Don Juan Kederli midir?

İnsan’dan yana, dirilişten, merhametten, adaletten yana!
İnsan’dan yana, dirilişten, merhametten, adaletten yana!

Ergani’de geceler uzarken, Ergani’de geceler kalbine doğru bir merdiven gibi uzanırken; tek başına bir hikayenin ortasında batıyla hesaplaşmak isteyen güneyli bir çocuk!

Doymak bilmeyen bir kurt, o keskin ve uğultulu dişlerinin üzerinde demirden pençelerini ağır ağır gezdirirken... Açlığını bastırmak için, evet. Pençesinde kıvranan avlarını düşündükçe hatıralarını bembeyaz dişlerine doğru sıkı sıkıya bastırması mesela, bir ceylanın gözlerinde gövdesini seyretmesi ya da avının kalbini sıkarak yeniden doğurması kendini. Sayısız mümkünlerin içinde, sayısız haz ve avcı. Bir savaş belki bu. Sonu, galibi ve mağlubu olmayan bir savaş. Ve ihtiraslı bir arayışın içinden tüm parlaklığıyla görünür Don Juan. Aşkı arıyor olabilir miydi, yani sevseydi bu iş biter miydi mesela? Ermişin ahlakına karşı nicelik ahlakı! Camus’nün Juan’ı konuşsun şimdi;

“Sevmekle iş bitseydi, her şey fazlasıyla basit olurdu. İnsan ne kadar çok severse, uyumsuz o ölçüde sağlamlaşır. Don Juan’ın kadından kadına gitmesi hiç de aşk yokluğundan değildir. Onu eksiksiz aşkı arayan bir kara sevdalı gibi göstermek gülünçtür. Ama her kadını eşit bir taşkınlıkla ve her seferinde tüm benliğiyle sevdiği için bu yeteneği ve bu derinleştirmeyi yinelemesi gerekir. Her kadının ona hiç kimsenin hiçbir zaman vermediğini getireceğini umması bundandır. Kadınlar her seferinde derinden derine aldanır, yalnız ona bunu yineleme gereksinimi duyurmayı başarırlar. ‘En sonunda sana aşkı verdim’ diye haykırır içlerinden biri. Don Juan’ın buna gülmesinde şaşılacak bir şey var mı?”

Kendini duymak istemiyor Don Juan. Hep yeni bir sese ihtiyacı var. Varoluşun başka bir yolunu bilmiyor zaten, sığınmak istiyor bu yüzden fethedişlerine. Ruhunu yüceltmenin peşinde koşarken, ardında bıraktığı yüzlerce kadın cesedi. Öyleyse biriktirdiği bir lanet gibi, her seferinde yeniden öldürerek yaşatmaya çalışacaktır kendini. Esaretine inanmış bir kölenin özgürlüğü için bedenlerce dolaşarak bulmaya çalıştığı anlam ve aşk’ın sınırlarını hiç durmadan ihlal eden merhametsiz bir kaçak. Kendini avutmanın çiçeği. Don Juan. Eros’un lanetlisi. Kalbi kırık melekler bahçesinden geçerken şeytanına yenilecek ve kanatları ebediyen yerinden sökülecektir. Peki bütün bunlara rağmen kederli midir Don Juan?

Camus’nün söylediğidir; “Kederlilerin kederli olmaları için iki neden vardır: Ya bilmezler ya umut ederler. Don Juan bilir ve umut etmez. Sınırlarını bilen, bu sınırların dışına çıkmayan, varlıklarının yer aldığı bu iğreti aralıkta, ustalarının o çok güzel rahatlığını gösteren oyuncuları düşündürür. Deha da budur işte: sınırlarını bilen us. Bedensel ölümün sınırına kadar Don Juan kederi bilmez.” Doymak bilmeyen bir kurt, o keskin ve uğultulu dişlerinin üzerinde demirden pençelerini ağır ağır gezdirirken... Açlığını bastırmak için, evet. Mutlak açlık, doyma arzusuyla bir araya geldiğinde başa çıkılamaz bir hal alır. Şurası kesin; mutlak açlık bastırılamaz. Bana öyle geliyor ki Don Juan, çırılçıplak bir ruhun varoluş aşkına kendi hiçliğiyle savaşmasıdır. Kederli değildir elbette. İhlal ettiği sınırlarda beklemez çünkü. Bilir ve umut etmez. Şimdi buraya bir İsmet Özel dizesi o halde; “yüzüme bak / ve rahmini bana doğru tekrarla”

Zaman’a Yenilen Zaman

Ayasofya Camii’nde muvakkit olarak görev yapan Alaeddin Bey, muvakkithanesinde 13 akçe yevmiye ile zamanı kurcalıyordu, 1489 yılında. Zembereksiz bir uğraştı bu. Akrebin yelkovanı sokmadığı bir evvel zamanın içinde, kalbur üstü bir vazifeye atanan Alaeddin Bey’in işi buydu; gökyüzüne bakarak vakti tayin etmek. Saatleri ayarlayan bir enstitü fikri, pek eski ve çok parlak bir fikirdi aslında. Böyle bir fikre mekân olan muvakkithâneler, yani zaman odacıkları, bazen küçük bir astronomi üssü bazen de bir rasathane gibi, düşen cemrelerin, kopan fırtınaların, uğuldayan rüzgarların içinden geçerek, bir bakıma gelmiş-gelecek tüm zamanları selamlıyordu sanki. Şimdilerde mekanik gölgeleri, saat kuleleri ve takvim yapraklarıyla üzeri örtülmüş olsa da muvakkithâneler bir dönemin nabzının attığı yerlerdi.

Zaman eskiydi insandan. Alaeddin Bey her sabah, muvakkitlerin piri olan Ali Kuşçu’ya dua ederek başlardı vazifesine. Tam karşısında asılı duran hat yazılı levha’daki beyitin esrarıyla tamamlardı gününü. Ne içindeydi zamanın ne de büsbütün dışında. Levha’daki beyit, rub’u tahtası, gök küresi, kadran, oktant, usturlap, sekstant ve kum-güneş saatiyle birlikte muvakkithanenin demirbaşları arasındaydı. Muvakkit Alaeddin Bey, bilirim elbet dedi bir gün. Karşısındaki levha’ya uzun uzun baktıktan sonra derin bir iç geçirdi, zaman durdu sanki o an. Ne yazıyordu levhada; “Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilur / Müptela-yı gama sor kim, geceler kaç saat”

Geleneğin İcadı

Hobsbawm şöyle der; “İcat edilmiş gelenek, alenen ya da zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen, geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli değerler ve davranış normlarını aşılamaya çalışan bir pratikler kümesi anlamında düşünülmelidir. Aslında mümkün olan her yerde bu pratikler, hemen kendilerine uygun düşen bir tarihsel geçmişle süreklilik oluşturmaya girişirler."

Kıyamet Aşısı ve Issız Kalabalık

Dicle kıyısında bir parasız yatılı. Nereye bakarsan bak hep aynı yoksulluk. Yüzleri birbirine benzeyen memleket çocukları, aynı geminin içinde, aynı kaderi omuzlamışlar. Mum ışığına yaslanmış umutlar. O umutlardan biri. Gülan mevsiminde gelmiş dünyaya, kızıl güllerin söylediği. Ninnilerle değil belki ama Gazavâtnâmeler, Siyer-i Enbiyalar ve Hazreti Ali Cenkleriyle uyumuş ve uyanmış. Toprakla, yağmurla, erguvan çiçekleriyle, ağıtla, öfkeyle, ufukla, kederle ve kavgayla büyümüş. Ergani’de geceler uzarken, Ergani’de geceler kalbine doğru bir merdiven gibi uzanırken; tek başına bir hikayenin ortasında batıyla hesaplaşmak isteyen güneyli bir çocuk!

Karakoç’un durduğu yeri, en ilkelle en modern arasında diyerek tarif eden Cemal Süreya şöyle bir portre çizecektir; ‘‘Karakoç bir yerde inancının çılgınıdır. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı hem silahı, hem çocuğudur’’ Sezai Karakoç’a göre; çırpınan medeniyetin çığlıklarını kulaklar işitmez olmuştur. Ne yazık ki, gelen vahşetin gürültüsü, insanî feryadı bastırmaktadır. Kalemini eline aldığı günden beri bu feryada kulak verir Karakoç. Bu feryadın ıstırabına kalbini yaslar. Direnişin değil dirilişin peşindedir. İslam’ın, insanlığın ve adaletin dirilişi. Dergisine, derdine, partisine, düşüncesine aynı ismi verir. Mevziine amblem olarak seçtiği güller açan gül ağacı ile kâinatı selamlayacaktır. Gül Devri’ni bekleyenlerden değil, o devri bizzat ümit ve gayretle çağıranlardandır el hak. Bunu ömrünce bir kurşun gibi göğsünde taşır. Taşır ve o kurşun yarada büyür.

Sözleri beşik gibi sallanmanın ninnisi değil, kıyamet aşısı gibi damarlarda dolaşmanın şarkısıdır çünkü. Sezai Karakoç. Issız kalabalık. Doğu’nun 7. Oğlu. Gölgesi de aynı kalbi gibi Türkiye’de. Ağıt yazmayı sevmez, gül ve şiirden yana. Ölümden değil hep dirilişten yana. Ölümden değil, ölüm sonrasından yana. Hızır’dan ve Taha’dan, Kudüs’ten, Şam’dan, İstanbul’dan ve Buhara’dan yana! İslam’dan yana, Resûl-i Ekrem’den, gül medeniyetinden, evlerden ve evleri balkonsuz yapan mimarlardan yana. İnsan’dan yana, dirilişten, merhametten, adaletten yana! Parmaklarından süt içmeye çağırdığı karayılanların, sürgün ülkeden başkentler başkentine yazdığı mektupların ve koşu bittikten sonra da koşan o atların söylediğidir. Sezai Karakoç yaşıyor!