Cihan seyyahı Fazlullah Efendi'nin gördüğüdür

Doğup büyüdüğüm şehre kavuştuğum gece Seyyah Carullah Efendi de rabbine kavuşmuştu.
Doğup büyüdüğüm şehre kavuştuğum gece Seyyah Carullah Efendi de rabbine kavuşmuştu.

Ayyar'ın dediğine göre tüm şehir bu mübarek cuma gününde bir araya gelmiş ve okunan Kur'an-ı Kerimler eşliğinde Carullah Efendi'nin cansız bedenini sırtlamıştı. Önde Seyyahlar Loncası'nın ihtiyar seyyahları ve seyyah olma ateşindeki genç seyyahlar, biraz geride Efendi'nin cariyeleri ve köleleri en arkada da şehrin diğer sakinleri...

"Dönen kişi, ayrıldığı şehre tekrar gelen kişidir."

Güneş tepelerin ardına doğru süzülmeye henüz başlamışken doğup büyüdüğüm şehre, evime bir fersahtan az bir uzaklıktaydım. Fırat ve Dicle'nin suladığı mümbit topraklarda ben ve kafilem büyük bir ciddiyetle ilerliyor, seferden sağ salim dönüşümüzün verdiği gururu imanımızda buluyorduk. Kafilenin gencinden ihtiyarına varana dek herkes şehre dönüşümüzün sevinci içerisindeydi. Tam da bu anda ben, Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi, kafilemin ortasında ağır aksak ilerleyen devemin üzerinde en sevdiğim cariyem Nevbahar ile güneşin doğduğum şehre bahşettiği son ışıkları izliyor, bu körpecik bedeni kucaklamanın yol açtığı arzuyu tadıyordum. İri kıyım zenci kölelerim kafilenin en önünde, ardından gelen atlılarımın mahmuzunu tutup birlikte ilerliyor; biraz arkalarında, üstlerinde ben ve cariyelerimin, değerli hazinemin ve de cihanın dört bir yanından toplamış olduğum kitaplarımın ve haritalarımın olduğu yirmi baş yetişkin deve de kafileye ayak uydurmaya çalışıyordu. Bir padişah gibi ağırlandığım kafilemin ortasında ilerlerken çocukluğumu, bu şehirden ilk ayrılışımı ve son seferimi düşünüp kederleniyor, kederlendikçe kollarımdaki cariyemin sakalımı okşayışıyla hayat buluyordum.

Tüm bunlar olurken şehrin burçlarından görünmemle birlikte başlayacak olan sonu gelmez tartışmalar ve türlü şaklabanlıkları düşünüp neler olacağını kestirmeye çalışıyordum. Şehre yaklaşmamla muhtemelen gözcü kulelerinde yaygaralar kopuyordu. Şehrinin surlarına yaklaşanın ne olduğunu anlayamayan gözcüler kendi aralarında tartışıyor ve vakit kaybetmek istemediklerinden surların hemen berisindeki çadırında arz-ı endam eden Esesbaşı İsfendiyar'a durumu iletmeyi tasarlıyorlardı. Sonrasında onu da yanlarına alarak şehre doğru yaklaşmakta olan bu siyah noktayı gözleyeceklerdi. Dahası kuleye çıkan İsfendiyar da yaklaşanın ne olduğunu anlayamayacaktı ve yanındaki gözcülere öfkeyle bağırıp, "Mademki göremediniz, öyleyse aldığınız mangırların da zırnık helal olmadığını bilesiniz!" diyecekti.

Bunun üzerine biraz daha seçilebilir olduğumuzda bizi hemen fark edecek olan gözcülerden biri, durumu kurtarmak adına, yaklaşanın bir kafile olduğunu hızlıca söyleyecek ve arkadaşının da bir bakışta bu yaklaşanın gerçekten kafile olduğuna hükmetmesiyle varlığımız artık daha da bilinir olacaktı. Hızını alamayan Esesbaşı İsfendiyar, kapıdaki diğer nöbetçilere kükrercesine bağırarak, "Kapıları açın sizi zavallılar!" diyecekti. "Belli ki Fazlullah Efendi maiyetiyle birlikte son seyahatinden dönüyor." Bense tüm bunları düşündükçe kafilemin kolcusu Ayyar'a daha da yavaş gitmelerini emrediyor, güneşin batıp da yerini aya bırakmasıyla şehre girmek istiyordum. İstiyordum ki, tüm şehir geceyi gündüz etsin, evlerinden çıkıp beni şehrin ortasında karşılasın. Gelişim öyle büyük bir yaygara koparsın ki meraktan sabaha kadar kimsenin gözüne uyku girmesin. Erkekler avratlarıyla birlikte döşeklerini ısıtmak yerine anlatacağım hikâyeleri dinlemek için kapımda sıra olsun.

Yanıma gelemeyen kadınlar cariyelerimin anlatacaklarıyla mest olsun ve sabahı zor etsin. Kölelerim şehrin tüm dilenci ve tellallarına, tüm dedikoducu ve gerekirse fitnebazlarına akçeler versin, gösterişte bulunsun ve bunu yaparken de gidip gördüğüm, ayırdına vardığım cihandan haber versinler. Bir zamanlar doğup büyüdüğüm bu topraklar Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi'nin adı ile övünsün. Övünsün de tarihine hiç eskimeyecek şanlı bir isim eklesin. Fakat bizi karşılayanlara ilk darbeyi kölelerim ve beraberimdeki maiyetim vuracaktı. Şehre girişimizle önümüze koşan ahalinin şaşkınlığının üzerine gidecek ve de tek bir ağızdan fısıldayacaklardı, "Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi! Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi! Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi!" İşte o zaman, yaşı altmışların ortasına varmış olan ben, ileri atılacak ve şöyle diyecektim;

"Şu koca cihanda tek bir yer var mıdır ki ayağım değmemiş olsun; ovalarında ve bayırlarında salınmamış, hayvanlarının sütüne, aşlarının tadına bakmamış olayım. Siz ey gafil insanlar, gelin de cihanı benden sorun. Doğuda Herat, Semerkant, Buhara, Çin, Mançurya, Sirderya, Amuderya, Türkistan ve tüm Tatar diyarları ile batıda Frengistan, Konstantinapolis, Atina, Belgrad'a değin Diyar-ı Rûm'u; şarkta ve garpta, şimalde ve cenubda tüm diyarları ve dahi kralları ve padişahları ve halifeleri ve beyleri ve dahası tüm bu toprakların en değerli mücevherlerini ve kadınlarını gelin de benden sorun. Benden sorun ki ilmimin zekâtını, bana bu ilmi bahşedenin billur hatırına verebilmiş olayım. Olayım ki yarın bir gün mahşerde benden davacı olup da Fazlullah Efendi bilirdi, bilmezden geldi. Tattı ama anlatmadı. Gördü ama söylemedi. Duydu ama tarif etmedi, demeyin. Gelin sorun ki ilmim sizlerce de tasdik edilmiş olsun. Sadece bununla da kalmayın ey insanlar! Kahinlere ve müneccimlere gidin. Bugün doğan çocukların yıldız fallarına baktırın. Baktırın da bugünün ne bereketli bir gün ve gelişimin ne mübarek olduğunu doğan çocukların kaderleri size söylesin. Bugün doğan çocuklara eş alırken, onlarla iş tutarken doğdukları günü aklınızdan çıkarmayın. Heyhat! Kim bilir bugün doğanlar ileride ne büyük kimseler olacak.

Kuledekilerin Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi'yi Görmesine Dair

Fazlullah Efendi ve maiyeti güneş dağların ardına doğru süzülürken yavaşça ilerliyor, bunu gören gözcü kulelerinde bir velvele kopuyordu. Neyse ki yaklaşanın ne olduğu biraz daha bilinir olunca kuledeki cümbüş de son bulmuş ve herkes işinin başına dönmüştü. Fazlullah Efendi gerçekten de kafilesi ile ağır aksak ilerliyor, burçlara dikilmiş askerler kıran kırana geçen bir çarpışmayı izler gibi gelenin yolunu gözlüyordu. Acaba Fazlullah Efendi'nin olanlardan haberi var mıydı yoksa Cenab-ı Rahman'ın inayetiyle yolu tam da bu vakitlerde mi buraya düşmüştü? Nöbetçiler birbirlerine bakarak bir cevap arıyor, kimse cevabın ne olduğunu bilmiyordu. İsfendiyar, kimsenin bir şey dememesi için herkesi sıkı sıkıya tembihliyor, olacakları bir sansar edasıyla izlemek istiyordu.

Tüm bunlar olurken Fazlullah Efendi bir şeyi aklından hiç çıkarmıyordu: Elbette gelip eteğini öpecek, ondan gezip gördüğü yerleri dinleyecek, içi seyahat etme arzusuyla dolup taşacak, ancak yaşının verdiği çaresizliği de hiçbir zaman silemeyecek olan birçok kimseler olacaktı. Bunların bir kısmı anlatılanları hayretle dinleyip sanki Nuh Nebi ya da İsa Mesih'ten haber almışçasına şaşacak, Fazlullah Efendi'nin anlattıkları karşısında küçük dillerini yutacaktı. Bir kısmı ise şaşırmış gibi yapıp hasetinden çatlayacak, ardından sin-kaflı sözler ederek Fazlullah Efendi'yi ve ilmini aşağılayıp gittiği her yerde ahkâm kesecekti. Ahkâm kesip sövenlerin içinde hiç şüphesiz şehrin ihtiyar seyyahları başı çekecekti. Yaşı geçmiş olan bu seyyah parçaları hasetlerinden çatlamakla kalmayıp gün gelince Efendi'nin karşısına bile dikilebilirdi. Dahası, gururlarına yediremedikleri bu övgüler karşısında Seyyahlar Loncası'na başvuranlar çıkabilir ya da kim bilir, belki bir gün Efendi'nin kölelerine ve insan azmanı askerlerine aldırmadan canına bile kastedebilirlerdi.

Bu ikisinin arasında ise şehrin seyyah olmaya niyetli; şan, şöhret ve kadın peşinde gezme arzusunu, "Seyahat Ya Rasulullah!" şiarından öte tutacak budala gençler olacaktı. Ana rahminden fırlar fırlamaz bir baltaya sap olamayıp da gözlerini kamaştıran karşı konulmaz seyyah olma arzusuna kapılan ve akıl hikmetinden mahrum bu gençler Fazlullah Efendi'nin eteğine yapışıp ona temaşa ettiği güzellikleri soracak; Fazlullah Efendi ise seyahatini, seyahatte başına gelenleri, eşkıyaları, Çin prensesi Mai'yi, Çin'den tüm cihana yayılan ipeğin hikâyesini anlatacak, fakat tüm bu anlatılanlara kulak asan birkaç kendini bilmez çıkıp, "Bize ne ipekten eşkıyalardan, Amuderya'da yakana yapışan korsanlardan, büyük tufandan. Sen bize ülkesine gidip el etek öptüğün, altın sütunlu sarayında havuzdaki nergisleri izleyen Çin Prensesi Mai'nin güzelliğini anlat. Sen bize kafasında tek tel saç bırakmayıp hepsini Buda'nın öğretileri yolunda kazıtan, bu da yetmezmiş gibi şarap içmeyi ve et yemeyi yasak eden Çin Prensi'nin sana verdiği hediyeleri; atları, köleleri ve cariyeleri anlat. İçtiğin şarapları, kımızları, Çin diyarında ve tüm şarkta gördüğün dilberleri anlat. Bununla da kalmayıp Frengistan krallarının seni sofralarına buyur etmelerini, kana susamış o heybetli savaşçıların şehrin büyük meydanlarındaki vuruşmalarını anlat. Anlat ki yaş almadan, yaşlanmadan içimizdeki seyahat arzusu yansın, alev alsın. Alev alan bu arzu bizi ayaklandırıp şehir şehir, diyar diyar seyahat etmeye ve güzellikleri tatmaya zorlasın." diyecekti.

Zahirden yana bigâne olup batıl olana bu kadar yanaşan gençlere uzun uzun bakacak olan Fazlullah Efendi ise içinden "La havle!" çekerek, "İlmimin zekâtıdır, ne yapalım." deyip yine de tüm gördüklerini ballandıra ballandıra anlatacak ve bu genç çocukların gecelerini türlü hayallerle süsleyecekti.

Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi'nin Seyyah Carullah Efendi'yi Düşünmesi

Tüm şehir dönüşümün yol açtığı şamatayla meşgulken ihtiyar seyyah Carullah Efendi her zamanki gibi odayı aydınlatan kandil ışığının berisinde, yazı masasının başında olacaktı. Biliyordum. Şehre, uğur sayılsın diye mübarek cuma günü giriyordum. Carullah Efendi'nin cariyeleri her cuma olduğu gibi bugün de Efendi'nin en sevdiği yemekleri hazırlamıştı, biliyordum. Carullah Efendi yemeğini bitirdikten sonra âdeti olduğu üzere uzunca bir süre etrafında oluşan halkaya seyahat ettiği diyarları anlatacaktı. Biliyordum. Tatar diyarlarından tutun da İskender'in tek kılıç darbesiyle çözdüğü Gordion düğümünün bulunduğu Kral Midas'ın topraklarına değin gördüğü tüm krallıkları, toprakları, çeşit çeşit âdemi anlatacaktı.

Biliyordum. Sayısız defa dinlemelerine rağmen Cengiz'in gece yarısı saldırdığı Tatar kalesini gafil avlamak için kuşları nasıl diri diri yaktığını, bir alev topuna dönüşen kuşları şehre salıp şehri savunan askerlerin gözünü nasıl korkuttuğunu soran biri yine çıkacaktı. Biliyordum. Kendisine gösterilen ilgiyi cevapsız bırakmayan Carullah Efendi ise bu sorularla neşelendikçe neşelenecek, yüzü ayın on dördü gibi açılacaktı. Tüm bunlardan sonra keyifle yazı masasının başına oturacaktı. Yazı masasının başında ise önünde duran Mısır, Fergana ve Bergama'dan getirdiği kâğıt tomarlarını istifleyecek, dayanıklı ve temiz olduğuna hükmettiği kâğıtları katiplik vazifesi verdiği Arap kölesi Efaraim'e verecekti. Efaraim, yerdeki küçük rahleye doğru iyice eğilmiş, gözlerindeki yanmalara aldırmadan, efendisinin dilinden dökülenleri en az hatayla kâğıda geçirecekti.

Carullah Efendi ise aklına gelenleri unutmamak için hızlıca söyleyip, arada bir karıştırdığı da olacak, fakat o an aklına o şekilde geldiği için, "Yaradanın elbet bir bildiği var ki bu şekilde dilimden çıktı." diye düşünüp düzeltme gereği duymayacaktı. Bunlar olurken Efaraim de boş durmayarak gerekli gördüğü yerlere kendi eklemelerini yapacak ve böylesi daha münasip diyecekti. Gecenin sonunda ise Arap köle Efaraim, yazıp bitirdiği kâğıdı kandil ışığında hayranlıkla seyrederken kâğıtta şunlar olmalıydı:

"..., ... ve ... Bölgesine Dair Görüp İşittiklerim ve Dahi İman Edip Tasdik Ettiklerim.

... şehri ...'dan at ile ... gün sürüp ...'nın ... yönünde kalmaktadır. Bu şehrin yapısı tıpkı bir ... andırmakla birlikte şehrin ... bir de nehir akmaktadır. Şehrin ulularının ve şehirde yaşayan tüm halkın iman ettiği bir gerçek var ki, o da bu nehirde yıkananın tüm günahlarının silindiği, anadan doğma olup tekrar bir melek kadar günahsız olduğudur. Hristiyanların vaftiz suyuna benzeyen bu su..." Tüm bunları nerden biliyordum? Biliyordum, çünkü ben, Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi; bir zamanlar Seyyahlar Loncası'nın en itibarlı üyesiyken şu an olsa olsa ihtiyar bir seyyah artığı olan Carullah Efendi'nin yanında, onunla diyarlar dolaşmaya yemin etmiş ve eteğinde kulu kölesi olmuştum. Bulduğum her fırsatta yanına koşmuş ve mübarek cuma günlerinde evinin yolunu tutmuştum. Carullah Efendi'nin seyahate gittiği uzun yıllarda döneceği günü, dönüp de gördüğü yerleri seyyah olma muradında olan bizlere anlatmasını beklemiştim.

Ancak Carullah Efendi tüm merakımıza rağmen biz genç seyyahları küçük görüyor ve aklımızın cihanı anlamaya yetmeyeceğini, seyyahlığı cihanı anlamaktan öte şan, şöhret ve cariye sevdasından dolayı istediğimizi söylüyordu. Platon'un okulunda ve Zerdüşt'ün Avesta'dan kutsal ilahiler sayıkladığı dağlarda ve Budistlerin kutsal mabedlerinde ve Müslümanların o ulu dergahında dinlenmek bize göre değildi. Dahası gördüğü Rûm dilberleri karşısında abdest tazelemeden durabilmenin büyük bir hüner olduğunu ve bizim gibi bıyıkları henüz terlemeye başlamış yeni yetmelerin tüm bunları anlayamayacağından bahsediyordu. Carullah Efendi'ye göre bizim gibi loncaya girip seyahat etme hevesinde olan gençlere yardım etmek nefsimize eziyetten başka bir şey değildi. Zira biz körpeler bitmek bilmeyen nefsani ve şeytani zevk ve hırslarımızla, Allah korusun, loncanın da sonu olabilirdik.

Oysa kâdir olan Allah'tı. Hâsılı Efaraim abanoz kamışının ucundan çıkan şaheserini hayranlıkla izlemeyi sürdürürken odanın kapısı sert bir gürültüyle açılacak ve içeriye gece gibi karanlık Servan girecekti. Servan, bir zamanlar bizim yaptığımızı yapan, Carullah Efendi'nin şehirdeki tüm malumatları toplayıp kendisine ulaştıran siyahi kölesiydi. Şehre gelişimizi, artık basit bir seyyah olmaktan ziyade bir Cihan Seyyahı olduğumu haykıracaktı. Carullah Efendi ise duydukları karşısında küçük dilini yutacaktı. Biliyordum. Ardından karşıma çıkmaya cesaret edecek, yetmeyecek loncaya başvuracak, o da yetmezse padişaha kadar gidecekti. Bir zamanlar el etek öptürdüğü onca insana beni anlatıp şeytanla iş birliği yaptığımı, tüm cihanı gezmenin imkânsız olduğunu haykıracaktı. Biliyordum. Tüm bu bildiklerimi ise ayıplı bir ruh gibi gittiğim diyarlarda göğsümde taşıyordum.

Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi'nin Şehre Girişinde Dilinden Dökülenler

Şehre girişimizle birlikte beklediğim tüm o yaygaradan eser yoktu. Sanki söylenecek her şey çoktan söylenmişti de ahali meydanı boşaltmıştı. Ben ve beraberimdekiler meydan boyunca ilerliyor, herhangi bir hayat belirtisi arıyorduk ama nafile. Ayyar atından inerek yanıma koştu. "Sultanım, şehri Moğollar basmış olmaya?" Bir anda tüm kafileyi soğuk bir sessizlik kapladı. Elbette olabilirdi. Gerçekten de bu olsa olsa Moğol belasıydı. Yıllardır halkı bu kadar canından bezdirip sokağa dahi çıkmaya korkar hale getiren başka hangi bela vardı? Bağdat'ı, Nişabur'u, Anadolu'daki her bir karışı kan deryasına çeviren kimdi? Müslümanlığın ve diğer tüm dinlerin koyduğu yasakları çiğneyen, bunları güç gösterisine dönüştürüp hayattan tat aldığını haykıran başka kim vardı. Oysa kuledeki gözcüler yerlerinde duruyordu. Hal böyleyken Moğollar saldırmış olamazdı.

Ayyar'a emir verdim, şehrin en hünerli cazgırlarını, tellallarını ve dilencilerini gerekirse sıcak döşeğinden aldırıp huzuruma getirsinler istedim. Sözlerim ve ihtişamım bu gece tüm benliklerini sarmalı, yarına kalmamalıydı. Sözlerim loncadaki ihtiyar seyyah artıklarına daha döşeklerine girmeden ulaşmalıydı. Varlığım bu sözde ululuk taslayan seyyahlara hikâyeden ziyade bir tokat olacaktı. Ben ve kafilem meydanın ortasında yavaş yavaş ilerliyorduk. Erkenden eve gitmeye niyetimiz yoktu. Şenliğe az kalmıştı. İlerlememizle birlikte geceyi yararcasına üzerimize doğru gelen Ayyar'ı görmemiz bir oldu. Onu görünce keyfim yerine geldi. Muhakkak birilerini de yanında getirecekti. Yoksa arkasında mıydı? Nefes nefese gelen Ayyar'a ahalinin nerede olduğunu sorduğumda yüzüme derin bir pişmanlıkta baktı.

Cihan Seyyahı Fazlullah Efendi'nin Dilinden Dökülemeyenler

Artık iyiden iyiye öfkelenmeye başlamıştım. İstiyordum ki bir an evvel her şey olsun ve bitsin; loncadaki divanda Carullah Efendi'nin o buruşuk suratıyla yüz yüze gelebileyim. Gelebileyim ki divandakiler adımı fısıldadığında yüzündeki öfke ve şaşkınlığı göreyim. Göreyim ki yıllar önce beni başından savurmanın pişmanlığıyla dizlerini dövsün. Akşamları etrafında belirip ondan gezip gördüğü yerleri anlatmasını isteyenlerin bakışı zehirli birer hançer olsun. Anlasın içimdeki öfkeyi. Anlasın ne Budist tapınaklarında ne Kabe'de, Kudüs'de ne de Apollon'un ulu mabedinde ve İran'ın en namlı ateşgedelerinde içimden atamadığım kinimi. Neyi koruyordu genç seyyahlardan; Lonca'nın kaderini mi yoksa kendi itibarını mı? Hoş, artık ikisi de ayaklarımın altındaydı. İkisinin de kaderi ellerimdeydi. Yüreğimde taşıdığım bu ayıplı ruhu taşıma sırası artık ondaydı.

***

Oysa Ayyar, en mutlu gününde atası anası ölmüş bir er gibi yanımda bitmişti. Ayyar'ın dediğine göre tüm şehir bu mübarek cuma gününde bir araya gelmiş ve okunan Kur'an-ı Kerimler eşliğinde Carullah Efendi'nin cansız bedenini sırtlamıştı. Önde Seyyahlar Loncası'nın ihtiyar seyyahları ve seyyah olma ateşindeki genç seyyahlar, biraz geride Efendi'nin cariyeleri ve köleleri en arkada da şehrin diğer sakinleri... Doğup büyüdüğüm şehre kavuştuğum gece Seyyah Carullah Efendi de rabbine kavuşmuştu. Tüm sözler yine sahipsiz kalmıştı.

Kavuşmak güzeldi.