Çürüme

Şimdi aslında tamamen çürüdükten sonra da bir iş imkânı var. Şehir dışında bir atık tesisinde...
Şimdi aslında tamamen çürüdükten sonra da bir iş imkânı var. Şehir dışında bir atık tesisinde...

Tamamen çürüyene kadar geçen 6 ay boyunca bunlara benzer onlarca hikâye dinledi. Bir yandan kargo paketleyerek... Nihayet tamamen çürüdüğünde, 6 ay boyunca bir gün bile iyi davranmayan görevli, yüzünde bir şefkatle son yevmiyesini ödedi ve aynen Cemil'in yaptığı gibi söze girdi "Şimdi sen ne yapacaksın bundan sonra?"

15. kattan atlayalı tam 15 dakika olmuştu. 15 dakika önce parçalara ayrılacağını düşünürken şimdi bir bankta oturmuş etrafı izliyordu. Kimse engel olmaya filan da çalışmamıştı. Hatta atladıktan sonra dönüp bakan bile olmamıştı. Acaba atlamamış da sanrılamış mıydı? Yukarıdan aşağı nasıl inmişti peki? Ya da atlamış ve can mı çekişiyordu? Tüm bu ihtimalleri ekarte etmek için yarım saat daha aynı bankta öylece oturdu. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Biraz sonra mendil satan bir çocuk yanaştı. Mendil istemiyorum dedi ama çocuk eliyle yüzünü işaret etti. Telefonunu çıkarıp burnuna baktı. Burnu kanamış, kan kurumuştu. Birkaç ufak çizik de vardı yüzünde. Takım elbisesinde yırtıklar... Tam bu sırada telefonu çaldı. Arayan numarayı tanımıyordu. Mendilci çocuğun beklediğini fark etti. Bir mendil aldı. Elini cebine attı. Ne para ne de cüzdanını vardı. Biraz etrafa bakındıktan sonra atladığı binanın önündeki cüzdanı fark etti. Hızlıca koşup aldı. Kartları da parası da duruyordu. Mendilci çocuğun parasını verdi. Binaya uzun uzun baktı. Evet, tam da bu binadan atlamıştı. Binaya nasıl çıktığını, kendisini aşağı nasıl bıraktığını gayet iyi hatırlıyordu. Aylardır kafasında kurduğu an bu kadar gösterişsiz bu kadar sönük mü olacaktı? Neden ölmemiş hatta parçalara ayrılmamıştı?

Bir mendil aldı. Elini cebine attı. Ne para ne de cüzdanını vardı.
Bir mendil aldı. Elini cebine attı. Ne para ne de cüzdanını vardı.

Binanın altındaki esnafa "Abi ben biraz önce buradan atladım görmediniz mi?" diye soramazdı ya. Ağır ağır yürümeye başladı. Ayaklarındaki ağrıyı yeni fark etti. Biraz başı da dönüyordu. Hızla bir ağacın dibine çöktü. Uzun uzun kustu. Biraz sonra telefonun titreşimiyle kendine geldi. Arayan Özlem'di. Mektubu yeni görmüştü kesin. Korkarak telefonu açtı. Kusmaktan boğazı acıyordu. "Alo!" Özlem'in her zamanki huyu... Bir şeye sinirlendiğinde kendi arar, ses vermez. Ne olacaksa olsun diyerek direkt konuya girdi. "Mektubu buldun sanırım" "Özlem?". Özlem içli içli ağlamaya başladı. Sonunda ağzından bir kelime çıktı "Ölmüşsün". Sinirden mecaz yaptığını düşündü. Hafif bir tebessüm etti. "Özlem, canım anlıyorum. Ama şunu bil iyiyim." Özlem telefonu yüzüne kapattı. Tam bu sırada yanından geçen çiftin burunlarını tuttuğunu fark etti. Kendini kokladı. Çok ağır bir koku vardı üzerinde. Eve gidince ilk iş yıkanmalıyım diye geçirdi içinden.

  • Otobüs durağına doğru ilerledi. Otobüste de kimse yanaşmadı yanına. Üzerindeki ağır koku giderek artıyordu. Giderek daha da hâlsizleştiğini fark etti. Nihayet yorgun argın eve vardı. Kapıyı annesi açtı. Her zamanki bezgin sesiyle "Ekmek almadın mı oğlum?" dedi. Özlem hırsla kapıdan çıktı. "Mutlu musun?" diyerek kolundan tutup çekiştirdi. "Mutlu musun abi?" "İnsan içine nasıl çıkacağız bundan sonra?" "Özlem ne diyorsun iyiyim işte bir şeyim yok. Yeter artık!" Özlem cebinden telefonu çıkardı. Youtube'dan ölüm haberini bulup gözünün içine soktu. Hiçbir şey söylemeden banyoya attı kendini. Yüzü o kadar solgundu ki korkudan ikinci kez bakamadı. Kıyafetlerini hızlıca çıkarıp suyun altına bıraktı kendini. Defalarca sabunlansa da koku çıkmıyordu. Pes etti. Çıkmadan yüzüne bir kez daha baktı. Korkunç hâldeydi. Salona gitti. Annesi ve Özlem yemek yiyorlardı. İçeri girer girmez Özlem burnunu tutarak kusmaya gitti. Annesi sakin tavrıyla bıraktı kaşığını. "Gel oğlum otur." Masadaki yerine Özlem'in oturduğunu fark etti.

Özlem'in tam karşısına oturdu. Biraz sonra Özlem geldi. "Sen bu hızla çürümeye devam edersen, bizi bu apartmanda da tutmazlar." "Abi sana inanamıyorum. Okulumun son senesi dedim. Bitireyim ondan sonra ne istersen onu yap dedim. Niye yaptın bunu?" Biraz sonra hiçbir şey söylemeden masadan kalktı. Odasına gitti. Işığı kapatıp yatağına girdi. Giderek daha da hâlsizleşiyordu. Ama hiç uykusu yoktu... Sabah olduğunda alarmı çalan telefonuna uzun uzun baktı. Tüm gece gözünü kırpmamıştı. Uykusuzluk hissetmiyordu. Üzerindeki ağır kokuyu kontrol etmek için koltuk altına burnunu dayadığında, koku alma duyusunu da kaybettiğini fark etti. Kendini kötü hissettiği zamanlarda yaptığı gibi kafasında Sonsuzluk ve Bir Gün filminin müziğini çalarak rahatlamaya çalıştı. Bunu hâlâ yapabildiği için biraz da olsa iyi hissetti kendini. Kafasında çalan müzikle beraber üzerini giyindi. Tüm gece çalıştığı kargo şirketinin şube müdürüne durumu nasıl izah edeceğini düşünmüştü.

Dönüp "Ölünün arkasından konuşulmaz orospu çocukları, yüzüne karşı hele hiç..." demek istediyse de bakışlarını kaçırarak yukarı çıktı.
Dönüp "Ölünün arkasından konuşulmaz orospu çocukları, yüzüne karşı hele hiç..." demek istediyse de bakışlarını kaçırarak yukarı çıktı.

Ölüm haberi Youtube'a düştüğüne göre onlar da duymuştu. Öldüğü için işten kovulacaktı belki de. Acaba intihar ederek ölmüş olması disiplin suçu sayılıyor muydu? Bu durumda tazminat da alamayacaktı. Özlem'e sorsa kesin bilirdi ama göze alamadı. Bunun iyi bir fikir olmadığını bile bile holdeki aynada aksine baktı. Yüzündeki beyazlık yerini iğrenç bir morluğa bırakmıştı. Gözlerini kapadı. Kafasında çalan müziği tekrar başlattı. Müziğin verdiği cesaretle kapıdan çıktı. Apartmanda kimseyle karşılaşmadığı için kendini şanslı hissetti. Hızlıca metro durağına yürüdü. Kimsenin yanına yanaşmamasından üzerindeki kokunun daha da ağırlaştığını fark etti. Metro yolculuğu ise tam bir kâbustu. Kusanlar, metrodan inenler... Birkaç kez metrodan atılma tehlikesi... İşyerine vardığında Seda'nın kapıda kendisini beklediğini fark etti. Seda daha ağzını açmadan konuya girdi. "Seninle, yani beni reddetmiş olmanla hiçbir ilgisi yok.

  • İçin rahat olsun" gibi şeyler diyerek başından savuştursa da Seda elindeki pimi çekilmiş bombayı önüne attı; "Müdür bey seni bekliyor". En azından tazminatını alabilse Özlem'in bu yılki okul masraflarının bir kısmı çıkardı. Bunun için yol boyunca nasıl bir muameleyle karşılaşırsa karşılaşsın sakin olmayı telkin etmişti kendisine. Bir kez daha kendisine bu telkini hatırlatarak kapıdan içeri girdi. Müdür Cemil, karşısında onu görür görmez beklenmedik bir şefkatle ayağa kalktı ve yüzünde buruk bir ifadeyle "Başın sağ olsun" dedi. Söylediği sözün saçmalığını fark etmesi uzun sürmedi; "Yani pardon dım dom dın din" "İnsan ne diyeceğini bilemiyor tabii." Nihayet karşısında burnunu tıkamadan durabilen birini bulduğu için sevinmeliydi belki de. Cemil, çocukken geçirdiği bir ağır hastalık sebebiyle koku alma duyusunu kaybetmişti. "Aslında hepimizin kafasından geçiyor zaman zaman" diyerek saçmalamaya devam ediyordu ki telefon çaldı.

Cemil, uzun bir telefon konuşmasından sonra nihayet yüzünü çevirdi. "Şimdi senin durumu nasıl yapsak?". "Nasıl yapsak" dediğine göre o kadar da kötü değil, yani en azından birkaç seçenek var gibi duruyor diye düşünürken Cemil beklenmedik şefkatinin nedenini bir tenis topu gibi suratına fırlattı. "Şimdi bu şekilde burada, yani şubede çalışman uygun olmaz. Ama eğer istersen senin gibi intihar vakalarının ya da kazayla ölenlerin toplandığı bir depomuz var. Orda istihdam edebiliriz seni." Ne, nasıl demeye varmadan suratından seken topu bir kez daha fırlatmıştı bile; "Tabii aldığın maaş buradakinin yarısı kadar bile değil ama..." Eskiden olsa "Buradan aldığım maaşın ikiye bölündüğünü bilmiyordum" diyerek muziplik yapardı. Ölüler şaka yapar mıydı? Artık kendisinin de bir hamle yapması gerektiğini düşünerek topa ürkekçe dokundu; "Tazminatımı alıp ayrılma seçeneğini..." Cemil'in suratındaki şefkatten eser kalmamıştı. Pis pis sırıtıyor, nasıl karşı hamle yapmayı düşünürsün bakışlarıyla tenis topunu defalarca suratına çarparak kendini rahatlatıyordu.

Zaten tazminat gibi bir seçeneği yokmuş. Açık bir disiplin suçuymuş. Kendisi yetkilerini kullanarak inisiyatif alıp, bunu merkeze bildirmeyecekmiş. Kendini bu kadar riske onun dışında hiç kimse için atmazmış. Ama insanoğlu nankörmüş. Zaten çürümesi tamamlandığında, çalışacak vaziyette olmayacakmış. O vakte kadar ailesine bir faydası dokunsun istemiş. Ne zaman tamamen çürüyeceğini düşüne düşüne şubeden çıktı. Cemil'in cazip teklifini çoktan kabul etmişti. Dönüşte metro yolcuğunu göze alamadı. Dinlene dinlene uzunca bir yolu yürüdü. Yolda kendisine tiksinerek bakan insanlara karşı yine kafasındaki müzik kartını kullandı. Apartmanın kapsına vardım diye sevinirken bakkal Selami'yle kapıcı Hüseyin'in kapıda tek kale hâlinde kendisini çekiştirmelerine şahit oldu. Hüseyin'in "Zaten sorunlu bir tipti." tespiti kaleden dönmüştü. Bakkal Selami "Her sorunu olan intihar mı edecek yani?" diye homurdanarak topu taca çıkardı. Bütün bunlar tam da gözlerinin içine bakarken cereyan etmişti.

Dönüp "Ölünün arkasından konuşulmaz orospu çocukları, yüzüne karşı hele hiç..." demek istediyse de bakışlarını kaçırarak yukarı çıktı. Asıl kâbusun henüz başlamadığını nerden bilebilirdi. Evin kapısının önünde o kadar çok terlik, ayakkabı vardı ki bir an şaşırıp bir üst kata çıktı. Doğru eve geldiğini anladığındaysa ilk kez Zagor'la Uğur'u yan yana gören Bekir sıkıntısıyla aşağı indi ve kapıyı çaldı. Doğru ya cenazeleri vardı. Kapıyı bu sene LGS'ye hazırlanan üst komşunun kızı Nergis açtı. Normalde sınava kadar evden kafasını çıkarması yasaklanan bu kız nasıl olmuş da buraya gelmişti. İlk kez bir ölü görmenin dayanılmaz merakı sarmıştı anlaşılan Güleç Apartmanını. Nergis heyecanına hâkim olamayarak mutlu bir çığlık patlattı kendisini görünce "Anne!". Koşarak annesinin yanına gitti. Burunlarını tutarak meraklı gözlerle kendisini izleyen komşular, Özlem'in ani manevrasıyla seyir zevklerinden oldular. Özlem "Öldüyse bile o benim abim aşağılamanıza müsaade etmem bakışı" attıktan sonra kapıyı üzerlerine kapadı.

Hiçbir şey söylemeden mutfağa gitti. Arkasından umutlu bir tonla "İş buldum." diyerek mutfağa girdiyse de Özlem'in dikkatini çekmeyi başaramadı. Doğru ya mosmor bir yüz ne kadar umut verici olabilirdi? Yine iyi bir fikir olmadığını bilerek holdeki aynada kendisine baktı. Morun kaç farklı tonu vardır diye düşünürken Şevval teyzenin "Geç olmadan (yani çürümeden) duasını da yapalım." telkinini duydu. Güleç apartmanı eğlenceye doymuyordu anlayacağınız. Hiçbir şey söylemeden odasına gidip tavanı seyretmeyi planlıyordu ki annesinin odadan çıkmasıyla bunun mümkün olmadığını anladı. Annesi "Oğlum sana zahmet 100 gram açık kahve al da gel." dedi. Kapının açılmasını fırsat bilen komşuların bakışları arasında evden çıktı. Selami'ye gitmemekte kararlıydı. Köşedeki Suriyeli bakkala gitti. Yüzünde şefkatli bir hüzünle kendisine bakan bu adama sarılıp ağlayabilirdi. Ölüler ağlar mıydı? Gece kapı dibinde havlayan köpeğin sesini o kadar az duyuyordu ki duyma duyusunu da yavaş yavaş kaybetmenin sıkıntısı kapladı içini.

Google'da ölen birinin işitme duyusunu tamamen kaybedip etmediğini araştırıyordu. Bir yandan da artık yatağa yatmanın kendisi için anlamsız bir faaliyet olduğunu düşünüyordu. Nihayet hiçbir duyunun tamamen kaybedilmediğini okuduğu an kısa bir mutluluk yaşadı. Kalkıp ceketinin cebinde sigara arandı. Sigarayı yaktı yakmasına ama nefes alıp vermediği için bir anlamı olmadı. Sigarayı eliyle söndürdü. En azından fiziksel acı çekmiyor olmanın verdiği rahatlıkla sabahı daha kolay etti. Sabah yürüyerek işe gidebilmek için gün ağarır ağarmaz evden çıktı. Mutlu bir bebeğin uykusunu andıran bu huzurlu saatler birazdan insan telaşıyla uyandırılacaktı. Nihayet bebeğin hıçkırıklarla mama istediği saatlerde depoya ulaşmayı başardı. Depo sandığı yere demek daha doğru olacaktır. Kapıdan içeri girer girmez kaba saba bir görevli kolundan çekiştirerek aşağı indirdi kendisini. İndirirken de bir daha bu kapıdan girmemesi gerektiğini çünkü bu durumun çok dikkat çektiğini söyledi.

Yasallaşmış yasadışı bir iş yapmanın kibri sinmişti her yere. Ama gene de tedbir elden bırakılmıyordu. Depoya indiğinde "Çürüme doğada olduğu gibi tarihte de yaşamın laboratuvarıdır." diyen Marx, bu depoyu görse ne düşünürdü kim bilir diye geçirdi içinden. Görevli olanca kabalığıyla itekledi onu. "Hadi düşünmenin sırası değil" diyerek. Hatta bir de espri patlattı "Ölmeden önce düşünecektiniz beyefendi." İçerisi tahmin ettiği kadar kalabalık değildi. Yahu bu Cemil gerçekten kıyak geçti galiba bana diye düşündü. Ağır ağır –belli ki ölmeden önce de sıska- bir abi yanaştı yanına. Görevli kendisini ona emanet ettikten sonra, şarkı söyleyerek yukarı çıktı. Nihayet gözünde şefkat belirtisi olan birini görmenin mutluluğunu yaşadı. Ta ki Hasan amcanın bir inşaatın tepesinden iş kazası sonucu düştüğünü öğrenene kadar... Tecavüze uğradıktan sonra töre cinayetine kurban giden Seher'i, üvey babasından dayak yiyen annesini korumak isterken ölen Çetin'in hikâyesini dinledikten sonra, sabahki iteklenmenin sadece bir başlangıç olduğunu anladı.

Tamamen çürüyene kadar geçen 6 ay boyunca bunlara benzer onlarca hikâye dinledi. Bir yandan kargo paketleyerek... Nihayet tamamen çürüdüğünde, 6 ay boyunca bir gün bile iyi davranmayan görevli, yüzünde bir şefkatle son yevmiyesini ödedi ve aynen Cemil'in yaptığı gibi söze girdi "Şimdi sen ne yapacaksın bundan sonra?" Konuşma yetisi o kadar zayıflamıştı ki 2 dakikada ancak bir cümle kurabiliyordu. Görevli babacan tavrını bozmayarak söze girdi; "Şimdi aslında tamamen çürüdükten sonra da bir iş imkânı var. Şehir dışında bir atık tesisinde... Hasan amcayı da gönderdik geçen ay. Ama parası buranın yarısı bile değil söyleyeyim."