Çünkü dil dünyayı bilenler içindir

Güray Süngü, bu sefer, dizelerden/mısralardan yola çıkarak yazıyor metinlerini.
Güray Süngü, bu sefer, dizelerden/mısralardan yola çıkarak yazıyor metinlerini.

Güray Süngü; söyleyecek sözü, düşünen aklı, hisseden kalbi olanların sözcüsü. Diliyle, sözüyle, hikâyesiyle "eve, kalbe, şarkıya" dönmek isteyenleri, bu dünyadan insanca geçmek isteyenleri, içinde yaşadığımız çağa tanık olmaya çağırıyor. İşte, biz de böylelikle bir dili dünya bilip konuşmaya başlıyoruz.

Güray Süngü'nün Sayıklar Bir Dilde, isimli son kitabı Ketebe Yayınları'ndan çıktı.

Güray Süngü'nün Sayıklar Bir Dilde, isimli son kitabı Ketebe Yayınları'ndan çıktı. "Eve, kalbe, şarkıya" ithafını taşıyan kitap, esasında, dünya üzerinde at koşturan insanın tüm eylemlerinin masaya yatırıldığı bir kitap. Gözlerimizi kapatınca yok oldu sandığımız bir dünya kuruluyor tüm görkemiyle. Durmadan kaçtıklarımız karşımıza çıkıyor böylece. Güray Süngü, bu sefer, dizelerden/mısralardan yola çıkarak yazıyor metinlerini. Bu bağlamda, şairin sözünü bir kaynak olarak bellediği düşünülebilir.

"Heinrich Heine, dünya sancısının şairin kalbinin orta yerinden geçtiğini söylediğinde, kalbinin parçalanmaktan başka bir şey elde edemediğini dile getirmiştir." 1 Yazar da bunun bilincinde olarak işte tam bu noktadan başlıyor anlatmaya. "Bir ağrı başladı içimde." diyebilenlerin hikâyesi bu anlatılan. Debelenen atların, çatırdayan kemiklerin, görmeyi öğrenen gözlerin, toprağı üstüne çekenlerin, karanlıkta ay görenlerin, yedi gece rüya büyütenlerin, bilmediği bir dilde sayıklayanların, güneşe ayçiçeği taşıyanların, nereden geldiği sorgulananların, boynuna ipten kolye yapanların.

Gözlerimizi kapatınca yok oldu sandığımız bir dünya kuruluyor tüm görkemiyle. Durmadan kaçtıklarımız karşımıza çıkıyor böylece.

Metinlerde; dili başka, ülkesi başka insanların aynı gökte buluştuğu da görülüyor, iki insanın bir gökten düştüğü de. Böylece her metin, bir başka dilde sayıklıyor. "Güneşin Mızrakların Ucuna Takılıp Kaldığı Bir Vakitte" adlı metinde; uçaklar, taşıdıkları bombaları televizyonların içine bırakıyor. Bombaların sesi hoparlörlerden duyuluyor. Böylece şehirler sütten kesiliyor. Çocuklar ölüyor. Çocuklar ölünce anne ve babalar, tanımlarını yitiriyor. Yaşanan, ne kadar tesir ettiyse, insanın içinde de o kadar yıkım oluyor. En nihayetinde, insan, kavramlarına yabancılaşıyor. Kavramlar yabancılaştığında dünya altüst oluyor. Eşyaya güven ile bakmayı yitiren bilinç, dünyanın hiçbir şehrine inanmıyor. Sezai Karakoç'un Masal şiirinden hareketle yazılan "Bir Alın Yazısı Gibiydi Kuruyan Yapraklar Onda" da kitabın güçlü metinlerinden biri. Bilindiği gibi; şiir yahut yolculuk, yedi oğulun, sırayla, batı kapılarından geçmesiyle başlıyor. Karakoç, Masal şiirine "Doğu'da bir baba vardı." diye başlıyor.

Süngü ise, "Doğu'nun kaç oğlu vardır baba." diye. Karakoç şiirini "Gömün beni değiştirmeden, doğulu olarak ölmek istiyorum ben." diyerek bitiriyor. Süngü ise "Değişmeyeceğim, değişerek size dönüşmeyeceğim" diyerek. "Gül Kokuları Çocukların Kaburga Kırıklarından Geliyor", kitabın en çarpıcı metinlerinden. Eve zorla giren maskeli adamlar, "Çocuk nerede?" diye sorarlar boyuna. Ardından, anlarlar nerede olduğunu. Annesinden alırlar çocuğu, bıçakla. Ardından beyaz maskeli bir adama teslim ederler. Çocuktan aldıklarını başkalarına dağıtırlar. "Öteye gönderin, böbreği zayıf olanlarımız istifade etsin." Alınacak her şey alındığında Ulu Büyük, yahut onun doymaz bilinci konuşur: "Nasıl biter dedi, bak daha." Sonra bir koku yayılır dünyaya, kaburga kırıklarından. Metinlerin büyük çoğunluğunda çocukların olduğu söylenebilir. Belki de bu dünyanın en çok zarar görenleri.

Ağacın gölgesine bakan kör çocuklar, okulun yonttuğu çocuklar, gecekonduda yaşayan çocuklar, kirpi gibi çocuklar, her tarafı diken çocuklar, kim elini uzatsa delik deşik çocuklar. Süngü, çocuğun dilinin ve büyülü dünyasının bilincinde, bombayı penguen olarak gören çocuk gerçekliğinin farkında. Bunun bilgisiyle kuşanmış olarak öte mahallemizde yaşayanları, otobüste göz göze geldiklerimizi, yolumuza çıkanları anlatıyor. Yani bedeni değil özü, insanı değil insanlığı göstermek için eliyle toprağı deşiyor. Kitaptaki dil kırılmaları, şairin diline ve dünyasına koşut olduğu kadar insanın dünyasına ve duygusuna dair de bir koşutluk içeriyor. Bir sözcük, başka bir sözcüğe ulanıyor. Bir sözcük önceki anlamından giderek sıyrılıyor.

Yazar, tüm kavramlardan arınarak, esas sözlere ve sözcüklere dönerek, daima içine konuşarak anlatıyor derdini. Sorular, daima en zor yerden soruluyor. Farklı bir biçimin özgürlüğünde, bildiği bir dilin sınırlarında, Süngü'nün kendi ifadesiyle, "Bir mısra yakaladı, tanrıdan, onu aldı serdi önüne." Acının varlığı, içinde bulunduğumuz mekânı sorgulamaya götürüyor bizi. Bu beden olabilir, ev olabilir, şehir olabilir, ülke olabilir. En nihayetinde dünya olabilir. Acı, dünyayı imler. Yani, Güray Süngü'yü dile iten de budur. "Söyleyecek şeyi olmayan adamın kelimeleri de olmuyor." diyen Steinbeck2 ile işte tam bu noktada göz göze geliyoruz. Güray Süngü; söyleyecek sözü, düşünen aklı, hisseden kalbi olanların sözcüsü. Diliyle, sözüyle, hikâyesiyle "eve, kalbe, şarkıya" dönmek isteyenleri, bu dünyadan insanca geçmek isteyenleri, içinde yaşadığımız çağa tanık olmaya çağırıyor. İşte, biz de böylelikle bir dili dünya bilip konuşmaya başlıyoruz.

  • 1 Dünyaya Gelmek-Dile Gelmek, Peter Sloterdijk, Salkımsöğüt Yayınları, s.14
  • 2 Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında, John Steinbeck, Sel Yayınları, s.126