Beşir Bey üzüldü, hatta biraz da bozuldu. Ama ben kararımda direndim. Kırık dökük vedalaştık. Dışarı çıktığımda kadere bak diye düşündüm. 1987'de TRT müfettişlik sınavına girmiş, Beşir Bey'le sözlü sınavda referans aramış hatta kendisi de uğraşmış ama o sınavın sözlüsünden dönmüştüm. Şimdi TRT aynı kişiye bağlanıyor, ben de... Kader dediğimiz tam da bu galiba. Ancak bu görevi reddederken en küçük bir tereddüt yaşamadım. Giderken kararım kesindi: Ne olursa olsun reddedecektim. Edebiyattan geri adım atmayacak, hiçbir ışıltıya yenilmeyecektim. Başbakanlıktan çıktıktan sonra akşam kitapçıları dolaştım, dergiler aldım, kafeye oturdum ve hiçbir şey olmamış gibi çayımı içip şiirler, öyküler okudum.

08.02.2006

Zaman zaman Ankara'da yazar olmakla, İstanbul'da yazar olmayı karşılaştırırım. Acaba İstanbul'da olmak daha mı avantajlı, Ankara bir yazardan ne götürür ne kazandırır. Ankara bürokrasinin merkezi. Memur ve öğrenci çoğunlukta. Bu anlamda edebiyata, sanata ilginin yoğun olması beklenir. Ama hiç de öyle değil. Adı sembolleşmiş, çok gidilen, bilenen edebiyatçıların ortak mekânları ne yazık ki yok Ankara'da. Kafeler önemli bir işlev görüyorlar bu anlamda. Kitapçıların yoğunlaştığı Konur Sokak ve civarındaki kafeler. Daha çok dergi mekânları yazarların karşılaştığı, görüştüğü yerler.

Ankara sonuçta bürokrasi kenti. Edebiyatçılar ekmek parası için bir yandan da çalışmak zorundalar. Ne var ki bunun yazardan neler götürdüğü iyice araştırılmalı. İkisini bir arada yürütmek ise epey sıkıntılı. Benim görüşüme göre hem bürokrasi de hem de sanat-edebiyatta başarılı olmak zor. Çünkü bürokrasiye ağırlık veriyorsanız sanat-edebiyatı ertelemek, sanat-edebiyata önem veriyorsanız bürokrasiyi geri planda tutmak zorundasınız. Daha açıkçası hem iyi bir yazar hem de iyi bir bürokrat olmak mümkün değil. Bu anlamda Ankara, bürokrasinin ezip, öğütüp bir kenara fırlattığı eksik/yarım yazarlarla, sanatçılarla dolu.

Cemal Süreya ve Erhan Bener ikisi de başarılı, önemli yazarlar. İkisi de aynı zamanda müfettişlik, hesap uzmanlığı yapmışlar. Ama bürokratik yaşamları sanatçı yanlarını köreltememiş. Ne var ki bürokratlıklarının onlardan neler götürdüğünün bir ölçümünü yapmak imkânsız. Bu yazarlarla bir kader benzerliğimiz açık. Ama sonuçta her insan kendi macerasını yaşar.

Yazarların bulundukları ortamla, üreticilikleri arasında bir ilişkiden elbette söz edilebilir. Bu bağlamda İstanbul gibi hem tarihi hem de coğrafi anlamda zengin bir şehirde yaşamanın yazarlara artı bir katkısı olduğu açıktır. Ama bu başlı başına yazarlığın niteliğini belirleyen temel bir ölçüt değildir. Sonunda her şey yazarın bizatihi kendisinde biter. Onun kalitesinde, yaratıcı çabasında. Ankara'da bir başkent olarak, yazarlara büyük imkânlar sunmakta. Yaşadığımız bu kentte bir yazarın ulaşmak isteyip de ulaşamayacağı hiçbir imkân yok. Hele günümüzde özellikle kaynaklara ulaşma anlamında iki şehir arasındaki fark epey kapandı.

Bir yazarın yaşadığı yer ile yazdıkları ayrıştırılamaz. Yazarın öyküsündeki mekân, bölge neresi olursa olsun, yazarın yaşadığı yer, bir ruh, bir anlayış olarak bile olsa öyküde yerini alır. Kaldı ki benim yazdığım öykülerde Ankara önemli bir yer tutar.