Cellat

Cellat
Cellat

Heyecanlanıp ayağa kalkıyorum. Saatlerdir yapıştırıldığım tabureden kurtuluyorum. Cellat beni özgür bıraktı diye düşünüyorum. İlk defa bir şeyi şaşı görmemenin şaşkınlığıyla ona dokunmak istiyorum.

Bir odadayım.

Hapishane koğuşu, yatılı okul odası gibi bir yer.

Odanın dört duvarında da kapı var. Pencereler kapıların üzerinde. Dikdörtgen şeklinde dört küçük delik, pencereden çok postaların atılması için giriş kapılarına konulan kutucuklara benziyorlar.

Sanırım sabahın ilk saatleri, hafif bir serinlik geliyor pencerelerden, maviye çalan bir karanlığın altında parça parça kızıllıklar görülüyor, belki de akşamın ilk saatleri.

Odadaki eşyalar tanıdık. Yatak odamdaki küçük, iki bölmeli masa, masanın alt bölümünde kül tablası ve sigara paketi var. Üstünde bilmediğim bir dilde yazılmış ince bir kitap. Etrafta ranzalar, bu kadar ranza bu küçük odaya nasıl sığdırılmış diye düşünüyorum. Çocukken yattığım ranza. Yorgan hala yerde. Yatılı okuldaki ranzam. Yıllarca yattığım, devletin sidik izleriyle bana miras bıraktığı yatağında hala sidik izleri var. Köşede de bir beşik, üzerinde Amerikan bezi.

Kareli halının ortasında bir tabure, ben taburede oturuyorum. Pencerelerden mektuplar düşüyor, mektup hangi pencereden düşmüşse, istemsiz olarak o yöne dönüyorum taburenin üzerinde. Her mektubun düşüşüyle mektubun içeriğine uygun bir ses yazanları okumaya başlıyor.

“Bükülene hiçbir şey olmaz, eğilen gene doğrulur. Bütün suya benzer, su bütün insanların işine yarar ama didişmez, su insanların küçümsedikleri yerde bulunur. Dünyada su kadar yumuşak su kadar zayıf hiçbir şey yoktur. Zayıf kuvvetliyi, yumuşak serti…”

Duru, dingin, şırıltılı bir ses okuyor bu mektubu.

Arkamdaki pencereden bir mektup daha düşüyor. Hemen döndürülüyorum arkama.

İnce, tırmalayan bir kadın sesi, annemin sesini andırıyor, ama değil, babamın tonlamalarıyla konuşuyor, ama değil. Sözcükler ilahi bir kitaptan alınmış yaratılış ayetleri gibi yankılanıyor odanın içinde. Yine bilmediğim bir dil. Ama anlıyorum, cümleler ilk duyduğumda değil, odanın içindeki yankılarından sonra karşılıklarını buluyor zihnimde.

“Ben sözümü onun ağzına koyacağım; benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.

Ben sözümü onun ağzına koyacağım; benim vahyimle konuşacak. Onu kabul etmeyene azap vereceğim.”

Bir mektup daha düşüyor. Çevriliyorum mektubun düştüğü tarafa.

Bu kez kimse konuşmuyor. Derin derin soluk alışlar duyuluyor sadece. Alıp okumak istiyorum mektubu fakat yerimden kalkamıyorum. Bütün gücümle tekrar deniyorum, olmuyor, kımıldayamıyorum. Soluk almalar şiddetlenerek devam ediyor. Kendini kendinin önüne katarak artan bir ritim.

Sonunda yavaşlıyor, yavaşlıyor ve duruyor. Yavaşlayan soluklarla beraber anlıyorum ki mektup da bitiyor. Bu bitiş, bu yavaşlayan soluklar daha büyük bir sonun imgesine dönüşüyor zihnimde, mektubun bitmesiyle beraber öleceğimi düşünüyorum. Sonra bir sessizlik. Çok uzun bir sessizlik... Allah’ım diye yakarıyorum, ne olur bir tek sözcük, ne olur tek bir yaratılış sözcüğü… Hiçbir şey duyulmuyor, yalnızca sağır bir sessizlik. Ve ardından yırtılan bir kağıt sesi... Çığlık atıyorum, dehşetle ileri atılıyorum, yırtılan mektupla beraber yaşamanın bilgisini de yitirdiğimi düşünüyorum. Her şey o mektuptaydı diye düşünüyorum. Yeni ve korkunç bir bilgiyle, ölümün bilgisiyle donanmış olarak mıhlandığım taburede çırpınmaya başlıyorum.

Mektuplar ardı ardına düşmeye başlıyor, aynı anda dört pencereden de akıyorlar odaya. Her mektubun başka bir sesi var. Şehir meydanına, arı kovanına, hastane koridoruna dönüşüyor oda. İstemsiz olarak seslerin geldiği yere çevrilmeye devam ediyorum. Sürekli ve aralıksız düşüyorlar. Dönüp duruyorum.

Her şey dindiğinde, mektupların düşmesi sona erdiğinde, taburem sabitlenip kaldığında dört ayrı kapıdan dört adam giriyor odaya. Kısa boylu, tıknaz dört adam üzerlerinde üniformayı andıran elbiseleriyle odadaki eşyaları kapılardan dışarı çıkarmaya başlıyorlar. Önce mektupları topluyorlar, ardından diğer eşyalar taşınıyor. Oda tamamen boşaldığında endişeyle taburemi ve beni hangisi, hangi kapıdan, nereye götürecek diye düşünmeye başlıyorum.

Dokunmuyorlar bana, işlerini bitirdiklerinde hep bir ağızdan yabancı bir ismi bağırmaya, el kol hareketleriyle birini çağırmaya başlıyorlar.

İri yarı, beline ala bula bir kuşak sarmış, esmer tenli, gür bıyıklı, kafası usturayla kazınmış, cellada benzeyen bir adam karşımdaki kapıdan içeri giriyor. Elinde kocaman bir bıçak var. O içeri girer girmez diğer adamlar kapılardan dışarı çıkıyorlar.

Celladı görene kadar her nesne, bütün o eşyalar; kitap, sigara, masa, yataklar, mektuplar, her şey kendilerine ait alışılmış kararsızlıklarıyla titriyordu. Her şeyi şaşı görüyordum. Yine şaşı görüyorum, duvarlar kesişme noktalarında birbirlerine karışıyor, taburemin üzerinde sekiz kapı ve sekiz pencere arasında oturuyorum. Halının üzerindeki kareler girift bir labirente dönüşüyor gözlerimde.

Celladın elindeki bıçak, o da çift. Yalnızca celladı, yalnızca onu tek görüyorum. Öyle yekpare, kaçınılmaz bir bütün, algılanmaması imkansız bir hakikat, bir netlik olarak olarak görünüyor gözlerime ölümüm.

Celladın parmağında iri bir yüzük ve kulağında ağırlığı kulak memesini sarkıtmasından belli mat bir küpe var. Onları da şaşı görüyorum, fakat cellat tek. Küpe celladın kulağından sarkarken, o küpenin yansıması boşlukta sallanıyor. Kulak tekliğini muhafaza ediyor, celladın bedeni her şeye rağmen şaşılığıma galebe çalıyor.

Heyecanlanıp ayağa kalkıyorum. Saatlerdir yapıştırıldığım tabureden kurtuluyorum. Cellat beni özgür bıraktı diye düşünüyorum. İlk defa bir şeyi şaşı görmemenin şaşkınlığıyla ona dokunmak istiyorum.

Adımımı atmamla birlikte elindeki bıçağın yansıması gözüme vuruyor. Kendime gelip kaçmaya başlıyorum. Arkamı döndüğümde diğer üç kapının ve pencerenin olmadığını, yerlerini sağır duvarlara bıraktıklarını görüyorum.

Tek kapı var, kapının önünde de cellat.