Büyük Işımadan Sonra

Aklım, açık ağzımdan kaçıp gidecek diye korkarak titredim. Büyük dayım, konuşmaya başladı.
Aklım, açık ağzımdan kaçıp gidecek diye korkarak titredim. Büyük dayım, konuşmaya başladı.

“Yapma!” demeye kalmadı; Büüka’cım, ok işaretine dokundu. Ekran bir ayna gibi yansıyarak açıldı. Bir adam yüzü belirdi ekranda. İkimiz aynı anda bastık çığlığı. Eğilip Büüka’cımın yüz yıl öncesinde kalan çocukluğuna baktık. “Abim...” dedi Büüka’cım on yaşında bir kız çocuğu sesiyle. Ekranda beliren adamı gösterdi parmağıyla. Adam; büyük dayımdı.

Büüka’cım -kendimi bildim bileli büyükanneme böyle derim- ihtiyar dudaklarında bitmez tükenmez mırıltılarla, elindeki zımbırtıyı açık pencerenin kenarına vurdu. Sesini duyamıyordum ama alıcının çalışmasını sağlayacak sihirli sözcükleri tekrarlıyor gibiydi.

“Büüka’cım!”

Ona seslenince küskün bir çocuk gibi dudaklarını büzdü. Ağzı kurumuş yufkalar gibi buruş buruş oldu.

“Nuh Nebi’den kalma şu şeyle ne yapıyorsun?”

Dudaklarında kıvrılan gülücüğü hızla durdurup, ciddileşti.

“Nereden öğrendin sen o lafı bakayım?” diye sordu.

“Senden öğrendim, başka kimden olabilir?” dedim.

“Nuh Nebi’den kalma değil o!”

“Büyük Işıma öncesinden ama!”

Ağır bir bulut kümesiyle örtülmüş gözleri boşalmaya teşne; bulanık baktı. Omuzlarını dikleştirerek, kaşlarını çattı. “Alıcı o; a-lı-cı!” dedi.

“Her ne ise işte!” dedim. “O şeyi... Alıcıyı... Ne yapacaksın?” Sesim tıpkı onunki gibi çıkmıştı.

“Çalıştırmam lazım!” dedi.

“Vurmakla çalışmaz ki o!” dedim kurallarına isyan etmeye hazır yeni yetme birine çıkışır gibi. Onun yaptığı gibi kaşlarımı çattım. Gözlerimde katı öğretmenlerin taktığı, kenarları sivri gözlükler eksikti.

Feri sönmüş cılız fenerler gibi mat mat baktı.

“Ya çalışırsa?”

“Bükaa’cım... Senelerce toprak altında gömülü kalmış. Geçen hafta, babam tarlada çift sürerken sabana takıldığında üzerinde bir batman çamur varmış.”

“İyi ki takılmış!” diye bağırdı yalancı bir kızgınlıkla. Bana hiç mi hiç kızamaz ki o. Bir şey dememe kalmadan;

“Çok şükür ki bulmuş baban!” dedi. “Hem bak; sildim pasını kirini, çamurunu, tertemiz ettim!”

“Tamam ama; boşuna uğraşıyorsun Büüka’cım! Çalışmaz artık!”

Elindeki alıcıya baktı, söylediğime hiç inanmamış görünüyordu.

“Zamanının en gelişmiş alıcısıydı,” dedi kendi kendine konuşuyor gibi.

“O dediğin yüz yıl önceydi.”

“Olsun!”

“Ama...”

Hızlı hızlı konuşarak sözümü kesti.

“Özel olarak tasarlamışlardı. Sadece üç yüz tane. Abim uzaydayken konuşmuştuk onunla.”

“Elindeki bu şeyle... Bu... Alıcıyla mı konuşmuştunuz?”

“Evet; Abim Mars’a giderken... Yolculuk sırasında. Hem de üç kere...Hayır, hayır; iki kere. Üçüncüsünde çalışmamıştı.”

“Daha o zamandan bozukmuş işte! Artık hiç çalışmaz!”

“Çalışır!”

“Atalarının eski adetlerini bıraksan iyi olur artık Büüka’cım. Alıcıların tepesine vurarak ça-lış-tı-ra-maz-sın! Bozulmuş...”

“Bozulmamıştı,” dedi kendi kendine. “Abim ilk aradığında salonun ortasında deliler gibi dans etmiştim.” Gözlerinde çakmaklar çaktı. Katıksız bir neşeyle, ancak küçük bir çocuğun atabileceği gibi çıngıraklı bir kahkaha attı. Kollarını kaldırdı ama havada tutmaya dermanı kalmamış gibi indirdi. Sözlerini tüketmiş gibi sustu; gözleri gökyüzündeki yıldızlara doğru kayarken, alıcıyı inatla pencere pervazına vurdu yine.

“Büüka’cım?”

Bir şey soracağımı anlayıp, hevesli hevesli baktı:

“Büyük dayım Mars’a gittiğinde kaç yaşındaydın?”

“On yaşındaydım,” dedi. Hatıralar aklının içinde, fırından yeni çıkmış bir somun ekmek kadar tazeydi hâlâ. “2040 yılıydı.”

“2040 mı!” diye bağırdım şaşkınlıkla.

“Evet!”

“Ne konuşmuştunuz aradığında?”

“Heyecandan ne dediğini doğru düzgün dinleyemedik bile. Uzayda dünyanın minik bir yıldız gibi küçülüp gözden kaybolduğunu söyledi.” Boynunu uzatıp, omuzlarını dikleştirdi. Gözleri sevinçli kahkahalar atıyordu.

“Uzayda yolculuk, kelimelerle anlatılamayacak kadar muhteşem; düş gibi bir şey... Sonsuz karanlıkta hareketsiz duruyor gibiyiz, dedi.”

“Sonra?”

“Yedi ay sonra tekrar aradı. Yolculuğun sorunsuz bir şekilde devam ettiğini, kapkara boşluğa bakarak hüzünlendiğini anlattı. Yanına numune olarak aldığı rakıdan iki tek atmış.”

Aynı anda kıkırdadık.

“Koloni kurulsun sizi de yanıma aldıracağım, derken görüşme kesildi. Fırlatılmanın üzerinden on dört ay geçmişti; üçüncü kez aradı. Alıcının ekranından arama yapıldığı görülüyordu ama bir türlü açılmıyordu. Babam, uzay merkezine görüşmenin yapılamadığını bildirdi. ‘Alıcılar, artık istasyonların sinyallerini almaya yetmiyor. Yeni modeller geliştirildi. İsterseniz, size yeni alıcılarımızdan birini gönderebiliriz. Ancak ücretini ödemeniz gerekir’ dediler. Babam çok sinirlenip, alıcıyı kutusuyla birlikte pencereden dışarı fırlattı.”

“Offf, çok kötü olmuş Büüka’cım!”

“Evet, çok kötü oldu. Geceleri gökyüzünde Mars’ı arayarak ağlamıştım.”

“Çok korkunç! Bir daha haber alamadınız mı büyük dayımdan?”

“Hayır, alamadık. Sonra herkes kendi hay huyuna döndü. Ama, annem, babam ve ben hiç umudumuzu kesmedik. Abimin bir gün bizimle mutlaka bağlantıyla geçeceğini biliyorduk. Bak işte! Bu alıcıda onun bize gönderdiği bir mesaj var. Bundan adım kadar eminim.”

“Büüka’cım...” derken boğazım düğümlendi.

“Uzay merkezi daha sonra geliştirdiği bir çipi, insan bileğine, derinin içine yerleştirdi. Bileğe dokunulduğunda da günlük haberler gözlerin içine akıyor, biriyle görüşmek istendiğinde, o kişinin sesi kulaklara doluyordu. Herkes bu çiplerden taktırmaya başladı. “Siz taktırmadınız mı?”

“Hayır.”

“Neden?”

“Babam eski kafalı bir adamdı. İstemedi. ‘Taktıranlar robota döndüler’ dedi. Gerçekten de öyle dedi. Biz de istemedik. Abim gittikten sonra köyümüzdeki bu eve yerleştik. Büyük şehirlerde yaşam bize göre değildi; her yer tepeleri gök kubbenin tavanını delecek kadar yüksek, iki yüz katlı, üç yüz katlı, beş yüz katlı binalarla dolmuştu. Herkes o yüksek binalarda yaşamak için can atıyordu ama.”

“Büyük Işıma’da bu köyde miydiniz?”

“Evet.”

“Neler olduğunu hatırlıyor musun?”

“Hatırlamaz mıyım? O günü hiç unutamıyorum. Aniden büyük bir fırtına çıktı. Annem, babamla birlikte evdeki bir yatağın altına girip saklandık. Müthiş bir hızla, çamaşır makinesinin içindeymişiz gibi dönmeye başladık. Makine çamaşırları sıkmaya geçmiş gibi büyük bir gürültü çıkıyordu. Korkunç bir hıza ulaştığında gökyüzü birdenbire parlayarak ışıdı.”

“İnsanlara ne oldu?”

“Yüzlerinde, anlamı muğlak sırıtışlarla ışıdılar. Plazalarda, devasa alışveriş merkezlerinde, fast-food lokantalarında ağızlarında son lokmalarıyla ışıyarak sonsuzluğa karıştılar. Derilerinin altına mikro çip taktırmış herkes ışıyarak yok oldu. Yeryüzündeki her şey dondu. Zaman durdu. Sadece hiç elektronik alet kullanmayanlar hayatta kaldı.

“Ya siz? Size ne oldu?” diye sordum.

“Büyük Işıma’da biz de donduk. Donduğumuz haldeyken her şeyi görebiliyor; ama hareket edemiyorduk. Ne kadar sürdüğünü bilemiyorum. Bir süre sonra, dünya durduğu yerden yirmi üç buçuk derece eğilerek tekrar eski yörüngesine oturdu. Kaldığı yerden, güneşin etrafında dönmeye tekrar başladı.”

“Dünya eski hesaplarına dönmüş tekrar,” dedim.

“Kim bilir, belki de insanlığa bir şans daha vermek içindir,” dedi. “Ancak bir tuhaflık olduğu ortadaydı. Sonra dünyanın zamanda birkaç bin yıl geriye döndüğünü fark ettik. Birkaç yıl içinde bitkiler dünyadaki bütün gökdelenleri, çok katlı binaları sarıp sarmaladılar. Dünya yü-zeyi değişti, binlerce irili ufaklı dağ meydana geldi. Elektrik üreten hiçbir kaynak kalmamıştı. Büyük yerleşim yerleri hayalet kentler haline gelmiş, elektronik çöplüklere dönmüşlerdi,” dedi.

Büüka’cımın anlattıkları omuzlarına yığılmış gibi, çökmüş, iki büklüm oturuyordu. Sesi titriyordu anlatırken. Çok yorulmuştu. Gözleri kapanmak üzereydi ama alıcıyı son bir gayretle pencerenin kenarına vurdu. Durdu; bir daha vurdu. Durdu; bir daha...

Birkaç dakika içinde evden çıkmam gerekiyordu. Komünler arası takas günüydü. Buğdayları at arabasına yükleyip pazara götürmem gerekiyordu; ama Büüka’cımı evde yalnız bırakmaya korkuyordum. Yüz yıldır yer yüzündeydi ama yakında göçeceğini biliyordum. Giderken hasretini burada bırakıp gitseydi; öteki tarafta yüreğine yük etmeseydi. O zımbırtı içine ateş düşürmüş; külleri soğumuş Zümrüdü Anka kuşunu havalandırmıştı yeniden.

“Bak!” diye seslendi bana. Yerimden zıplayarak kalktım. Buz tutmuş gözleri, bahar müjde-sini almış nehirler gibi çözülüyordu.

“Ne oldu Büüka’cım?”

“Alıcıdan ses geldi!”

“Büüka’cım, ver onu bana artık,” dedim.

“Hayır, vermem!” diye bağırdı. “Sesindeki inat, kalbimi kanatıyordu.

“Dinle! Dinle diyorum sana!” diye bağırarak alıcıyı gösterdi.

Alıcı;

“Çilink!” gibi bir ses çıkardı. Sonra tekrar “Çilink! Çilink!” etti.

Büüka’cımın elleri, rüzgâra kapılmış yaşlı bir ağacın yapraksız kalmış dalları gibi titriyordu. Dizlerimin bağı çözüldü. Koltuğun kenarına iliştim. Birlikte ekrana baktık. Alıcının üstü birdenbire ışıdı, bir ok işareti belirdi. Kalbim boğazlanan bir kuş gibi çırpındı.

“Yapma!” demeye kalmadı; Büüka’cım, ok işaretine dokundu. Ekran bir ayna gibi yansıyarak açıldı. Bir adam yüzü belirdi ekranda. İkimiz aynı anda bastık çığlığı. Eğilip Büüka’cımın yüz yıl öncesinde kalan çocukluğuna baktık.

“Abim...” dedi Büüka’cım on yaşında bir kız çocuğu sesiyle. Ekranda beliren adamı gösterdi parmağıyla. Adam; büyük dayımdı. Aklım, açık ağzımdan kaçıp gidecek diye korkarak titredim. Büyük dayım, konuşmaya başladı.

“Bu bir S.O.S. mesajıdır. Tekrar ediyorum. Bu bir S.O.S. mesajıdır. Mesajı dikkatle dinleyin ve hemen merkeze ulaştırın. Pla...” dedi.

Büyük dayımın ağzı açık kalakaldı. Görüntü dondu. Burnunun üstünde bir ok işareti belirdi, görüntü ebru sıvısının içine düşmüş gibi uzayarak kıvrıldı; dönmeye başladı.

Ekran birdenbire karanlık geceler gibi karararak kapandı. Büüka’cım kafasını kaldırıp bana baktı. Alıcıyı göstererek;

“Şarjı bitti!” dedi.