Eksik Hikâye

Rüzgarı ve güneşi dışarda bırakan dört duvar.
Rüzgarı ve güneşi dışarda bırakan dört duvar.

Rutubetli bir odada eline zehirli bir hançer verildi. Bir parça ekmek, bir yudum su, bir tutam tütün. Gözleri karanlığa alışsın diye bir gün beklemesi söylendi. Ekmeği ısırdı, sudan bir yudum aldı. Tütünü katlayıp gömleğine sokuşturdu. Duvara yaslandı. Karanlığa alışmak, diye geçirdi içinden, karanlık olmak isteğiyle çarpan yüreğini dinledi yorgun düşene kadar.

var

Dağın kalbine hançer saplarken kirden ve karanlıktan yüzü seçilmiyordu. Gün doğmadan düşüyordu yola. Yarım saatlik yürüyüşten sonra Bismillah, deyip yeniden başlıyordu cenge. Bir parça ekmek, bir yudum su, bir tutam tütün. Yarı aç yarı susuz bir beden. Karanlıkta parlayan zayıf bir kıvılcım ve dağılan duman. Uzaktan yalnızca yankısı duyulan yorgun türküler ve kızgın küfürler.

yok

Annesi bir bahar sabahı görmüştü yüzünde sevda izini. “Evimin direği” dediği genç iğde dalının omuzları düşmüştü. Babasızlık, toprak, hava, su ile edilen kavgalarda kavrulan teninde sadece sevdaya düşenlerin görebileceği bir sonbahar büyüyordu. Kurdun, kuşun, kuzuların her halini anlatan bülbül susmuş duruyordu karşısında. Sessizlik insanı hep en başa döndürür: Seneler evvel kırkı çıkmamış bir çocukla başbaşa kalmıştı. Alkarısı dışında kapısını çalan yoktu. Ahaliye sorulacak olsa o vakitler yitirmişti aklını. Söylenileni duymaz, gecenin içinde gündüz gibi yürürdü. Canavarların yaralarını sardığı bile söyleniyordu. Öyle ya, şimdiye kadar ne bahçesine, ne sürüsüne bir tek saldıran canavar çıkmamıştı.

Doğumdan sonra acı ve uykusuzluktan uyuşmuştu zihni. Alkarısı ziyaretine ilk geldiğinde ölmeyi istemişti. Ölmek istiyordu. Sonrası, öncesi olmadan ölmek. Cennet de nimetleri de isteyenlerin olsun. Sadece korkuları dinsin istiyordu. O vakit öğrenmişti korkunun acıdan daha güçlü olduğunu. Bir süre sonra alkarısı ile ahbap oldu. Kapısını çalan, halini soran yoktu ondan gayrı. İnce iğde dalının omuzları düşünce anladı ki yabanların neşeli çobanı, tarlanın ala kekliği başka bir iklimin etkisinde. Dudakları bıçak yarası gibi ince ve sancılı duruyordu. Bir açılsa yara, bir isim düşse haneye belki de dökülecekti yapraklar. Ama yaprağa duran dal meyve vermek ister. Lakin anne biliyor işin aslını: Bir garip çoban ve yarı deli bir anne.

Ekip güttükleri ile yarı aç yarı tok uzandıkları bir kuru yatak. Rüzgarı ve güneşi dışarda bırakan dört duvar. Elde bunlar var. Nefes almaya yeter. Anca nefes almaya. Bir dişi kuşun ismini söylemeye yetmez. “Parçalanası nasırlı eller, ayaklar! Kırılasıca bükük bel! Yıldırım düşesice baş! Hiç biri işe yaramaz. Ey vefalı dost, alları al, karaları kara, düşman başına bela; alkarısı, çık gel de bir akıl ver, iki dirhem çekirdek ver!” Kafasının içinde yankılandı sesler. Belki de yankılanmadı. Yalnızca kalbi kanadı. Belki de kanamadı. Bir hafta gözünü açmadan yattığı yatakta gece kadar karanlık bir günde bir üşümeye tutuldu ve bir daha ısınmadı.

dağ

Annesi ölünce anladı yersiz yurtsuz kalmak nedir. Her yanı yokluk kalakaldı güneşin altında. Cenazeye gelenlerden dağ’a gidildiğini duydu. Anlatılanlara göre dağın kalbinde akla hayale sığmayacak hazineler vardı. Herkesin harcı değildi gitmek. Çift var, çubuk var. Sabah uğurlayan eş, akşam yol gözleyen çocuklar var. Oysa bir gidebilse. Varabilse kalbine dağın. Söz burda biter. Ölü evinde herkes üzerindeki toprağı silkelemiş ve uzak hayallerin kıyısına gelince herkes başladığı yere dönmüştür. Yersiz yurtsuz genç, kırkıncı günün şafağında vardı menzile.

Karşıdan baktığında insanın kalbini titretiyordu dağ. Dört koldan saldırmıştı insanlar. Her yanı delik deşikti. Ardında bakacağı bir yer yoktu. Kirli bir defterde temiz bir sayfaya yazıldı adı. Rutubetli bir odada eline zehirli bir hançer verildi. Bir parça ekmek, bir yudum su, bir tutam tütün. Gözleri karanlığa alışsın diye bir gün beklemesi söylendi. Ekmeği ısırdı, sudan bir yudum aldı. Tütünü katlayıp gömleğine sokuşturdu. Duvara yaslandı. Karanlığa alışmak, diye geçirdi içinden, karanlık olmak isteğiyle çarpan yüreğini dinledi yorgun düşene kadar.

rüya

“Yüzünü dağa dönmüşsün. Dağın kalbini oymak istiyorsun, ejderhanın canını almak. Karnında saklı hazineyi padişaha götürüp kızı almak. Kız: Uzaktan gördüğün bir çift göz. Kızaran yanaklar. Isırılan ince bir dudak. Ki, belli olmasın güldüğü. Bir çift ince çizgi gözleri, o an. Hak veriyorsun meleklere ilkin. Böyle bir perinin yanında etten, kandan bir ademoğlunun ne işi var? Ama Adem aleyhiselam sormadı bunu, sen de sormadın." Gözlerini açtığında aksakallı bir ihtiyar karşısındaki duvara yaslanmış tesbih çekiyordu. Rüya gördüğünü sandı. Etrafına bakındı. Gözlerini kırpıştırırken susuyordu ihtiyar. Gerçek mi rüya mı anlayamamıştı. Sözleri yankılanıyordu içinde. “Uzaktan gördüğün bir çift göz.”Alkarısı’ndan söz ederdi annesi. Bu ihtiyar da o taifedendi belli ki. Bir çift göz, anne, alkarısı derken nefesi kilitli kaldı göğsünde, konuşamadı.

Aksakallı:

“Kim ki canına kast etmeye kalkar dağın, varamadan hedefe can verir. Dağa karışır. Dağ olur. Her yeni gelen kendinden önce gelenlerin cenazesini kaldırmaya mecburdur. Dağa ve kendinden önce ölenlere saygı göstermeyen bir günü tamamlayamaz. Yola saygı göstermeyeni yol da kabul etmez yolculuk da. Aklını yitirir. Koşarak çıkar dağın kalbinden. Uçurum ona kurtuluş gibi görünür. Böyle olagelmiştir. Dağın kanına girmek istersen ya aklını ya canını ya da ikisini birden yitirirsin. Önce sesler kaybolacak sen yürüdükçe. Sonra ışık. Karanlığa savurduğun her darbede bir kıvılcım paylaşacak yalnızlığını. Korku ve ümit seni ele geçirip tüketmeye böyle başlayacak. Ya da bir dağ olmadığını anlarsın, sesin ve ışığın kesildiği yerde yalnız olduğunu farkedersin. Sana düşen vakti geldiğinde gittiğin yoldan dönmek. Hançer savurduğun karanlığın aklını çelmesine izin verme. Yoksa esiri olursun. Toysun. Şimdi söylüyorum, sen sonra anlayacaksın. Padişahın kızını dağı öldüren değil, dağdan geri dönebilen alır.”

tabir

Tüysüz bir yüzle girmişti dağa. Şimdi terden ve kirden iyice ağırlaşan bir sakal vardı yüzünde. Uzadıkça konuşmaya zorluyordu onu sanki. O da her gün daha bir sıkıyordu dişlerini, dökülmesin diye içinden geçenler. Dağ’in içinde hançer savururken göz gözü görmez kimse kimseyi duymaz. Ama dinlenmek için döndükleri zaman yanında hep kendi yaşında bir oğlan ve babası olurdu. Baba denilen şeye hiç sahip olmamıştı. Onlara baktığında da bir şey anlamıyordu. Tüm insanlar arasındaki mesafe eşitti. O halde baba denilen adam ne işe yarardı? Elbette kızlarının hayatına karar vermeye. O adını kendinden bile gizlediği bir çift gözün sahibi bu adamın kızıydı. Ve bu sebeple adam dağın kalbindeki ejderhadan daha acayip bir mahlukattı gözünde. Oğlan bir ayna gibiydi. İkisi de babasız başlamışlardı hayata. Anneleri yalnızca rüyada görebildikleri bir yurttu.

Geri dönmekten umut kestikleri, gittikçe soluklaşan bir hayal. Sırt sırta verip sardıkları tütünden uzun soluklar çektikleri bir gün arkadaşı “nenni” diye bir türkü tutturdu. Duman bir gözünü, bir genzini yaktı. Yıllar evvel buraya ilk geldiğinde rüyasında aksakallı bir ihtiyar görümüştü. Sözler aldığı nefesten daha tazeydi zihninde. Duman önce silikleşen bir kız oldu sonra annesi. Ne kızın yüzünü hatırlayabildi ne annesinin hatırasını alıkoyabildi biraz daha. O vakit mi rüya görmüştü şimdi mi görüyordu, bilemedi. Kalktı. İki kat elbisesini bir çuvala koyup kapıya yöneldi. Yıllardır yarenlik ettiği oğlan delirdiğine hükmetti. Ne dese duyuramıyordu, ne sorsa cevap alamıyordu. Başına bir fenalık etmesin diye o da kendine bir çuval hazırlayıp peşine düştü.

kara

Köye vardıklarında durdular. Daha gün doğmamıştı. Dağınık hanelerde tek tük ışıklar yanmaya başlamıştı. Eski bir anıyı hatırlar gibi oldular. Ama bir kere gurbete düşen herkes gibi artık her yerde yabancı olduklarını biliyorlardı. Ezan duyulunca camiye yollandılar. Genç imam hırpani hallerinden ürktü ilkin. Sonra buyur etti ayazda kalmasınlar diye. Altı kişilik saf şüpheli gözlerle süzdü duvar dibine sinen ikiliyi. Ellerinden, yüzlerinden belliydi nereden geldikleri. Namaz bitince imam onları kahvaltıya davet etti. Köylünün hediyesi olan peynir, zeytin, yoğurt, sucuk, yumurta, bal, kaymak ile hayatlarının en güzel kahvaltısını yaptılar. Ev sahibi işleri olduğunu söyleyip evden ayrıldı. Rahatlarına bakmalarını söyledi. Bir çekyat, bir masa, bir kitaplık ve mutfataki öte beriden oluşan bekar evi onlar için hayli lüks bir konaklama yeriydi. Bir yere yakıştıramadılar kendilerini. Avluya çıkıp duvar dibine çöktüler.

Unuttukları güneşin altında tütün sarıp uyuşuk bir uykuya daldılar. Öğle ezanı okunmadı köyde. Sela vermek gerekirdi. O da olmadı. İmam dahil bütün köylü dağın etrafına toplanmıştı. Korkuyla sarsılan evlerinden kaçarken deprem oluyor sanmışlardı. Oysa dağ, yıllardır gem vurulmaya çalışan küheylan, şahlanmıştı. Her yandan zincirlenmiş kolunu feda etmek pahasına ayağa kalkmış ve düşmanlarının üzerine öfkesini boşaltmıştı. Ne zırhları, ne sağlamlaştırılmış yolları koruyama yetmişti onları. Dağ hepsinin üzerini hiç var olmamışlar gibi örtmüştü. Dört bir yana haber salındı. Duyan koştu. Elinden iş gelen önde seyirciler arkada sardılar dağın etrafını. Sonra, sonra kara arabalar içinde, göbekli, kel adamlar geldi Yaklaşmadan insanlara ve dağa, kara gözlüklerle baktılar uzaktan olan bitene. Telefonlar açtılar. Nazikçe konuştular. Kapatınca küfrettiler. Sonra yeniden nazik telefonlar açtılar. Kendileriyle nazikçe konuşanlara küfrettiler; kendileriyle nazikçe konuştukları, onlara küfretti.

nefes

Altı gün içinde iki yüz altmış kişi, yakınları haricinde herkes tarafından unutuldu. Resmi ve özel kurumlar ve kişiler: Geldiler. Dinlediler. Gittiler. Geldiler. Baktılar. Gittiler. Geldiler. Konuştular, söz verdiler. Gittiler. Bir daha da gelmediler. Toğrağın altında kim var kim yok, mahkeme salonunda banka dekontlarıyla belirlendi. Bir iki küçük haber sağda solda. Dağ hiç varolmamış, kimse onu esir almaya kalkmamış, o hiç cana kıymamış gibi bir sessizlik çöktü her yana. Son iş makineleri geri çekilene kadar imamın evinde kaldı iki arkadaş. Önlerine düşüp ardlarından iteklemese, isimleri toprağın altında kalanlar listesine yazılacaktı.

Mahkeme insan hayatına değer biçilen bir yermiş, beraber öğrendiler. Köyden ayrıldıklarında genç imam hâlâ farkına varamamıştı. Aylardır evinde kalan, aynı sofraya oturduğu bu iki adam gerçekten yaşıyorlar mıydı yoksa öte aleme mi karışmışlardı? Onlar ayrılırken kocası dağda kaybolan bir dulun çocuk doğurduğunu duydu imam. İsim koymak için uğradığı haneyi boş buldu. Yorgunluktan uyuya kalmış kadın ve daha birkaç günlük sabi yalnız yatıyorlardı küçücük odada. Etrafa bakındı, kimseler yoktu. Alkarısı musallat olmasın diye kapının eşiğine çöktü. Garip misafirlerini uğurladıktan sonra üzerinden büyük bir yük kalkmış gibiydi. Eşikte uyuya kaldı.