Dünde Demli Dileğim

Neler oluyor’uma kalmadan da duman toplaşıp ikiye beş bir mahluğa dönüştü.
Neler oluyor’uma kalmadan da duman toplaşıp ikiye beş bir mahluğa dönüştü.

Uzanıp duvara monte edili florasanın ipini çektim. Yanmadı. İkinci kez biraz daha sertçe asıldım. Tık yok. Kıytırık çin malı lamba seni! Kalktım, tabureyi çekip çıktım tepesine. Orasına burasına vurarak Türk usulü bir tamir metodu izliyordum ki, birden bi’ dumandır kapladı her yeri.

Tartamadığım bu akşam yorgunluğunu da peşim sıra sürükleyerek eve girdim. Bu yorgunluğun nişânesi anahtarı kapıda unutmam oldu. Ufak çaplı kıyametin başlangıcı ise annemin o anahtarla kapıyı açmasıydı. Ve evet, işte. Yüzüme doğru sallıyor anahtarı. Ah benim mecnun oğlum diye başlayacak çok fazla cümle muhakkak baş ağrısı yapacak. Bunları hep güneşli havalarda tartışalım anneciğim, olur mu? Koşarak gidip yanağından öpüverdim. Söylenmeleri de birazdan dinecek selamete ereceğiz. O ofisine, mutfağa doğru süzüledursun ben balkona zor attım kendimi. Başhekimin tüm gün tepemde vırvırvır konuşup durmasından olacak beynim zonkluyordu. İntern olmanın tadı tuzu olan o vırvırlar gömleğime, pantolonuma, iliğime kemiğime yapışmış durumdaydı. Ohh mis gibi şehir havası çarpsın şöyle yüzüme biraz. Egzoz, is-pis, envai çeşit duman... Bunlar da lazımdı bünyeye tabi. Tüm gün sterilize edilmiş ellerimizle yaptığımız muayeneler iyi güzel hoştu da hep eksik kalıyordu bir şeyler sanki. Günün sonunda hep aynı şeyi sorarken buluyordum ya ben de kendimi, hayrolsun bakalım.

Yemek hazır olana kadar okuyayım diye masadaki kitabımı aldım. Ciğerlerim zaten sıkışmış bari dimağım açılsın biraz. Uzanıp duvara monte edili florasanın ipini çektim. Yanmadı. İkinci kez biraz daha sertçe asıldım. Tık yok. Kıytırık çin malı lamba seni! Kalktım, tabureyi çekip çıktım tepesine. Orasına burasına vurarak Türk usulü bir tamir metodu izliyordum ki, birden bi’ dumandır kapladı her yeri. Böyle karamelimsi tuhaf bir renkte, hacimli ne menem bir şey hem de. Neler oluyor’uma kalmadan da duman toplaşıp ikiye beş bir mahluğa dönüştü. Esteuzubillah! Ellerim florasanda, ağzım yerlerde bakakaldım bu yaratığa. Pofuduk pofuduk bir şeydi. Hani insana benziyor desen değil, hayvan desen hiç değil. Öyle acaib bi’ şey. Küçük bir kalp spazmı geçirmek üzere olduğumu görünce gülmeye başladı.

“Destursuz geldim sanırım, bağışlayın sahip!”

Yutkundum. Sesinden anladığım kadarıyla dahil olduğu familyanın dişil grubuna mensubtu.

“Yok bacım estağfirullah da sen tam olarak...”

“Dileğinizi yerine getirecek cinim elbette kuzum.”

“Kuzum?” Dönüp bir lambaya bir de cine baktım. Florasandan lamba cini mi çıkarmış da diyemedim. 21. yüzyılda hendekleri develerden atlatıyordu insanlar malum.

“Yanlış oldu sanırım,” diyerek geldiği yere göndermek umuduyla tekrar oynamaya başladım florasanla.

Birden hareketlenen cin heyecanla bunu yapmamamı, bi’şeyler dilemem gerektiğini, 1 milyonuncu sahibi olduğum için yapacağı istisnai harika kampanyadan yararlanmazsam yazık olacağını ve daha buna benzer bir sürü şeyi tek nefeste söyledi. Zamanla insanoğlunun garipsediği şeyler azaldığından mıdır nedir, yaşadığım anın gerçeküstülüğünden çok kampanyanın detaylarını merak ettim. Cin, düşüncelerime cevap verircesine anlatmaya başladı.

“Eğer diğer iki dileğinden vazgeçersen senin için çok kıymetli olan fakat artık bu dünyada bulunmayan birinin yanına gidebiliriz. Ki ölülerin yanına gitmek katiyen yapmadığım bir şeydir normalde. Biraz durur geri geliriz. Eğer istersen?”

Bir süre balkonda sadece cırcır böceklerinin sesi çınladı. Ben taburenin tepesinde donup kalmıştım. Hâlâ florasanda olan sol elim ise o aşina sızıyla kasılmaya başladı. Aklımdan kimi geçirdiğimi biliyor muydu acaba? Şu hayatta yaşadığım o tek ve tok kaybın farkında mıydı da bunu teklif etmişti?

“Sanırım dedeni görmek istersin,” dedi. Parmaklarım daha çok kasıldı. Mesele şu ki, bir babanın babası olmak zaten yeterince esaslı bir işti. Benim dedemse alalade bir esaslıdan da fazlasıydı. Göğüm parçalanmıştı o bizi bırakıp gittiğinde, hatırlıyordum. Poff diye! Bu sesi ben hariç kimse duymadığı için kimse de ben kadar korkmamıştı. Sonrasında mide ilaçları için verilen harçlıkları da kitaplara yatırınca işler hepten karışmıştı. Zaten hangimiz makul tepkiler verebildik ki hızlı soğuyan ve kokan ölüme? “Onu görebilir miyim gerçekten?” Dumandan elini uzattı cin. Tuttum. Salisenin onda biri kadar bir süre her şey karardı. Sonrasındaysa bir sokaktaydık. Yavaş yavaş akşam oluyordu. Dedemin sokağıydı burası. Şehrin elden ayrı müstesna köşesi. Evinin önüne geldik, cin yanıbaşımdaydı. Başımı kaldırıp pencerelere baktım. İşte tam şurası benim için ayırdığı yatağın başucundaki pencereydi. Ordan sokağı seyrederken masallar anlatırdı bana. Hem ki ne masallar... Birden şiddetle cine döndüm. Yoksa? Nasıl daha önce akledememiştim bunu?

“Dedemin bana hep hikayesini anlattığı minik bir cin vardı. Hep başını belaya sokardı. Cincime’ydi adı da. Sen o olamazsın, değil mi?”

“Sen kim olmamı istersen o olurum ben. Varsayalım o minik Cincime benim ve yıllar sonra tekrar karşılaştık eski dostum. Şimdi de bizi tanıştıran bu adamın evinin önündeyiz işte.”

“Güzel kampanya,” diye mırıldandım. Kalbim gümpata gümpata atıyor, içime sığmıyordu. Şu sokağı, şu pencereyi, hafifçe aralanan kapıyı da sığdıramadım içime. Neden yaptığımı bilmeden geriye çekilip saklandım. Evin kapısının açılana kadarki gıcırtısı, tüm çocukluğumu barındıracak kadar uzun sürdü sanki. Ve ardından dedem çıktı serin adımlarıyla. Cine döndüm.

“Beni görür mü?”

O an sanki sokağın bir parçasıymış gibi göründü Cincime’m gözüme. Nakaratları aynıydı, verdikleri hisler aynıydı. Manidar bir bakış attı. Anlayıverdim, beni göremezdi. Burası dünde kalmış bir masal diyarıysa eğer, bu cin de dedem de evlerindeydi. Bense istisnai bir misafirdim. Yine de içimi dolduran mutluluğu gölgeleyemedi bu gerçek. Dedemin arkasından sessizce yürümeye başladık birlikte. Cincime’nin bana dikkat kesildiğini fark ettim. Merak ediyordu. Madem bugün istisnalar günüydü, o halde bir cine bir faninin hikaye anlatması da normal karşılanabilirdi:

“İnanmak eyleminin bedende muhafazası için sevmelerine özellikle kavuşamama eklemiş bir ihtiyardı o. Bu hikayeyi hiçbir zaman tam öğrenemedim ama bildiğim, tamamen bilinçli bir iç kanaması vardı. Omzunun biri çökük dururdu. Ben çocuk aklımla beni hep o omzuyla taşıdığından öyle olduğunu sanırdım. Şimdi şimdi anlıyorum. Yere dimdik duracak bir adam olmamıştı dedem hiç. Çok dolaşırdı, evde oturmayı sevmezdi. Bütün parkları bilirdi, beni de götürürdü. Ağaçların kuru dallarının valse çağırır gibi uzanan kemikli ellerine, elini uzattığını görürdüm.” Dönüp tam o sırada yanından geçtiğimiz parka, parktaki ağaçlara baktık. Devam ettim anlatmaya:

“İnsanlar bilindik tepkileriyle meşhurdurlar, Cincime. İhtiyarın bunu yaptığını görünce herkes bilindikçe fısıldaşıp uzaklaşırdı onun yanından. Dur dur! Sevdiğim bir “Afili Filinta” ne diyordu? ‘İnsanlardan insanlar diye söz eden insanlardan oldum olası nefret etmişimdir.’ Bunu hatırlayınca onları değil kendimi paylamalıyım sanırım.”Cincime gülümsedi. Bir rüya mı yahut dedemden bi’ hatıra mı, artık her neyse gülümsemek çok yakıştı ona. Pencere önü masallarının baştacı Cincime, dedemle aramızda gizli tuttuğumuz bir dostumuzdu. Üç sırdaş böyle arkalı önlü yürüyorduk işte yıllar sonra aynı sokakta. Dedemin elleri cebindeydi. Gözlerimi ondan ayırmadan devam ettim:

“Böyle yaptıklarını görünce üzülür uzaklaşırdı onların yanından. Uzun uzun yürürdü, ben de takip ederdim tabi onu. İki küçük haylazın ortadan kaybolmasını bir süre fark etmezdi geride kalanlar. Yürür yürür ve işte tam şurdaki kaldırıma otururdu.”

Dedem başımla gösterdiğim kaldırıma oturuverdi. Sanki kaldırımın kanserli bir parçasını sökmüş de o boşluğu makulce doldurmuşçasına al geldi, can geldi taşlara. Anlam gelip sokağı kapsayan bir parantez açtı. Bizse biraz geriden izledik onu. İnsanı ürküten aşinalığına rağmen gidemedim yanına. Gitsem de görmeyeceğini bildiğim halde uzakta durdum. Baba yadigarı yeleğinin kuru kayısı kokusunu çektim içime. Nemli gözlerini gömleğinin yeniyle sildi.

Öyle adamlar vardır, incinmeye müsait kalplerini koruyup kollayamazlar. Sonra dökülecekse illa o yaşlar, kimseye dokundurmadan sessizce havaya üflerler olanı biteni, içlerinde daimi barınan uktelerini. Dedemden beri buluta benzetirim ben böylelerini. Ne bulut adam ama! Ustura değmemiş usturuplu sakallarına düşürdü telaşsız incelerini. Kalktı ve ardında eski dostları kaldığı halde, biz kaldığımız halde yürüdü. Bi’ara dönüp bakar gibi oldu geriye. O an fark ettim, sol kulağının arkasından tazecik bir zambak patlak vermişti. Ya da ben onu hep öyle hatırlayacaktım.

Aniden etrafımın kararması ve tekrar aydınlanmasıyla kendimi taburenin tepesinde buluverdim. Neler olduğunu anlayamadan da yerde. Çıkardığım gürültüye koşan annem en abartlı tepkileriyle yanıma çöktü. Aralıksız konuşuyordu, üzülüyor mu kızıyor mu anlayamıyordum. Sonra birden durup yüzüme baktı. “Ah suratın da bembeyaz olmuş, cin çarpmışa dönmüşsün oğlum!” O, telaşını düşerken çarpıp kanattığım koluma vermişken bakışlarımla Cincime’yi aradım. Yoktu. Başımı kaldırıp florasana baktım. Işıl ışıl yanıyordu.