Elma Bahçesi

Kırmızı elmalar dallarda iyice olgunlaşmıştı. Az kalmıştı gerçekten.
Kırmızı elmalar dallarda iyice olgunlaşmıştı. Az kalmıştı gerçekten.

Enyema’nın yüzünde umutkâr bakışlar belirmişti. “Sibbel,” dedi saygıyla. “Allah daha önce elmayı yiyip çıkanların ikinci kez karanlık yaratmalarına izin vermeyecek,” dedim. “Toprak çok değişti. Ve megakainler tümden telef olacak.” “Sibbel?” “O evet. Yüce yaratıcı Sibel’i uyarladı. Birincide elmayı çıkış için sunmuştu. İkincide amacı tam tersi. Cennetdelen’in kendi makber olacak bu defa.”

O’nu ikinci kez görmekteyim. Birincide siyahlara bürünmüştü. Aynı renkte kısa topuklu rugan ayakkabılar giymişti. Bu defa beyaz sade dikimli bir elbise vardı üzerinde. Ayakları çıplaktı. Kan kırmızısı ojeli ayak parmakları yarıya kadar bahçenin sıhhatli toprağına gömülmüştü. Kumral saçları omuzlarını okşuyordu. Yüzü geçen seferki gibiydi. Gençlik, dirilik, ihtiras ve zeka ışıyordu. Orta boylu, elli kilo civarında bir sikleti olmasına rağmen bir mamut kütlesine sahip gibiydi. Yanına beş metre kadar yaklaşmıştım. Dizlerim titriyordu hafiften. Genç kadının narin görünüşünü çok aşan gücünü hissediyordum. O masaldaki devin küçük bir fare kılığına girmesini anımsatan bir durumdu. Genç kadının on metre kadar arkasında duran tepeden tırnağa silahlı ve zırhlı dört korumanın toplam erkini kat kat öteleyen bir donanımdı. Kadın aradan geçen zamanda kendini çok aşmıştı.

“Adımı söyle.”

“Sibbel.” Dedim iki B’yi özellikle vurgulayarak. E’yi de İ gibi telaffuz etmiştim.

İri ela gözleri gülümserken dudakları buna kayıtsız bitişikliklerini bozmadı.

“Az kaldı,” dedi.

Başımla onayladım. Tavanı ve dört yanı alüminyum çerçeveler ve optik camla kaplı dev bir seradaki elma bahçesindeydik. Bir önceki gibi çırılçıplaktım. İçeriye dış dünyaya ait eşya alırlarken çok özenli davranmaktaydılar.

Beş metre aralarla dikilmiş, enine olan sıralarda 60’şar ağaç bulunan kocaman bir bahçeydi. Arkaya doğru on iki sıra vardı. On ikinci sırada 6 elma ağacı vardı sadece. Bir sırada kaç ağaç olduğunu saymamıştım. İlk buluşmamızda o söylemişti. En önde duruyorduk. Yüzüm gölgeleri uzamış olan ağaçlara çevrikti. Kırmızı elmalar dallarda iyice olgunlaşmıştı. Az kalmıştı gerçekten.

Bahçenin bitiminde camların ardında otuz beş metre yüksekliğindeki ikinci koruma beton seddi yükselmekteydi. Sahil boyunca yükselmiş ve donmuş gri bir dalga gibi uçları bana doğru kıvrıktı biraz. Bu nedenle de daha soğuk ve korkutucu bir görünümü vardı. Bir buçuk kilometre kenarlı bir karenin bu tarafa bakan yüzüydü. Duvarın içinde bir zamanlar Maslak denen yerde yapılmış en görkemli gökdelen uzanmaktaydı. Tam 321 metre yüksekti. Eski adı İstanbul’un Cazibesi’ydi. Kendi aramızda başka bir adı vardı. Cennetdelen.

“Ne yapacağını biliyorsun?”

Başımla olumladım. Dimdik gözlerime bakıyordu.

“Haydi o zaman.”

Arkama dönüp birinci beton sete doğru yürüdüm. 15 metre kalınlığında, sekiz metre yüksekliğindeki duvar, İstanbul’un Cazibesi ve yakınlarındaki altı gökdeleni çevrelemekteydi. Ekâbir Mapushanesi’ydi aramızdaki en yeni adı. On, on iki metre yüksekliğindeki elli santim kalınlığındaki titanyumlu çelikten yapılma dev kapı, ayaklarımı bastığım yeri titreterek aralandı. Arkama dönüp bakma arzum müthişti. Bunun tereddüt anlamına çekileceğini düşündüğümden kendimi güçlükle engelledim ve adımlarımı atmaya devam ettim. Gelirken içinde bir seri muameleye tabi tutulduğum dört boğumlu, her bölümü ayrı kapılı dezenfekte tünelinden geçerek dışarıya çıktım. Kapı yeri titreterek kapandı.

Yardımcım Enyema beni görünce oturduğu yerde doğruldu. Uzun boylu, sırım yapılı, kapkara tenli biriydi. Lacivert pantolon, bakır pası yeşili gömlek vardı üzerinde. Ayakları çıplaktı. Onu tanıdığım sıralarda yaz kış konçları dizine kadar gelen deri çizmeler giyerdi. Ben de mokasen ayakkabı delisiydim. Bunların hepsi yıllarca geride kaldı. Artık ayak tabanları yerin barkodunu okuyan kimseleriz.

Enyema İstanbul’da yaşayan ikinci kuşak Nijeryalıydı. On iki yıldır birlikte hayatta kalma mücadelesi vermekteydik. Bunca zaman beraber olmamıza rağmen beni yeni görüyormuş gibi tepeden tırnağa süzdü. Adama hak vermemek imkânsızdı. O kapıdan içeri giren ve dışarıya sağ salim çıkan ilk kimseydim. Üstelik bunu iki kez becermiştim. Seçilmiş biriydim ve çıplaktım. İlkbahar güneşinin iyice alçalmış ışınları tenimi okşamaktaydı. Kapının ağzında bıraktığım giysilerimi üzerime geçirdim.

“Yolunda mı her şey?”

“Yerden göğe evet. Dananın kuyruğu kopacak yakında.”

Enyema belli belirsiz içini çekerek gülümsedi. Eskiden çevre yoluna bağlanan, trafiği daima yoğun olan caddedeydik. Buradaki beton Cennetdelen’i çevreleyenden çok farklıydı. Bin yerden çatlamıştı. Sert bir darbeyle hemen ufalanıyordu. Asfalt en son on küsur yıl önce bakım gördüğünden toz toprak içindeydi. Rengi gri kahverenginin tonlarındaydı. Sathı yüzdeki çiçek hastalığı izleri gibi oyukçuklarla bezeliydi. Üstünde hareket eden bir arabayı göreli yıllar geçmişti. Madaralar çalışan bir kamyon bulmuş ve ta buraya kadar gelebilmişlerdi. Yirmisi otomatik silahlı, kırk elli kişiydiler. Aramızda kıyasıya vuruşmuş ve gafil avlandığımız için düşmanı güç bela alt etmiştik. Bayağı kayıp verilmişti. Efsane liderimiz Raskal’ı burada kaybetmiştik. Hâlâ çok büyük acıydı herkes için. Madaralar’ın son etkin atağıydı yalnız. Akıllıları onların tarafına geçmiş, ahmakları da küçük çeteler halinde var kalmaya çabalamıştı. Açlık baş gösterince de kendi aralarında çarpışarak, ara sıra bizim kamplara intihar saldırıları düzenleyerek eriyip bitmişlerdi.

O kamyon şu anda elli metre kadar ileride bir pas harikası olarak durmaktaydı. Kasasına oturur durumda koydukları cesetler şimdi çürümüş elbiseli iskeletlere dönüşmüştü. Maziye ait bedbelirti totemiydi artık.

“Ne kadar sürer?”

Dallardaki kırmızı elmaları hatırlayarak, “Az kaldı. Bir hafta filan,” dedim. “Keşke rahmetli Raskal... Bu anları görseydi.”

“O gördü önceden,” dedi Enyema.

Haklıydı. Başımı sallamakla yetindim. Raskal gidişatın yönünü çok iyi görmüştü. O sayede şu anda vardık. Yoksa bir yandan Madaralar, diğer yandan Ekâbirler işimizi bitirmiş olurdu çoktan. Az önce elma bahçesine adım atabilmemi Raskal’ın stratejik hamlelerine borçluyduk. Gerçek dehaydı. Hem havayı, hem de toprağı doğru okumuştu.

*

2021 yazında Raskal’ın kurduğu çetede görev aldığımda 18 yaşındaydım. Liseyi bitirmiştim. Üniversite için bir şey yapmam gerekmiyordu. Çünkü bütün dünyada içinde ders verilen üniversite binası kalmamıştı. Öldürücü bir salgın hastalık dünyayı sarmıştı. Buna Büyük Sahra’da yer altında kurulmuş bir laboratuvardan kaçan virüsün neden olduğu söylenmişti. O aralar virüse karşı bir aşının yolda olduğu rivayetleri vardı. O yol ne yoluysa aşı hiçbir yere varmamıştı. Dünya televizyon haberlerine göre metropollerdeki hastaneler kısa zamanda işlev dışı kalmıştı. Hastalara bakacak doktor ve hemşirelerin büyük bir kısmı salgının patladığı ilk ay içinde ölmüştü. Daha da kötüsü sokaklarda ve evlerdeki milyonlarca ceset nedeniyle yeni salgın hastalıkların çıkmış olmasıydı. Salgın hastalık kokteyli vurmuştu dünya metropollerini.

Ailenin tek çocuğuydum. Babam o günlerden birinde eve gelmedi. Annem ateşler içinde yanarak evde yatağında öldü. O virüs ve diğerleri nedense bana ölüm şeklinde dokunmadı. Benim gibi başkaları da vardı. Hemen hemen hiç çocuk ve yaşlı insan yoktu. Bazı istisnalarıyla on beş ile otuz beş yaşları arasındaydı kurtulanlar. Hayat birden durmuştu. Bütün süpermarketler ve yiyecek içecek satan yerler ilk haftalarda talan edildiğinden sağ kalmak için bir şeyler yapmak gerekmekteydi. Çeteleşmek şarttı.

Evleri, az dokunulmuş yerleri talan ederek geçen iki yılın sonunda Raskal sayısı iki yüze varan çete mensubunu toplamış ve bu yöntemle bir yere varılamayacağını izah etmiş ve planını açıklamıştı.

Bu arada dünya çok değişmişti. Önce televizyon, sonra da radyo yayınları kesilmişti. Uydu kanalıyla internet bağlantısı bir süre devam etmişti, ama hizmet alacak kimse yoktu artık. İstanbul geceleri birkaç yer hariç neredeyse tamamen karanlığa bürünmekteydi. Gökyüzünde keşif için uçan araçların sayısı o sıralarda bile çok azalmıştı. Helikopterler hiç görünmez olmuştu. Her tarafta düşmüş helikopter enkazına raslamaktaydılar. Virüs havada hâlâ mevcuttu ve karşı konulamaz durumdaydı. Kendileri bir şekilde virüsün öldürmediği kimselerdi. Sağ kalanların yarısı kafalarını sıfır numara traş ettikleri için Raskal’ın Madaralar adını verdiği katil ruhlu kimselerdi. Virüs kafa yapılarını etkilediği için olacak aşırı saldırgandılar. Örgütlülükleri sadece diğerlerinin işini bitirmek üzerine kuruluydu. Timsah içgüdülü güruhtular.

Dünyayı idare eden Hatırlılar gelen tehlikeyi önceden gördükleri için önlem almışlardı. Dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi İstanbul’da da özel bir yaşam ortamı inşa etmişlerdi. Önceden bunu birkaç yüz elit sığınağından biri gibi değerlendirerek yanılmışlardı. Maslak’daki İstanbul’un Cazibesi gökdeleni ve çevresinin özel bir konumu olmalıydı. Dünyanın her yerinden gelen top klas ekâbir oradaydı şu anda. 2019’da inşası biten gökdelenin camları, iç bölümleri, taban kısmı, çevresinde sonradan sera haline getirilecek münbit topraklı geniş alan çok öncelerden tasarlanmıştı. O alanı çevreleyen beton duvarın temelleri alçak şekilde önceden atılmıştı. Salgın patladığında yaptıkları depolarda hazır bekleyen dev ebattaki beton küpleri üst üste koymaktan ibaretti.

Ekâbirler virüsten sağ kalacakların sayısı konusunda şiddetle yanılmışlardı. Onlar dünyada en az toplam birkaç yüz milyon insan kalacağını varsaymışlardı. Yaşlılar, hastalar, zayıflar elenecek, genç ve aşırı dirençli bir nüfus artakalacaktı. Öyle olmuştu, ama İstanbul’daki sayıları Madara cinsinden kafası kırık tipler de dahil beş altı bin kişiydi en fazla. Bu sayı ikinci yılda kendi aralarındaki çatışmalar, alkolizm, uyuşturucu kullanımı, intiharlar ve açlık nedeniyle yarıya inmişti. Şu anda bütün dünyada sığınaklar dışında bir milyon kişiden fazla bir nüfus olabileceğini tahmin etmiyorduk.

Ekâbirlerin sayıları bin yüz civarındaydı. Dünyanın dört bir yerinden gelmiş en üst kaymak tabakaydı. Üç bin kişilik yardımcı, asker, teknisyen, cariye, gılman ve hizmetli kadrosuna sahiptiler. Su kaynakları yeraltı sarnıçları sayesinde muazzamdı. Dev ölçekte elektrikli alet ve araç imalathaneleri vardı. Yepyeni bir sürü taşıma aracı, jipler, panzerler, insansız uçaklar alt katta kullanıma hazır bekletilmekteydi. Bu da İstanbul’un bir fonksiyon için seçilmiş olduğunun kanıtıydı. Yıllar öncesinden bir plan yapılmış ve adım adım uygulanmıştı.

İçeriden kaçan bir makine teknisyeni vermişti bütün bu bilgileri. Kızıl saçlı, yeşil gözlü, çok uzun boylu, sırım yapılı biriydi. Dışarıda hâlâ fink atan virüsler nedeniyle aramızda ancak üç gün yaşayabilmişti. Adamı kurtarmak için elimizden gelen her şeyi yaptığımız halde başaramamıştık. Niçin dışarı çıktığı sorulduğunda, “Bunaldım” demişti her defasında.

Virüs komplo teorilerinde sık sık bahsi geçen bir veba virüsü varyantı değildi. GDO ile imal edilmiş mısırdan elde edildiği yazılmış ve söylenmişti ilk günlerde. Sadece insanlar ve bitkiler değil, hayvanlar da etkilenmişti. Neredeyse bütün besi hayvanları ölmüştü örneğin. Sokaklarda tek bir köpek yoktu. Tek tük de olsa kediler sağ kalmıştı. Yavaş bir tempoyla sayıları artmaktaydı. Güvercin ve kumruların soyu tamamen tükenmişti. Serçe, sığırcık, karga ve diğer türler azalmakla birlikte var kalmaya devam etmekteydiler. Artık bacaları tütmeyen şehirden çok memnundular herhalde.

İşin teknik tarafını çakmıyordum ama bu felaketin GDO ile bir ilişkisi olduğu çok açıktı. Çünkü dokuz yıl boyunca Ekâbirler’e bedenlerine hiç ya da çocukken GDO ürünü girmemiş kimselerin ceset kalıntılarını taşıdım.

Bu cesetler sayesinde şu anda varız. Raskal bu hassas noktayı hemen görmüştü. 2023 yılında katılımlarla beş yüz elli iki kişiye ulaşan grubumuzu doyurmak bile ciddi bir sorun olmaya başlamıştı. Patates, soğan, havuç gibi şeyler ekmiştik. Ürün havadaki bir şeyler nedeniyle olmalı cılızdı. Yeterince hızla büyümüyordu. Tadı tuzu, Allah bilir vitamini falan da yoktu. Ev talanıyla yiyecek bulabilme işi silahlı Madaralar’ın tuzakları nedeniyle çok riskli olmaya başlamıştı. Birkaç kilo kurtlanmış kuru fasulye ya da bakla için kaç ölü vermişlerdi sayısı belli değildi.

Raskal, asıl adı Haluk Kalıcı’ydı, bazı Madaralar’ın kamyonlarla hiç sorunsuz Maslak tarafına gidip geldiklerini fark etmişti. Basit bir araştırmayla ortaya çıkan gerçek her şeye rağmen şaşırtıcıydı. Bir grup Madara Ekâbirler’in izniyle Maslak’daki sığınağa ceset nakli yapmaktaydı. O sıralarda sokaklarda ve evlerde iskeletleşmiş, mumyalaşmış milyonlarca ceset vardı. Madaralar bu kaynaktan beslenmiyordu. Mezarlıklara dadanmışlardı. Mezarları kazıyor ve çıkardıkları cesetleri çelik tabutlarla Maslak’a taşıyorlardı. İş sürekliydi. Bu nakliyatı yapan çetenin besili ve sıhhatli bir görünümü vardı. Ellerinde çalışabilen elektronik aletler ve otomatik silahlar vardı. Talep devam etmekteydi demek ki.

Raskal’ın planı çok basitti. Ceset nakliyatı işini onlardan devralacaktık. Yoksa bu şartlar altında bir yılı daha bile çıkarmamız mümkün değildi. Raskal bir taktik dehasıydı. Beşer kişilik küçük vurucu timlerle bizden bu tür bir hamle beklemeyen Madaralar’a saldırdık. Beykoz’daki mezarlığın tümü elden geçmişti. Zincirlikuyu’da da açılmamış pek mezar kalmamıştı. Oralarda son kazıları yapan Madaralar’a baskın verip tümünü temizledik. Otomatik silahlarına, konserve yiyeceklerine el koyduk. Yirmi adet timle inanılmaz başarı sağladık ve Ekâbirler’e yapılan ceset nakliyatını iki ay içinde sıfıra indirmeyi başardık. Bu arada silah ve yiyecek bakımından da epey kalkınmıştık.

Cennetdelen’de hayatın tadını çıkartan Ekâbirler buna karşılık vermekte gecikmediler. Silahlı motorize ekiplerle dışarı çıkarak bizim eski kampımıza saldırarak orada bizi bekleyen kıt akıllı Madaralar’ı temizlediler. Raskal bunu öngörmüş ve yerimizi değişken hale getirmişti. Sürekli hareket içindeydik. Elimizde kaliteli silahlar, yiyecek ve motorlu taşıtlar vardı. Bu arada haritadan çalıştığımız için kıyıdaki köşedeki mezarlıkları avucumuzun içi gibi öğrenmiştik. Mezar kazıcı Madaralar’a soluk aldırtmıyorduk. En az kırk çelik tabutu parçalayarak kullanılmaz hale getirmiştik.

Aylarca kaçmaca kovalamaca devam etti. Ekâbirler başa çıkamayacaklarını anlayınca görüşmek istediler. Sembolik anlamı nedeniyle eskiden Migros mağazası olan ilk büyük kampımızda Ekâbirler’le buluştuk.

Gelenler virüslere karşı korunaklı elbiseler giymiş olan üç adamdı. Anlaşma basitti. İşi biz devralıyorduk. Günde on adet ceset teslimatı yapacaktık. Bunun karşılığında lityum pilleri, basit telsizler, motorlu araçlar için yedek parça, mezar kazmak için gerekli mini buldozerler, yakıt ve yeterli yiyecek verilecekti. Yiyecekler her ayın bitiminde bir adres şeklinde olmaktaydı.

Bugünleri önceden görenler şehrin değişik yerlerine yıllara dayanıklı özel imal edilmiş konserveler ve vakumla ambalajlanmış bakliyat, kurutulmuş meyve paketleri gömmüşlerdi. Bu arada maydanoz, salatalık gibi şeyleri de yetiştirebilmeye başladığımızdan keyfimiz bayağı yerindeydi. Tek sorun avantaları elinden alınan Madaralar’ın tepkisiydi ki, kafaları iyi çalışmadığı için onları pusuya düşüre düşüre sayılarını bayağı azalttık. Kamyonlu baskın bu nedenle acı bir sürpriz olmuştu.

Üç yıl önce eski yerimiz olan Migros binasına geri döndük. Önceden tabanındaki beton ve tahta aksamı sökerek zemini toprak dokunmalı hale getirmiştik. Yarı şaka, orası için parlamento diyenler de vardı. İşin parla tarafı, yani sohbet mohbet iyiydi de, gökdelenlerinde sefa süren kralların keyfi ne diyecekti bakalım.

Küçük şelaleler, oda müziği icra edilen salonlar, yirmi çeşit lüks restoran, şampanya imalathaneleri, havuzlar, fitnes salonları ve daha lüks yaşam için gerekli bir çok şeye sahip olan patronlar bizden memnun olmalıydı. Eskiden etrafı kolaçan etmek için çıkan korunmalı giysili ekipler dürbünlü tüfeklerle sırf zevk için rasladıkları kimseleri çoluk çocuk demeden vururlardı. Bu durum artık sonlanmıştı. Aramızda zoraki de olsa bir hukuk oluşmuştu.

Raskal, bilgisayar yazılımcısıydı ama kafası çok şeye basmaktaydı. İçine hiç ya da az GDO girmiş ceset kalıntılarıyla ki çoğu kez kemiklerden oluşmaktaydı, bir çeşit serum yaptıklarını tahmin etmekteydi. Sonsuza dek içeride kapalı duramazlardı. Bir an gelecek dışarı çıkacaklardı. Bunun için hazırlık yapıyorlardı.

Çok eve ve mekâna girdik çıktık talan için. O sıralar kitap okuma alışkanlığım yoktu. Rastgele göz attığım bir dergide İstanbul’da irili ufaklı dört yüz küsur mezarlık olduğundan söz edilmekteydi. Günde on adet tabut teslimatı, ayda üç yüz, yılda üç bin beş yüz mezar kazılması demekti. Raskal bir hesap adamıydı. Çok okurdu. Beni de öyle yetiştirdi. Geniş açılı vizyon bakışı ve okuma alışkanlığı kazandım. Önce tavsiyesi üzerine din kitaplarıyla başladım. “Kıyamet ufkuna bakış için de gerekli,” demişti bir keresinde. Sonra dünya ve Türk edebiyatının klasiklerini devirdim. Belleğim her zaman harlıydı. Okuduklarım zihinsel donamıma dekorasyon oluyordu.

Zamanla kıyıda köşede kalmış mezarlıkları keşfettik. Mezar taşları bir âlemdi. Ölümlülüğü sindiremiyen insanlar neler neler yazmışlardı taşların üstüne. Ekâbirlerin en çok tercih ettikleri 1980 öncesi doğumlu olan mevtalardı. Bunlardan yeterli kaynak vardı neyse ki.

Karım Nalan’la Zincirlikuyu mezarlığında çalışırken yakınlaştık. Abdülhak Hamit Tarhan diye bir şairin mezarını geri örtmekle meşguldük. Bana ezberden kaç şiir bildiğimi sormuş ve sonra şairin “Makber” adlı şiirinden bir parça okumuştu. Şairi ismen tanıyordum haliyle, ama elimden o kadar kitap geçmesine rağmen şiirlerinden tek bir mısra bile okumamıştım. Adam 1937’de oraya gömülmüştü ve iskeleti hâlâ noksansız duruyordu. Biz Madaralar’a baskın verince işleri yarım kalmıştı. Orada yatan diğer ünlü ünsüz bir sürü kişiden arta kalan organik artıklar önceden Madaralar tarafından nakledildiği için bu mezarlıkla işimiz bitmişti. Şair son kalan iki üç kişiden biriydi. Onlara dokunmama kararı almıştık. Nalan ile bir hafta sonra kamptaki basit bir törenle karı koca olduk.

Mehmet adlı oğlumuz geçen ay beşine bastı. Arkada çocuğu emanet edebileceğimiz kimseler vardı ama ne olur ne olmaz diye yanımızdan ayırmıyorduk. O sıralarda kamplarımıza tek tük de olsa Madara baskınları hâlâ sürmekteydi. Oğlum bir çok diğer çocuk gibi mezarlıklarda büyüdü.

Çocuklar ayakkabının ne olduğunu filmlerden, dergilerdeki fotoğraflardan biliyor. Dirençli bir nesil olarak yetişiyorlar. Bizim, zamanında ateşler içinde perişan bir şekilde geçirdiğimiz çocuk hastalıklarını sanki nezleymişçesine hafif ve hızlı atlatıyorlar. Çok zekiler ve ayrıca empati güçleri de müthiş.

Eskilerle esas farkımız çarpışan arabaların tavandan elektrik çekmeleri gibi ayak tabanlarımızla topraktan gelen komutları alıyor olmamız. Bu nedenle kullanımımıza amade olan lüks apartmanlara taşınmıyorduk. Ayaklarımıza bakınca özel bir fark görmek mümkün değil. Yaz kış sürekli toprağa basıyor olmaktan derilerimiz kalınlaştı, renk değiştirdi ve ayak tabanlarımızın altı adeta köseleleşti.

Raskal içimizde ayakkabısını ilk kez terk edendi. Toprağın gücünü ilk hisseden o oldu. “Eski düzen tükendi. Toprağa yeniden nefes yükleniyor,” demişti. Kışın ortasındaydık. Çok soğuktu. Kendisini isteksizce taklit etmiştik. Tabanlarımız yere değer değmez kalbimiz ısınmıştı. Hiç unutmam, gözlerimiz dolmuştu.

Raskal’ın çevresinde onca yetenekli insan dururken beni başyardımcı seçmesine duyduğum şaşkınlığın benzerini bana ikinci kez yaşatan Sibbel oldu. İlk karşılaşmamızda yirmi beş yaşındaydım. Dedesi çok büyük bir medya kurumunun sahibiydi. Kendisi gen teknoloğuydu. Bu nedenle de genç kadının Cennetdelen’de çok mutena bir yeri vardı. Ben ise geleceği belirsiz, asi ruhlu bir grubun çoşkulu lideriydim.

Elmaların henüz fidan şeklinde dikildiği zamandı. Onu ikinci kez gördüğüm yerde duruyordu. Raskal öldürüleli bir yıl geçmişti neredeyse. Mehmet iki aylık bebekti. Beni tanımak istediğini söylemişti. Sonra bir elma ağacı olgunlaşması kadar süremin kaldığını ekledi. Ne süresi diye soracaktım az kalsın. Ayak tabanlarımdan akan veriler nedeniyle sustum. Tefekkür yetim bir borudan içine hava üflenen sıvı camın hacim kazanması gibi genleşmişti birden. Elmalar olgunlaşınca dışarı çıkılacaktı. Yeni dünyada ayakkabı giymeyen, ceset nakliyatçısı barbarlara yer olmayacaktı.

2031 yılının baharında sayımız bin üç yüz küsuru çocuk olmak üzere iki bine yaklaşıyordu artık. Eski dev süpermarket işlikler, kütüphane, dershaneler, mescit, diğer din evleri, terziler, eczane, revir, marangozhane ve basit alet edevat ve makine imalathaneleriyle dolmuştu. Yirmi yedi adet irili ufaklı jeneratörün sağladığı elektrikle hem aydınlanma, enerji, hem de konfor sorununu bayağı çözmüştük. Çocuklar ve yetişkinler için iki ayrı salonu olan Raskal adlı bir sinemamız vardı. Radyo ve televizyon yayını yapacak verici istasyonlar hazırdı. Ben çalışmasını Ekâbirler’i tahrik etmesin diye ertelemiştim. Tarım yüzümüzü güldürmeye başlamıştı. Toprak yeniden bereketlilik kazanmıştı.

Bütün bunlara rağmen rakiplerimizin çok üstün silahları ve eğitimli askerleri nedeniyle onlara karşı durmamız mümkün değildi. Şehrin içine girerek oralarda saklanmayı deneyebilirdik Isıya hassas dedektörlerle bizi bulurlardı. Bir de çocuk ağırlıklı bir toplumduk artık. Saklambaç oynamak kolay değildi yani.

Şehri terk etmek de bir yoldu ama Raskal bu konu her açıldığında İstanbul’un Cazibesi’nin burada kurulmuş olmasının bir anlamı olduğunu, İstanbul dışındaki yerlerdeki çevre tahribatının çok daha ağır ve haşin olabileceğini söylemişti. Bunu İstanbul’dan geçen güç çizgilerine bağlıyordu. Salgının çıktığı ilk aylarda gelen bilgiler ve radyo alıcılarımızın şu sıralar sadece hışırtı çekmesi de bunu doğrular nitelikteydi.

*

“Muhteşem görünüyor değil mi?”

Hava kararmıştı. Cennetdelen’in bütün ışıkları yanıyordu. Bir kilometre öteden bile milyonlarca vatlık lambanın çekimi müthişti. Gökteki yıldızları görünmez kılmıştı. Zaman zaman yoldaşlarımızla gelip bu çılgın dikeltiyi seyrettiğimiz küçük tepecikteydik. Cennetdelen’i bir süre için son kez görmekteydik. Bu nedenle burada oturup güneşin batmasını beklemiştik.

Elinde irice bir taş tutan Enyema’ya baktım ve “Öyle,” dedim. Kara derili dostum sağ kolunu gererek taşı mümkün olduğu kadar ileriye ışığa doğru fırlattı. “Kendileri parlıyorlar ama kararttılar dünyayı. Ve şimdi de dışarı çıkacaklar yeniden.”

“Attıkları bumerang havada, geri dönüp gelecek.”

Uzun boylu adamın iri gözlerinde derin bir elem ve endişe vardı. Ona bu çıkış üzerine bazı şeyler anlatmıştım ama son konuşmanın izlenimiyle pekişen şeyi henüz bilmiyordu. Ekâbirler’in bizlere oyun sahası vermeyeceğini kestirebilecek kadar zekiydi. Karısı yedi aylık hamileydi. Doğacak çocuğu için endişeleniyordu haklı olarak.

“Ve yılan kadına dedi. Katiyen ölmezsiniz; çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, ve iyiyi ve kötüyü bilerek tanrı gibi olacaksınız. Ve kadın onun meyvasından aldı ve yedi ve kendisiyle beraber kocasına da verdi, o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı,” dedim.

Bir yerleri atlamıştım biraz ama sözlerim üzerinde etkili oldu. Enyema museviydi. Eski Ahit’i filan çok iyi biliyordu. İmâ ettiğim şeyin vardığı son nokta hakkında tereddütü okudum siyah gözlerinde.

“Merak etme gözleri açılınca görecekleri şey zifir karanlık olacak,” dedim. “O elmaları aşı niyetine yiyecekler ve böylece korunmalı giysilere maskelere falan gereksinim duymayacaklar. Yıllardır kendilerine taşıdığımız cesetleri bu ağaçlara gübre olarak kullandılar. Kendilerine dost bir toprak kazanma girişimiydi. Başardıklarını düşünüyorlar. Bir kişi hariç.”

“O kadın.”

“İlk çıkışta yılanın dilini çözendi. Tarih boyunca özellikle hıristiyan dünyada erkek tarafından haksız yere suçlandı durdu bunun için. Şimdiyse yine bir kadın var. Elmayı yiyin diyecek. Yiyecekler ve gözleri açılacak, ama bizim dünyamıza değil. Öyle olsa Sibbel nam-ı diğer Sibel Hanım beni ikinci kez çağırmazdı.”

“Neden yapıyor bunu peki?”

“Kesin bir şey söylemem zor. Ekâbirler'in bir planı vardı, ama bu denli büyük insan kırımını öngörmemişti. Şimdi bunun vicdan yükü var belki. Kadın genetik uzmanı. Virüs kokteyllerinin bir şeyleri esastan değiştirdiğini çoktan bulgulamış ve susmuştur. Çıplak ayakları yere basıyordu az önce. Toprağa yeni nefes üflendiğini, yerin kimyasının değiştiğini, yeryüzünde artık onların yerinin olmadığını biliyor. Toprağı iyi tanıyor. Ondan güç alıyor. Bunu açıkça hissettim az önce. Sanki karşımda beyaz bir fil gibi durmaktaydı. İnsan leşleriyle gübrelenmiş elmaları yemek, üstünlerin sonu olacak. Hemen değil. Biraz sürecek. Dört, beş ya da altı gün belki, kendilerini çok iyi hissedecekler. Böylece içlerindeki septikler de elmanın tadına bakacak. Bu arada bizim hızla şu anda bulunduğumuz yerden çekilme hazırlığı yapmamız lazım. Hemen bu gece üç beş gruba ayrılacak, ormanlara, tepelere, mezarlıklara, daha önceden iyi tanıdığımız semtlere çekilip bekleyeceğiz. Elimizden geldiği kadar malzemeyi de emin yerlere nakledeceğiz. Sonra da büyük kurtarıcı Raskal’ı kamyonlu baskında öldürenlere yaptığımızı yapacağız. Karanlığı getirenleri karanlığa emanet edeceğiz. Anıt mezar olacak şu gök tırmalayan dikelti.”

Enyema’nın yüzünde umutkâr bakışlar belirmişti. “Sibbel,” dedi saygıyla.

“Allah daha önce elmayı yiyip çıkanların ikinci kez karanlık yaratmalarına izin vermeyecek,” dedim. “Toprak çok değişti. Ve megakainler tümden telef olacak.”

“Sibbel?”

“O evet. Yüce yaratıcı Sibel’i uyarladı. Birincide elmayı çıkış için sunmuştu. İkincide amacı tam tersi. Cennetdelen’in kendi makber olacak bu defa.”

Enyema başını salladı. Gözleri dolmuştu. Sibbel’in beni niçin iki kez çağırdığını anlamıştı. Sadece bir yerlere sinip kurtulmamızı sağlamak değildi amacı. Elma ile baştan çıkarılışın en yeni öyküsünü anlatacak biri lazımdı. Allah kendini kâinat şeklinde vehmettirmezdi yoksa.

  • Amerikan profesyonel beyzbol liginin ilk Japon oyuncusu Ichiro Suzuki'ye takımına zafer getiren olağanüstü bir yakalayış yaptığında "Topu yakalayacağını ne zaman anladın?" diye sodu etrafını saran muhabir ordusu. Suzuki bir süre düşündükten sonra kaşlarını çatarak şöyle cevap verdi: "Topu yakaladığımda."
  • Birisi bana iyi bir öykü yazacağını ne zaman anlarsın diye sorduğunda... (A.E.)