Gerçeğin Tuhaflığı

15 Temmuz
15 Temmuz

Gerçeğin tuhaflığından hareketle kaleme aldığımız bu yazı bir soruşturmanın da fikrini ortaya çıkardı. Cevap aradığımız soruları bir de bu hususlarda kafa yorduğuna inandığımız yazarlara sorduk. Gelecek cevapların “halkın destanına” mütevazı bir katkı sağlayacağını düşünüyorduk, nitekim öyle de oldu. Dikkat dolu okumalar dileriz…

Ne gariptir ki 15 Temmuz gecesi yaşananlar 14 Temmuz sabahında bir derginin sayfaları arasında yer almış olsaydı “Hadi canım sen de!” tepkisi alacak kadar tuhaftı. Yani insan 14 Temmuz sabahı önündeki kâğıt parçasında “Tanklar köprüyü kapattı.” ibaresini görseydi muhtemelen önce “N’oluyor arkadaş!” diyip okumaya devam ederdi. Akabinde “Tanklar havaalanında, uçuşlar durduruldu.” ibaresi “Hayda!” tepkisine sebep olurdu. Ana karakter, savaş uçaklarının alçak uçuşları sırasında bomba etkisi yapan sesin “sonik patlama” adlı berbat bir şey olduğunu belki de savaş görmüş Suriyeli ya da Filistinli bir ahbabından öğrenirdi kim bilir.

Yaşınız biraz geçkinse yahut yakın tarihe meraklıysanız yazarın TRT’den ne zaman bahsedeceğini düşünür, ertesi gün halkın sokağa çıkamayacağını rahatlıkla tahmin edebilirdiniz. Herhalde bir “komplo hikayesi” okuduğunuzu düşünüp, bunların hiç biri o kadar da tuhaf gelmeyebilirdi size. İşte en heyecanlı yere geliyoruz. Ana karakterin haberleri görür görmez dışarı fırlaması işte bu sizi gerçekten şaşırtırdı. Onunla beraber binlerce insanın aynı refleksle canları pahasına sokağa çıkmaları gerçeklik algınızı alt üst edebilirdi. Tam da bu noktada artık “Hadi oradan be!” diyip elinizdeki dergiyi bir köşeye savurmanız kuvvetle muhtemel bir hareket olarak kayıtlara geçebilir.

Ama bunlar aynen yaşandı. Dahası da oldu. Sokağa inen asker kendi halkına kurşun sıkıp, bomba attı, kalleş ve vicdansız bir keskin nişancı talim yapar gibi insan avladı. O halkın seçtiği Cumhurbaşkanını öldürmek için askerler operasyon içindeydi. Tam bu noktada kalabalıklar içinden feraset dolu bir ses yükseldi “Kelime-i şehadet getirin gerisi kolay.” Vay canına film gibi öyle değil mi? Yoksa tiyatro mu demeliydim a dostlar. Ya da artık dostlar mı dememeliydim. Ne demeliyim Allah aşkına siz söyleyin. Ya da bırakın aşkı meşki de işimize gücümüze bakalım öyle değil mi?

Herkes her şeyi gördü fazla lafı uzatıp gevezelik etmenin lüzumu yok. Durum tespitini tekrarlayalım 15 Temmuz gecesinde ve akabinde gördüklerinizi 14 Temmuz sabahında okuyor olsaydınız muhtemelen vasat bir öyküyle karşı karşıya olacaktınız. Bu yüzdendir ki üçüncü sayfa haberleri gazete sayfalarından çıkıp bir derginin sayfalarına öykü olarak geçiş yaparken törpülenmek, kıyısı bucağı düzeltilmek zorundadır, gerçeklik algısı dediğimiz şeyin kuvvetlendirilebilmesi için müdahale edilmek zorundadır. Çünkü gerçekler acıdır ve acılar ancak yaşandığında büyütür, okunduğunda ise yüreğe dokunması gerekir.

Yüreğe dokunacak 15 Temmuz öyküleri yazılmak için bekliyor. Sayfalarda göreceğimiz şey ne bir belgesel olmalı ne de yaramızın kör gözlerin bile görebileceği şekilde ifşası olmalı.

David Lodge tarafından kaleme alınan Kurgu Sanatı adlı kitabın “Kurgusal Olmayan Romanlar” başlığı altında Thomas Carlyle’nin Fransız Devrimi adlı romanından bir alıntı yer alır. Pasajda kraliyet ailesinin kaçışı ustalıkla anlatılmaktadır. Hatta bu pasajdan gördüğümüz kadarıyla yazar, sonradan gayet yaygın bir postmodern hareket olan okura hitap, okuru metne dahil etme hamlesini bile yapmıştır. Dememiz o ki anlatılacak olan hikaye ne kadar gerçek olursa olsun anlatım tekniğimizi gerçek hayattan değil kurgusal metinlerin tekniklerinden almalıyız.

Olayları görmüş ve yaşamış insanlar metni ellerine aldıklarında bir okur olarak karşımızda olacaklar. Okurun zekâsını yabana atmadan hareket edip teknik açıdan güçlü metinler ortaya koymak sanırım ilk dikkat edilmesi gereken şey. Bu hususta kutsal metinlerdeki hikayeler ve geleneksel metinlerimizdeki fantastik öğeler taşıyan hikayeler bile teknik açıdan değerlendirilmeli. Hz. İbrahim’in atıldığı ateşe su taşıyan karınca ile Kazan’da uçaklar kalkamasın diye samanını, lastiğini yakan “muhtar emmi” arasında esasen teknik açıdan bir fark yoktur, bu görülebilmelidir.

İkincil olarak kalem sahipleri, kahraman halkın cesaret ve ferasetini anlatırken, ihanet içindeki azgınların da zulmünü es geçmeden anlatabilmeli. “Kötülük anlaşılmazdır,” der Terry EagletonKötülük Üzerine Bir Deneme kitabında. Şöyle de devam eder; “O sadece kendisi için bir eylemdir, tıpkı bir banliyö trenine çıplak ten üzerine sarılmış bir boa yılanıyla binmek gibidir. Bu eylemi anlaşılır kılacak bir bağlam yoktur.” Bu bağlamsızlığı aktarabilecek metinler kıymetli metinler olacaktır.

Şüphesiz bu bir savaştı. Zalimin mazlumla, kurşunun çıplak el ile savaşıydı. Sonik patlamadan korkmasın diye uyuyan evladının üzerine kapaklanıp yavrusunun kulaklarını kapatan annenin ahı ile vicdansız, tecavüzcü pilotun savaşıydı. Osmanlı savaş sancağında ayyıldızı dört bir tarafından çevreleyen Allah, vatan, ittihat ve namusun tüm bunlardan yoksunlara karşı savaşıydı. Metinlerimiz o sancağı ve üzerinde yazanları, korkmasın diye kulakları kapatılan evlatların ağlaması için değil anlayabilmeleri için yazılmalı. Selam olsun Allah’ın yanında olup vatanını, namusunu birlik içinde savunup canını verenlere. Onlar ki Cebrail gibi gökleri yırtan kanatlarını var güçleriyle çırpıp yetişenlerdendi, bizimkisi anca su taşıyan karınca misali bir çaba olabilir ki inşallah bunu da hakkıyla yapabiliriz.

Gerçeğin tuhaflığından hareketle kaleme aldığımız bu yazı bir soruşturmanın da fikrini ortaya çıkardı. Cevap aradığımız soruları bir de bu hususlarda kafa yorduğuna inandığımız yazarlara sorduk. Gelecek cevapların “halkın destanına” mütevazı bir katkı sağlayacağını düşünüyorduk, nitekim öyle de oldu. Dikkat dolu okumalar dileriz…

ABDULLAH HARMANCI:

1. Örneğin Mavi Marmara gibi bir olayda şöyle düşünmüştüm: Ben o gemide neden yoktum? O gemide olanlardan benim neyim eksikti? Daha açıkçası şöyle düşünmüştüm: Onlar kadar imanım olsaydı ben de orada olurdum. Çok daha geriye gidelim. Rahmetli Menderes’in asıldığı güne. Eminim o gün dedem, diğer dedem, amcalarım, kendilerini berbat hissetmişlerdi. Onurları kırılmıştı. Suskun kalmışlardı. Kendilerinden utanmışlardı. Belki de bu iki olay örneğinde, hem kendi hayatımda, hem de benden önceki cedlerimin hayatlarında yaşadığımız/yaşanılan suskunlukların vicdanımızda açtığı yara, bizi 15 Temmuz akşamı sokaklara döktü. Ben darbe girişiminin başladığı saatlerde, bilgisayarımın başında idim.

Eşim darbe gibi bir şeyler oluyormuş, dediğinde televizyonu açtım ve Allah şahittir, henüz Erdoğan’ın çağrısından önce, sokağa çıkma kararı aldım. Neden? Birincisi, bugüne kadar vazifemi yapamamış veya yapmamış olmanın iç acısı birden bire patladı ve bir isyana dönüştü. Hiçbir güç beni evde tutamazdı. Bir belediye başkanının insanları sokağa çağırdığını duyduğumda, olayın sandığımızdan çok daha büyük bir dehşet içerdiğini fark ettim. Bu topraklarda sağ salim yaşamak ancak şu anda yapacağımız bir hamle ile mümkün olacaktı. Panik içinde beni arayan babamın ağlayışı ruhumu derinden yaraladı. Onu teselli ederken kilitlendim. Konuşamadım.

2. Bizim kuşaklarımız edebiyatı bir sorumluluk olarak algılamadı. Mesela Nuri Pakdil ve talebelerinin kuşağı, edebiyata “yüzde elli sanat yüzde elli ideoloji” gibi formüllerle yaklaşmakta beis görmedi. Bizse, yaşadığımız günlerin süt limanlığından olacak, edebiyata böyle büyük sorumluluklar yüklemedik. Yaşadığımız günler, bu tür sorumlulukları konuşmamızı gerektirmedi. Ama daha 15 Temmuz akşamından beri bu olayın şiiri, romanı, öyküsü yazılmalıdır, demeye başladık. Neden? En başta Gezi olaylarında gördük ki, Türk solu bu alanda muazzam yayınlar yaptı. Edebiyatını yaptı mı onu bilmem, ama envanter anlamında çok iyiydi. Sanırım biz bu olaydan ders çıkardık. Yaşadığımız olayların sıcaklığı ve dehşeti, bizi bunları edebiyata taşımamız gerektiğine ikna etti. Sorumluluktur, öykücünün sorumluluğu vardır, düşüncesiyle yazdığımızı sanmıyorum.

3.İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde çok kötü bir tiyatro edebiyatı ortaya çıkmıştı. Abdülhamid’i tahkir ve tezyif eden, hamasi hürriyet nutukları atan piyesler ve şiirler yazılıyordu. Haşim bile yazmıştı. Düşünün! Ben 15 Temmuz’dan hemen sonra uyarmıştım, bu olayın hamasetini değil edebiyatını yapalım, diye. Şu anda bir hamasettir gidiyor. Edebiyat çok sonradan ve yavaş yavaş gelecek. Şiir türünü ayırarak söylüyorum bunu. Şiir daha delişmen ve daha doğrudan bir türdür çünkü. Öyküye, romana benzemez. Şu anda yapılması gereken şey mümkün olduğunca tutanak çalışmalarıdır. Sizin yaptığınız gibi. Zamanla analizler ve ağırbaşlı edebi çalışmalar arkadan gelecektir. Gelmelidir. Ama gelemeye de bilir. Nitekim gelmediği de olmuştur. Çanakkale yazılmış mıdır mesela? Yani illaki edebiyatı yapılacaktır gibi bir iyi niyet taşımıyorum. 28 Şubat’ın edebiyatını yaptık mı? Kaç on roman, kaç yüz öykü, kaç bin şiir yazdık? Edebiyatını yapmaktan anladığım budur. İnşallah 15 Temmuz’un hamasetini değil, edebiyatını yaparız.

ALİ GÖRKEM USERİN:

2.15 Temmuz’da, millet olarak büyük bir destana imza attık. Çanakkale Zaferi ve Kurtuluş Savaşı’yla ilgili anlatılan gerçeküstü öykülerden farklı değildi o gün yaşananlar. Öykücü de, sorumluluğunun bilincinde bir kalem sahibi ise 15 Temmuz konusunda evvela şahitlikle yükümlüdür. Şairin de, öykücünün de ilk vazifesi milletine, onun değerlerine, duygu ve düşüncelerine, tepkilerine, hassasiyetlerine şahit olmaktır. Üstelik bu gereklilik sadece bugünle ve bu topraklarla ilgili de değildir. Çünkü asırlardır edebiyat eserinin kıymetini belirleyen birkaç temel durumdan biridir bu.

Öte yandan, şahitliğin niteliğini belirleyen ise bu şahitliğin ne kadar yakın ve içerden olduğudur. Yazar, milletinin tepkileriyle hemhal olamadıktan sonra nitelikli bir şahitlik de gösteremez, turist mesabesinde kalır. Bu yüzden şahitlikten de evvel, öykücünün milletin bir ferdi olması gerekmektedir.

3. Bir okur olarak muhtemel risklerden söz edebilirim belki. Bunlardan ilki, hadisenin sıcaklığı sürerken kimi sembolik manzaraları, fotoğraf karelerini yazma kolaycılığına düşme riskidir. Bence diğer ve daha mühim ve muhtemel bir sıkıntı da; 15 Temmuz direnişini, Türkiye’yi, akraba olduğu Ortadoğu milletlerinin serüvenlerinden kopuk bir şekilde ele almaktır. Çünkü özellikle son on yıldır Ortadoğu’da yaşanan hadiselerin, bir diğerini gölgede bırakmak gibi olumsuz bir etkisi de mevcut. Oysa İslam dünyasındaki tüm milletlerin kaderi iç içedir. Öykümüz de bunun bilincinde olarak gelişmeli, derinleşmelidir. 15 Temmuz’da milletimizin gösterdiği cesaret ve fedakarlığın İslam dünyası için gurur verici bir örnekliği bulunmaktadır. Bunu anlatmanın ve aktarmanın yolu da edebiyattır, öyküdür.

4. Kanaatimce esas şart, yukarıda da işaret etmeye çalıştığım gibi sahici bir şahitliktir. Bu şahitlik yazılı mecralarla sınırlı kalmayıp sözlü kültüre de dahil olmalıdır. Ancak milletin destansı öyküleri dilden dile aktarıldığı müddetçe 15 Temmuz’ların bir anlamı olabilir.

ALİ IŞIK:

1. Herkes gibi ben de o mavi ceketli bayanın TV’de; “…yönetime el koydu.” ve “İkinci bir emre kadar…” gibi cümlelerin ağırlığını hissetmeye başladığımda sanal bir hayattan gerçeğine düşmüş gibi hissettim kendimi. Abdest alıp sokağa fırladım. Bu topraklara dair okuduğum ve dilediğim tüm öykülerin kahramanları, hikayelerinden fırlamış sokaklara dökülmüştü o gece. Ankara semalarında sabaha kadar gezinen F16’lar, özel harekâtın, genelkurmayın ve emniyetin bombalanması, belli bölgelerin aralıksız taranması savaşın tam ortasında bırakmıştı bizi. Korku tırmanıyordu. Dikmen bayırından şehri seyrediyorduk. Gideceğimiz yeri belirlemeye çalışırken salalar başladı. O, nasıl bir duyguydu anlatamam. Nasıl bir güven süzüldü aramıza. Şehirde yükselen karabulutların arasına sızıyor, geceyi aydınlatıyor, direnişçilerin kalplerine yürüyordu. O salalar müjdeydi. Biri bitiyor diğeri başlıyordu. Herkes sırtını salalara dayadı. Rahat bir nefes aldı. Sonra mevziler tek tek geri alındı.

Bir iki gün hariç her gün miting alanlarındaydım. İlk günlerde meydanlarda olanların her biri ayrı birer öyküydü. Uzun uzun yüzlerine bakıyordum. Her birinin ayrı hikayesi vardı. Doyumsuzdu. Hesapsızlardı. Sonradan meydanlara bürokratlar ve cemaatçiler inmeye başladı. O insicam bozuldu.

2. Namlunun ucuna yürümek herkesin olduğu gibi öykücünün de sorumluluğudur. Sanatçıdan yazma ve yaşama ayrımında önceliğini yaşamaktan yana kullanması -yani bizzat direnişin aktörü olması- beklenir. Elbette bu destanın yazılması, kayıtlara geçirilmesi gazetecilerden çok şairler ve öykücülerin işidir. Türkiye, kahramanlık destanlarına Çanakkale’den sonra ilk kez yenilerini eklemiş ve tazelemiştir. Gelecek nesillere aktarmak da şairlere ve öykücülere düşmektedir.

3. Olaylara kanlarımız ve canlarımız karışmış, güleç yüzlü şehitlerimiz kollarımızda Rabbe yürümüştür. Dolayısıyla bu destan yanı başımızda, bir nefes ilerimizde ya da gerimizde yaşanmıştır. Yani öyküler damarlarımızda gezinmektedir. Bu topraklar bizlerin de içinde bulunduğu bir destanla tekrar vatan kılınmıştır. Yazılması zor olmayacaktır. Ayrıca bu topraklara dair çocuklarımıza anlatacağımız hikayelerimiz zenginleşmiştir.

Dezavantajlarına gelince: Hadiseler soğumadı. Soğuyacağa da benzemiyor. Gazete muhabirlerinin olay yerinden sıcağı sıcağına verdiği haberlere benzer öykülerin de destanı gölgeleyeceğini, yüzeye çekeceğini düşünüyorum. Söz konusu vatan olunca tepeden tırnağa etkileniyoruz. Bu duygusallığın sanatsal düzleme yayılacak deme ulaşması gerekiyor.

Ogün bugündür zihnimde “Halka acımasızca ateş eden askerin, suyu oturarak üç yudumda içmesini nasıl yazabiliriz?” sorusunu gezdiriyorum. Bu öyküdür. Ama gel de yaz.

4. Öykücüler kendi yaşadıklarını merkeze almak üzere genellikle dışında kalmayı başarabildiği, uzaktan bakabildiği hadiseleri ya da durumları yazarlar doğal olarak. Ama yaşadıklarımız dışarıdan yazılabilecek hadiseler değil. Bu dönemde sıcağı sıcağına yazılan metinlerin manüpülatif bir tarafı illaki olur. Yüksek bir duygu yaşanıyor. Cuma gecesini sokakta geçirenlerin birçoğu cumartesi günü işine dönmek zorundaydı. Trafiğe, borçlarını ödemeye yani günlük hayata. Dolayısıyla o gün yaşananların bir süre hatta sonsuza değin havada, herkesin görebileceği, hissedebileceği bir yükseklikte asılı kalması gerekiyor. Destanın, toplumsal hafızada kalıcı yerini alabilmesi için şiirinin ve öyküsünün mutlaka yazılması gerekiyor. Bence bu destan Türk öyküsüne ve Türk şiirine yeni bir dili zorunlu kılacaktır.

ALİYE AKAN:

1. Açık söylemek gerekirse o gece ben, hakkında iyiden iyiye umutsuzluğa kapıldığım, gerçekten derin bir uykuda olduğuna iyice inandığım milletimin her durumda bir gözü açık uyuduğunu gördüm. Yanılmak beni hiç bu kadar sevindirmemişti. İnsanlık tarihindeki bütün yolculuğunu dillere destan ola ola yapan, Orta Asya bozkırlarını atının toynaklarıyla nakışlayıp okunun ıslıklarıyla uyandıran, yerinde duramadığı için bir şekilde kavimler göçünün başlamasına sebep olan, soylu boyları dört bir yana dağılan ve nihayet Horosan üzerinden Anadolu’ya varan ve burayı yurt tutan, içinden Mete Han, Satuk Buğra, Korkut Ata, Alparslan, Hoca Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve daha nice gönlü yüce Horasan erini, Fatih Sultan Mehmed’i, Yavuz Selim’i, Sultan Abdülhamid’i çıkaran bu milletin tarihindeki “hamaset”in koca bir hakikat olduğunu gördüm.

2. Her sanatçı çağına tanıklık eder, etmelidir de. Ve bazı çağlar diğerlerine göre tanıklık edilecek şeyler bakımından daha zengindir. Biz işte böyle bir çağdayız. Sadece kendi ülkemizde değil içinde bulunduğumuz geniş coğrafyada öyle bir dönüşüm süreci yaşıyoruz, öyle şeylere tanık oluyoruz ki upuzak ufuklarda hayali bir çizgi gibi görünen şeyler hakikat olup hızla yaklaşıyor ve bizi içine alıyor. Müslüman bir insan, bir sanatçı, bir yazar, bir hikayecinin zaten ağır olan sorumluluğu bu yaşadıklarımızla bin kat daha artmış durumdadır. Eli kalem tutan herkes, nefes alıp verdiği sürece “kalem nöbeti”ni bırakmamalı, yazıp çizdikleri, edip eyledikleri, susup söyledikleriyle zulme, zalimlere, küresel kötülük güçlerinin zulmüne karşı barikatlar kurmalı, özellikle müslüman coğrafyanın üzerinden geçirilmeye çalışılan tankların egzozunu her ne varı varsa hepsiyle tıkamalıdır.

3. Bu aslında teknik bir soru ve epey teknik de bir cevabı var bence/bende. O yüzden şöyle diyeyim: Herkes kalem başına geçsin ve ortaya çıkacak eserlerde beraber görelim bu avantaj ve dezavantajları.

4. Her dönemde yazmanın esas şartı aynıdır bende: Türü her ne olursa olsun taşıdığı şey UMUT olmalı. Umut, hem hafızaya hem havsalaya hem kırıklara hem sıcak/soğuk algınlıklara hem bütünleşmeye hem de her türlü paylaşıma iyi gelir. Ki 15 Temmuz gecesi yaşananlar bizim için, Anadolu için, Türkiye için, Ortadoğu için, islâm âlemi için ve dolayısıyla dünyanın geri kalanı için serâba UMUTtur. Hâsılı kelâm 15 Temmuz üzerine yazılacak olan tüm hikayeler “Destansı hikaye” türüne girmeye yazgılıdır.

BETÜL NURATA:

1. Hayranlık. Tek kelimeyle hayranlık. Bu cesarete ve birliğe hayran kaldım. Daim olsun.

2. Düşmanın ne kadar gizli olduğunu gördük bu süreçte. En büyük düşman en yakınımızda olandır. İnsan burnunun dibini göremez ama bir öykücü görebilmeli, derim.

İyi ya da kötü hiçbir şey birdenbire olmuyor. 15 Temmuz da öyle. Bir olay yaşanmadan bunun iz ve işaretlerini okumak, bunu fark etmek ve fark ettirmek, ilmimiz ve kalemimiz yettiğince bunu karşı tarafa ulaştırmak önemli.

3. Duygularımız bu kadar aktifken, tabiatıyla bilincimiz çok da açık olamıyor. Haber izlerken, olanlara kilitlenmişken, sürekli üzülürken yaşananlarla ilgili öykü yazmak çok zor. Acele yazılmış, -haklı olarak- duygusal metinlerle karşı karşıya kalabiliriz.

Kendini yazmaya mecbur hissetmek de bir handikap tabii. Bu baskı çok açık bir şekilde hissediliyor. Bu baskıyı atlattıktan sonra iyi öyküler yazılacaktır diye ümit ediyorum.

Ama diğer yandan sıcağı sıcağına, kaybolmadan uçup gitmeden, dumanı tüterken, burnumuz sızlarken yazmak, taze duygularla yazmak daha iyi, avantajlı olabilir. Biz çabuk unutan bir milletiz çünkü, hemen parlayıp hemen sönebiliyoruz. Bu sefer öyle olmaz inşallah.

4. Farklı metin türleri için bir şeyler söylenebilir, ama konu öykü olduğunda şart kelimesini aramazdım, kullanmazdım ben. Ya da şöyle diyeyim, hiç bilmiyorum…

BETÜL OK:

1. O gece her şey alışılmışın dışındaydı. Gecenin ve insanın ne olduğunu daha iyi anlamama, insanın alemdeki asıl yerinin neresi olduğunu kavramama vesile oldu. Bir destan yazıldığı şüphesizdi. Allah kafiri ve Müslümanı böyle zamanlarda belli ederdi. Evet, destan yazılmıştı. Müslüman bilincine sahip olan, her milletten insanımız sokağa çıkmış, canlarını ve bedenlerini siper etmişlerdi. Yaşım itibarıyla darbe sözcüğünü kitaplarda okumuş ve büyüklerimden dinlemiştim. Bu sebeple anlatılan, yaşanmış olan ile karşılaşmak ürkütücü idi. Evet tam anlamıyla bu: ürkütücü. Bir öykü yazarı olarak, içimde tarif edemeyeceğim şeyler uyandı. O saatte, gecenin kör karanlığında bayraklarına sarınıp sokağa dökülenleri gördüm, evde ağlayan kadın ve çocukları düşündüm, hastanedeki hastaları, ölüm döşeğindeki hastayı…

Pencerelere çıktım, televizyonun ışığı karşısında yüreğim küt küt atarken ne yapacağımıza dair bir fikrim yoktu. Farklı şehirlerdeki akrabalarıma, kardeşlerime, hocalarıma ulaşmaya çalıştım. Bizi korkutan ne idi bunu düşündüm. Yaşamak ve ölmek ne idi? Ölüme yaklaşmak ve ölüme koşmak ne idi? İman etmek ve savaşmak ne idi? Peygamberimizin katıldığı savaşlar aklıma geldi. Karanlıktı ve insanlar sokağa dökülüyordu. İnsanlar bir alın yazısını ince ince çizerek, büyük bir inanışla teslim oluyorlardı. İslamiyet; teslim olmak demekti. Vatanı olmayanın imanı olmazdı. Vatan, bizlere biz ise Allaha emanettik. Öykü bu işin neresindeydi? Elbette ki her yerindeydi. İnsan vardı ve acı ve ümit ve ümitsizlik. Ses vardı ve söz. Söyleyecek ve tutulacak sözler. Öykü yazarı olarak bunları düşündüm…

2. Toplumsal olaylar şüphesiz ki insan ve toplumun etkileşimi sonucunda, bir süreç dahilinde oluşmaktadırlar. İnsan duyarlılığı sayesinde topluma dahil olur ve toplumsallaşma sürecini tamamlar. Topluma dahil olmak ve toplum içerisinde ana aktör olarak yer almak bizlere sorumluluklar yüklemektedir. Öykücünün sorumluluğu yaşanılan ve yaşanmış olanı insana yaklaştırmaktır. Burada ve hayatımızda olanı işaret etmektir. Gündelik hayattan başlayarak, içsel yolculuklarımızı anlatabilmektir. İnsanı ve insan olmaklığın gerektirdiği şeyleri güzel sözler ile ifade edip, anlamlı kılmaktır. Yaşanılan olay şüphesiz ki tarihimize kara bir leke olarak düşmüştür. Kul hakkına girilmiştir. Bir öykücü öyküsünde bunları görmezden gelmemelidir. Tarihe tanıklık etme özelliğine de sahip olan öykülerimiz bu nedenle toplumsal hafızaya yardımcı bir amaç da taşımaktadır. İnsan, tarihini unuttuğunda mahkum olur. İnsan, insanlığını unuttuğunda zulüm olur. Bu nedenle öykücü bu tarz toplumsal olaylar karşısında hem duygusal hem de reel olanı ifade etme yeteneğine sahip olmalıdır.

3. Bu konu hakkında kesin bir şey söyleyemiyorum. Öykü, insanı etkileyen ve hayatında yer açan anlardan oluştuğu gibi, olmayan olayları da anlatabilir. 15 Temmuz ve benzeri olayları anlatan öykücüler, bireysellik, aşırı duygusallık, yoğun anlatı, iç sağaltma gibi handikaplara düşebilirler. Öykünün insanın içinde demlenmesi gerekir. Olay olduğu sıralarda, henüz psikolojik ve sosyolojik etkiler atlatılmadan öykü yazmak ne kadar doğrudur tartışılır. Öykü insani olana temas etse de bireysel acılar toplumsal travmaları anlatmada fazlaca tercih edilmemelidir. Bu tarz yazılar öyküden başka bir kategori altında değerlendirilebilir.

4. Hiçbir zulüm unutulmamalıdır. İnsanların dünyaya söyleyecekleri sözler var. İçinde yaşadığımız dünya, mensubu olduğumuz din, toplum, gelenek ve görenekler, aile, toplumsal hayat bizlere haklar sunuyor. Bu dönemde sıcağı sıcağına yazılan metinlerde esas şart gerçekçilik olmalıdır. Gerçeğe dokunmalıdır anlatılan. Sağlıklı analizler yaparak, toplumsal çözümlemelere gidilmeli ve tarih ile paralel bir okuma yapılmalıdır. Yazılar ortaya çıktıkça kimin dost kimin düşman olduğu kısmen anlaşılmakta. Yazı, sessizdir ama uygun şekilde kağıda dökülürse gerçekleri haykırır.

Aydının kim olduğu konusu biraz tartışmalı. Bu tarz toplumu derinden etkileyen olaylar daha çok farklı okumaların doğmasına sebep oluyor. Aydın kime denir? Halk kimdir? Halkı harekete geçiren şey nedir? Müslüman Türk milletinin tarihsel serüveninden başlayarak bu tarz sorulara cevap aramak gerekir. Toplumun bütününü etkileyen olaylar, bireyleri bir araya getirerek kollektif bir bilinç oluşturur. Bayrak bunun en bariz simgesidir. Toplumsal hayat sembollerle çevrelenmiş insan birlikteliklerinden oluşur. Bu sebeple metinlerde bunlar göz ardı edilmemeli, her parça diğeri ile ilişkili olarak yorumlanmalıdır. Yazarların sosyolojik ve tarihi bilgileri metinler içerisinde doğru şekilde kullanmaları gerekmektedir.

BÜLENT AYYILDIZ:

Kızıl-Ay

“Bi cigara versene” dedim karşı taraftan gelen çocuğa. Şaşırdı. “Yok” dedi. Adımlarını hızlandırdı. Kızılay Meydanı’nda volta atmaya devam ettim. Memur kılıklı birini kestirdim gözüme. Elini sallasan memura çarpıyor zaten. “Bi cigara versene” dedim. Durdu. Hata yaptı. Duranı affetmem. “Bırak otlakçılığı kardeşim, paran yoksa içme.” Siyah ve eskimiş çantamı gösterdim. “Bi sigara yüzünden ikimizi de havaya uçurma. Azm ettirmekten içeri alırlar parçalarını.” Adam daha da dellendi. Kesin amirinden azar yiyip çıkmış işten. “Lan dallama bunun şakası mı olur. Bela mı arıyosun?”

“Neyin olur?” Beklemediği yerden sordum.

“Ne diyosun be?”

“Neyin şakası olur diyorum. Espri dairesinde mi çalışıyosun sen?” Çantama davrandım. Tırsmadı desem yalan olur.

“Ver bi cigara olaysız kapansın bu iş.”

“Linç edilmek mi istiyosun? Canına mı susadın. Git lan burdan” derken kolumdan tutup, ittiriverdi. Halbuki IŞİD’çi, metalci ve hipster tiplerinin hepsinden vardı. Sakal, siyah tişört, üç numaraya vurdurulmuş kafa. Belki ekmeğini yerim dedim bu tipin. Öyle bir tip ki barda da camiîde de kabul görüyor. Neyse uzatmadım. Çöktüm benim gibi bir haytanın yanına. Yolsuz olduğu belli. Sırtında kocaman çantası var. Üst baş dağınık. “Nerde akşam orda sabah” tipinde bi adam.“Cigaran var mı?” diye sordu. “Var,” dedim. Çıkarttım develiyi.

“Al bütün paketi, ben bıraktım,” Şaşırdı, gülücükler açmadı yüzünde ama beleş pakete konmanın böyle bir hazzı var.

“Çok radikal bir karar almışsın,” dedi. Hemen havalara girdim. Leon filmindeki adam gibi hissettim kendimi; yuvarlak çerçeveli güneş gözlüklerim de bu hisse katkıda bulundu. Demek ben her gün radikal kararlar alıyordum da haberim yoktu. Bozuntuya vermedim.

“Zor olmadı,” dedim. Aslında sarma tütün en iyisi geyiğinden üç beş dakka yürüdü muhabbet. Bir tomar kitap ayracı çıkarıp yelpaze gibi yaydı elinde. “Bunlardan birini size hediye etmek isterim,” dedi. Bob Marley’li ayracı çektim aradan. Reggie dinlediğimiz yok ama girdik bir kere havaya. Bu yazıyı okuduğunuza göre az buçuk anlamışsınızdır; ben hikayeciyim. Malzeme arıyorum. Hani biri çatsın, ilginç bir tipe denk geleyim, dayak yiyeyim. Röportajlarda falan görüyoruz kimi yazarlar çıkıyor, “yazmanın on altın kuralı”, “uydurmanın bakır tıngırtıları” falan. Var böyle yazarlar.

“Ancak dolunay çıkınca yazarım, sushi yemeden kalem oynatmam, beş paket sigara bitirmeden olmaz,” falan filan. “Ben de yaşamadan yazamıyorum.” Bu da benim yalanım. Yediniz mi? Hayır. Gittim hemen bir dergi aldım. Kuşe kâğıda basılmış, bir buçuk develi parası (zamlı fiyattan hesaplayın) verdim. İçime oturdu. Öyküleri okuyorum. He, bu arada hikayenin ve okurun selameti açısından ortaya bir problem koyayım. Bu öykünün (öykü-hikaye kelime ayırt etmiyorum. Bıkmadınız mı hâlâ bu muhabbetten) başkişisi yazma sancıları çeken biri. Hikaye boyunca yazmak için bir şeyler bulmaya çalışacak falan filan (Bir de bu falan filan lafını öykü boyunca kullanacak; ama bana da tanıdık geliyor. Başka bir yazardan aşırdım galiba ben bunu).

Ne diyorduk, gittim en pahalısından bir edebiyat dergisi aldım. Öykülere abandım. Belki malzeme çıkar. Okudukça delleniyorum. Yok arkadaş, benim böyle cümlelerim hiç yok. Neymiş, “adam ufuklara boş boş baktı”, “rüzgâr saçlarını güneşe doğru savurdu—şampuan reklamı sanki”, “o gün sabaha bambaşka hislerle uyandı.” Hele bir öykünüz de sabah başlamasın yahu. Sanırsın herkes sabah namazından ayakta ve güneş doğsun da bir söz yazalım diye hazırolda bekliyor. Bıraktım bir buçuk develi fiyatındaki dergiyi banka. Amme hizmeti. Dedim “ben malzemeyi otobüste bulurum. Angara’nın bebesi ne güne duruyor.” Atladım önüme gelen ilk otobüse. Numarasına bakmadım. Dikkatsizin, ayrıntıyı görmeyenin yazmakla ne işi olur diyebilirsiniz. Haklısınız. Ben de bu kadarım. Siz de iyi ki buradasınız.

Şimdi uzun uzun cümleler kullanacağım korkup kaçmayın. Kısa, öz yazan öykücülük moda ya. Ondan söylüyorum. Otobüste altmış beş yaş üstü kartı boşa gitmesin diye binmiş sevgili amcalar, teyzeler, koca kulaklıkları takmış “banane yer vermiyorum yeaa” diye kasılan gençler, yüksek sesle telefonla konuşup ne kadar önemli bir iş adamı olduğunu otobüs ahalisine ima eden ceketli memurlar—yahu sen toplu taşımadasın, nasıl bir CEO biner buna, üstü açık araban vardı da o gün mü bozuldu, ekranlarını bıdık bıdık dürtükleyen her yaştan bireyler var. Gel de malzeme çıkartma. İlla bir canlı bomba paronayası üzerine yazmak istiyorum. Kafama takılmış işte. Körüklü otobüsler tedavülden kalkmasaydı havasını atardım, “otobüsün körük kısmında şüpheli gözlerle bakan esmer bir adam” diye betimleme yapardım. Bu otobüsler güzel. Klimalı falan. Neyse neyse.

Bir sonraki durakta ağır mafya tipli, jilet gibi takım elbiseli, ıslatılmış ya da kozmetik ürünlerle parlaklık verilmek suretiyle geriye doğru taranmış saçlarıyla iki adam bindi. Dedim bunlar kart basmaz. Tabancayı çıkarıp “kurşun geçer mi” diye sorarlar. Heyecanlandım. Adamları benden başka fark eden yok. Eğer öyle bir olay olursa kahraman olabilirim. Silahı gördüğüm an “piston aşağı” diye bağırır, herkesi kaçırırım falan filan. Olmaz diyorsunuz değil mi? Güzide otobüslerimizde bu tarz olaylar yaşanmaz diyorsunuz. Eli tespihli, kaytan bıyıklı gençler cep telefonlarından yüksek sesle “Angara’nın Bağları”nı dinlese ve rahatsız olan amcalar “cık, cık” yapmakla yetinse olur ama değil mi?

Bizim otobüs canlansa da yolcuları sapır sapır yemeye başlasa “püff amma da yaptın” dersiniz. Stephen King iki senede bir insan yiyen arabalı hikaye yazıyor ve adam “bestseller” (lütfen yazıldığı gibi okuyun). Bizde hiç uzaylı kaçırma hikayesi de olmaz. İçinde taş atma varsa makul tabiî. Bu öykü biraz deneme türüne doğru kaydı. Hepsi Hollywood numaraları diyorsunuz. Peki desem ki, dün gece evimin üzerinden ses bariyerini aşan F16’lar uçtu, insanlar tankların önüne yattılar, her gün yürüdüğüm yoldan koca koca uçaksavar mermileri fırladı, binalar bombalandı? Hadi Hollywood deyin? Senaryo deyin? Onu da dersiniz; ama bundan sonra benim kurmacalara laf atmayın.

BÜNYAMİN DEMİRCİ:

1. Ben bu millete hep inandım. Beni en çok salâ ve ezanlar etkiledi. Çünkü, birilerine kıydılar, dedim. Sonra salâ çağırmaktır, meydan okumaktır bir yanıyla, inşallah yenilmeyeceğiz, dedim. İnsan o anda bir öykü yazarı vs. gibi düşünmüyor. Normal bir vakitte de öykü yazarı hissi gibi bir şey olmuyor bende. Bir şeyler yazmadığım zamanlarda böyle zor günler bana ne hissettirmişse öyleydim yine. Bugün de, zora, acıya olan tepkim sadece öykü yazmak değil.

2. Sanatçı muhabir değildir. Yüksek sanattan ödün vermemektir sorumluluğu. Çünkü şehitlerin verildiği bu büyük destan yine kıymetli bir şekilde sanata dönüşmelidir, ancak böylelikle unutulmaz yaşananlar. Duygunun sanatı öldürdüğünü ve kıymetli olanın da duyguyla birlikte söndüğünü gördük. Bizden öncekiler, acılarını bize doğru aktaramadı bu yüzden. Sorumluluğumuz, yaşananları tarih sayfalarında sadece bir not, bir haber olarak bırakmamaktır. Bu da ancak yüksek sanatla mümkündür.

3. Doğal bir refleks ile olmalı her şey. Toplum, diğer sanatçılar ve siyasiler bizde böyle bir ödev, görev hissi doğurmamalı. Öncelikle böyle zamanlar bir “fırsat” değildir bunu bilmeliyiz. Sanatı salt malzeme olarak görenler için fırsat olabilir, bir şey diyemem! Alıcıları açık olan bir sanatçı doğal olarak çağından etkilenecek bunu kıymetli bir not olarak zamana işleyecektir.

4. İnsanlara görünenden daha fazlasını anlatabilmeliyiz. Gerçek her daim kabuktur, ruhu aktarmaktır önemli olan. Sıcağı sıcağına yazılanlar belki hislerin paylaşılması adına olabilir fakat burada kalmamalı. Bir bilinç, düşünce üretmenin yolunu bulmalıyız. İnsanlara yaşananları ezberletmek topluma bir fayda vermez.

GÜRAY SÜNGÜ:

1. Öykü yazarı olarak bir şey hissettirmedi. Bu ülkenin vatandaşı en sade ve basit anlamıyla kendim olarak duydum, hissettim ve tepki verdim. Zaten “bir yazar” olarak meseleye yaklaşmak o ilk an problemli bir şey olurdu bence. İlk an korktum. Akabinde çok ani ve net bir şekilde öfke duydum. Öyle ki öfke korkuyu çok rahat bastırdı. Olayları sadece o an olan gelişmeler olarak görüp yaşamıyoruz. Süreç var, tarih var, tecrübe var. Bunlar da verilecek tepkiyi belirledi.

2. Sanatçının sorumluluğu meselesi bende sonradan devreye girdi. En azından ilk günün ardından rahata yakın bir nefes almayı becerince. Ki bu bile o ilk an uyanan şeyin ardında kaldı. Bunun bir hikayesi yazılmalı-dan önce, bunun bir parçası olma hali baskındı epeyce. Parçası olma çabası değil, öyleydi zaten bu yüzden parçası olma hali diyorum. Ama soru teknik bir soru; sanatçının sorumluluğu ne olmalıdır. Ben bu soruya beklenmedik bir cevap vereyim. Muhtemelen herkes kayıt düşmek, şahitlik etmek diyecektir. Öyledir de elbet ama biliriz ki eser sanatçının neresinden çıkarsa okurunun orasına ulaşır.

Vasat eser söylemi güdükleştirir. Yineleyeyim, vasat eser söylemi güdükleştirir. Bu durumda sorumluluğumuz yaşananlara olduğu kadar sanata dairdir de. Kalbimizden vurulduk. O halde tırnağı incinmiş bir insanın çığlığıyla bağıramayız. Ve elbet, kalbinden yaralanmış bir insanı taklit eden bir çığlık da işimizi görmez. Bir şeyi değerli kılan hikayesi ise, o şey kadar kıymetli bir eserin peşine düşmeli. Her dergide darbe karşıtı bir öyküm olsun diye cümleleri havaya saçmamalı. Hangi eser ruhlarımızı besleyecek, gelecek kuşakların direncine güç katacak?

Bunu günü yorumlayanlar değil, zaman denen büyük eleştirmen belirleyecek.

3. Beklenen büyük lafları söylemek bir handikap olabilir. Sizi ne şekilde yaraladıysa o yaraya uygun bir seslenişe ihtiyacınız olur. Ama beklenti daha doğrudan daha net şeyler söylenmesidir. Bu bir handikap. Birbirine benzer, ve o ilk günler yaşananların etkisiyle içinize dokunan şeyler yazabilirsiniz. Ama misal elli yıl sonra bu olayı sadece bir olay olarak bilen bir genç okuduğunda ona hamasi ve ağlak gelebilir yazdıklarınız. Çünkü itiraf edelim şu an okuduğumuz tanıklıklar ve verilen ilk eserlerde bizi etkileyen şey sanat değil, yaşananlardır. Yaşam, sanatın önündedir bu gibi büyük anlarda. Bu dediğimden eser açısından coşkunluk zararlıdır anlamı çıkmaz.

4. Elbette toplumsal hafızaya hizmet. Hafızaya kazımak. Ama şu an ruhlarımıza nasıl kazındıysa o düzeyde kazımak. Burada vasat sanatçı dilediği kadar yazabilir. Ama büyük sanatçı dindirmeli, düşünmeli ve bin yıl sonra bile okuduğu zaman bu anı yaşatacak, aydınlatacak, izah edecek, analiz etmeye yarayacak ve bugünün kalp burkulmasını içte duyuracak eseri hedef almalıdır. Bizde bu büyüklükte sanatçı olup olmadığını da gösterecek olan zaten bugün yapılan değerlendirmeler olmayacak.

HAMZA BİLGÜ:

1. 15 Temmuz’da ilk hislerim hainlere karşı öfke ve nefret oldu, bir yandan da korku ve tedirginlik içimi gıdıklar vaziyetteydi. Sonra halkla bir olup savaşmanın şevki hepsine üstün geldi. Tevafuka bakın ki ben de bir Karakoç alıntısı yaptım: “Geceyi onaran mimar, halk.” dedim. Günlerdir 15 Temmuz hikayelerini dinledikçe, gazilerimizin anlattıklarını duydukça gözyaşlarımı tutamaz vaziyetteyim. Bir yandan da zaferi kazanmış olmanın gururunu göğsümde halkımla birlikte taşıyorum. İçimdeki şevk ve iştiyak geçtikçe dinginleşeceğine gün geçtikçe kabarıyor. Vatanımı, ekmeğimi, savaşımı paylaştığım halkımın içinde olmak her ne yapıyorsam onun için bana bitimsiz bir güç veriyor.

2. Halk, sanat eserinden bağımsız olarak, yaşadığı bütün vakaları önce hafızasına sonra da genlerine aktararak yoluna devam eder. Herhangi bir sanatla muhatap olduğunda da hafızasında tuttuğu, harcına kattığı bu vakalardan bihaberlik görürse affetmez ceza keser. Bizim öykücülüğümüzün hafızasına Cihan Harbi’ni, Kurtuluş Savaşı’nı hatta biraz daha öncesini ve sonrasını Ömer Seyfettin, Halide Edip, Kemal Tahir gibi isimler bir daha unutulmamak üzere kazımıştır. Biz bu hafızayı taşıyarak öykücülüğümüzü sürdürüyor ve kendimizce rağbet görüyoruz. Bize düşen de 15 Temmuz gecesi verdiğimiz istiklal mücadelesini öykücülüğümün hafızasına kazımak, mayasına işlemektir. Ancak böyle anlattığımız bir karşılık bulacak, bir şey söyleyecektir.

3. Öykücüleri bekleyen en büyük handikap yazmanın yaşamak kadar etmediği gerçeğidir. Başka bir durum ise 15 Temmuz destanı anlatıcısının somutluktan en ufak bir feragatini dahi kabul etmeyecek bir destandır. Somut olandan en ufak bir falso dahi vermemek gerekmektedir. Bunun için de öykücünün titiz, çok titiz bir çalışma yapması gerekmektedir. Tabi böyle bir destanın tanığı ve anlatıcısı olma fırsatı bizlere nasip oldu. Bu da meselenin gurur okşayan tarafı.

4. Bu sorunun cevaplarını diğer sorularda kısım kısım vermiş olduk. Bunun dışında esas şart olarak söyleyebileceğim bir şey yok.

HANDAN ACAR YILDIZ:

1. O gece Ankara’daydım. Evim hem Meclis’e hem de Genelkurmay’a çok yakın olduğundan o korkuya bizzat şahit oldum. İlk önce uçak sesleri duyduk. Uçaklar kulaklarımızı patlatacak gürültüyle tepemizde uçmaya başladı. Uçaklar diyorum, çünkü gürültü tedricen değil, bir anda başladı ve kesilmedi. Sıra dışı bir şeyler olduğunu seziyorduk, ne olduğuna anlam veremiyorduk. Televizyonu açtık ama bizi yakalayan, evi zelzele gibi sallayan o gürültü ve sarsıntı bir televizyon haberi izlemekten çok daha gerçekti. Pek çok kişi gibi ben de acaba bir daha sabah olacak mı diye düşündüm. Kızım başka şehirdeydi. İlk aklıma gelen o oldu. Bir daha çocuğumu görebilecek miydim?

Öyle korktum öyle canım yandı ki, dua etmeyi bile unuttum. Hayatımda ilk kez korkunun, paniğin, acının insana dua etmeyi bile unutturduğuna şahit olacaktım. Bu ilk elde, insani, elbette tipik bir anne refleksiydi. Ancak olayın bir darbe olduğu anlaşıldıktan sonra aklıma gelen sözcük “faşizm” oldu. Ülkemizin hiç de yabancısı olmadığı bu kötü alışkanlık yeniden tekrarlanıyordu. Bu milletin iradesine saldırı, hortlayan bir faşizmdi. Çocuğumun yanında tüm topluma, ülkeme ve geleceğimize yönelik bir faşist saldırı. Bireysel korkum azaldı, barbarlara karşı nefret ve öfkeye dönüştü. Hainlere karşı yazılan destan ise büyüleyiciydi. Militarist korkaklar neyi hak ediyorsa onların sonu da öyle oldu. Cesur ve erdemli olan ise milletti ve millet kazandı.

2. İnsan olmanın sorumluluğuyla her ne iş yapıyorsanız onu en iyi şekilde yapmaya çalışmanın sorumluluğu aynı bence. Bir kalbiniz varsa üzülürsünüz, İlhami Çiçek’in belirttiği gibi. Kalbiniz et parçası değilse hüzünlenirsiniz, Cahit Zarifoğlu’nun vurguladığı gibi. Ve hüznünüz kaleminize yansır. Yazarın insanlık için üzülmek hatta kahrolmak gibi bir sorumluluğu vardır ama insanlığa vaaz vermek, dünyayı kurtarmak gibi bir sorumluluğu yoktur. Zaten insan kalabilmek o kadar zordur ki, dünyayı kurtarmaya vaktin olmaz. Ama insan kalabilen için bireysel acı asla toplumsal acıdan soyutlanmış değildir. Bazıları hissettiklerini yazısında açık, bazıları ise sembolle gösterir. Kimseye neden o şekilde değil de bu şekilde anlatıyorsun diye hesap soramayız.

Yazar Güray Süngü, bir sohbet esnasında “Benim meselem ta Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlıyor,” demişti. Edebiyatta bu yaklaşımı kendime yakın görüyorum. İnsan olduğun için üzülür, üzüldüğün için yazarsın. Ama ben, hep kapalı yazanları sevdim. Okuyucuyu zeki kabul edenleri sevdim. Örneğin militarizmi, Kafka’nın “Ceza Kolonisinde” kadar iyi anlatan bir öyküye rastlamadım. Borchert, savaşı ve dünyanın kötülüğünü kurşunlarla değil köprüye tüneyen kargalarla anlatır ve bizi büyüler. Özgürlüğü bir karahindiba ile anlatır ve huzurumuzu kaçırır. Dinî sahtekârlıkları, şarlatan hocaları ve batıl inançları anlatacaksam Buzzati’nin “Tanrı’yı Gören Köpek” öyküsünü önüme koyarım ve bundan daha iyi bir öykü yazılabilir mi diye kara kara düşünürüm.

3. Bir sanatçı hiçbir eseri “ödev” olarak ortaya koymamalı bence. Yazmayı “ödev” olarak görmek kişiyi kendi kendisiyle çelişkiye düşürür. İçinden geldiği gibi yazan, aynı konuyu kendinden farklı tarzda yazmayı tercih edenlere de saygı gösteren bir yazar kolay kolay handikaba düşmez gibi geliyor bana. Bir de bir eserin doğuşu yazarına göre değişir. Kimi bir durum ve olayı içinde, zihninde gezdirerek, yoğurarak ileriki zamana taşır, kimi de ilk etkilenmeyle o anda kaleme alır. Bu anlamda görev bilinciyle, telaşla kaleme sarılmak pek çok yazar için bir handikap olabilir.

4. Sıcağı sıcağına yazılacak olaylarda “yazmazsam çıldıracaktım” hissini gerçekten taşıyan kişiler yazsa KEŞKE. “Yazmazsam çok ayıp olur,” diyen kişiler asla kalemi eline almasa KEŞKE. Yazmazsan çıldırır mısın yoksa yazmazsan ayıp mı olur? Bu soruyu yazar kendine sormalı ve aklıyla değil vicdanıyla cevaplamalı. Edebiyatçı, büyük olayları, herkesin bildiği durumları gazeteci gibi anlatan kişi midir, yoksa bu olayları, durumları kendi diline dönüştüren ve her durumda onu zenginleştiren, derinleştiren ve kalıcı kılan bir tutumu benimseyen kişi midir? Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum.

ismail pelit

1. kendi insanlığımı, islamlığımı kavradım. [sevdiğim, hayatta olduğunu bildiğim ve bana insanlığımı ve islamlığımı kavratan önemli sanatçıların (sözgelimi sezai karakoç’un, ahmet güntan’ın, ismet özel’in, enis batur’un, nuri pakdil’in, ilh!) nerede olduğunu, ne yaptıklarını merak ettim.] bu iki gerçeği geçmişte birçok kez kavramama karşın, ilk kez her ikisini bir başıma kalmadan kavradığımı gördüm. sarsıcı bir tecrübe. o gece sokağa çıkarken ne olacağını, sabaha nasıl bir türkiye ile karşılaşacağımı bilmiyordum. sadece umudum vardı. sabaha kadar sokakta insanlarla konuştum. of ilçe merkezinde her görüşten insanla karşılaştım. konuştum. dinledim. bir sarhoşa eşlik ettim. başka bir sarhoşun kusmasına yardımcı oldum.

sadece bu ülkenin insanları da değildi tanıştıklarım: fındık ya da çay toplamak için gürcistan’dan gelen mevsimlik işçilerle de dilimizin, aklımızın yettiğince sohbet ettik. boyunlarında haç, ellerinde türk bayrağı vardı. bu misafir emekçiler halkın yanında idi. birlikte bayrak salladık. bir kurmaca yazarı olarak o gece yaşadıklarımı, şahit olduklarımı, aklımdan geçenleri, beni sokağa çıkaran gücü yazmayı denedim: hiç de inandırıcı, makul değildi yazdıklarım. onları beğenmedim. estetik açıdan kıymetsizdi aldığım notlar. yazdıklarımla hakikate halel getireceğimi bile düşündüm. inandırıcı ve makul olmayanın tümüyle gerçek olması beni yeniden düşündürdü. makul olmayan, inanılması güç bir gerçekliğin karşısında kendi hayal gücümüzün zayıflığını fark ettim. bu da yazar kısmının değil, halkın kıymetini belirtiyordu.

2. hikayeci bir insandır, bir ülkede yaşar, bir dilde yazar, öncelikle o dili bilenlere/ sevenlere seslenir; hikayeci inşa ettiği kurguyu bu koşullarda teklif eder. ama tüm halkı ilgilendiren bir konuda hikayeci de halkın bir mensubudur, öyle davransa gerektir: gerçeği nasıl yazacağım diye düşünmez.

Gerçeğin içine koşar, içinde yer alır, halkın bir mensubu olarak öncelikle düşündüğü kendi sanatı değil, sanatını sunacağı insan topluluğunun selametidir. o gece bir yazar olarak sokağa çıkmadım. üzerimde abdestim ve kimliğim vardı. bu halkın bir bireyi olarak sokağa çıktım. doğru; çantamda kitaplar, defterler, kalemler de vardı: inandığım şeyleri yanıma alırsam daha iyi mücadele ederim diye düşündüm, yoksa derdim okuyup yazmak değildi. “en anlamlı biçimde nasıl ölür ya da yaşarım? cesedim mi diriliğim mi hizmet eder direnişe?” diye düşündüm, sokağa çıkan herkes gibi. ölmeme gerek kalmadığı için mecburen tecrübelerimi yazdım. fakat bunlar bugün için halkın karşısına çıkarılmaya değer metinler değil. çünkü bir tankın karşısına ezileceğini bilerek çıkan bir insanı, insanlığa anlatmaya gücüm yetmiyor. sanat bataklığına saplanmadan hakikati işaret etmek için, zaman gerekiyor.

3. en büyük handikap: bir gazeteci/ belgeselci gibi davranmak. şahit olmak mühimdir. ama kurmaca yazarı şahit olduğu için değil o gerçeğe şahit olmayanları uyandırdığı, onları zamanı aşan bir gerçekliğe şahit kılabildiği için saygıyı hak eder. bu zordur. bir kurmaca yazarı gerçeğe mesafe koymaksızın onu ele aldığında mutlaka hikayenin gerçekliğini sakatlıyor. 12 eylül darbesinde işkence gören sol görüşlü yazarların yazdığı “kurmaca” metinler büyük ölçüde estetik bir dokuya sahip değildir. oysa o dönemi yaşamış ve şikayetçi olmuş bilge karasu, yıllar sonra gece isimli romanıyla dönemin karanlığını, insanı yutan ideolojik dokuyu siyaset yapmaksızın bireyin üzerinden tüm insanlara anlatabilmiştir.

4. önce “halk” ile “aydın” diye iki sınıfa ayrılmış bir topluluğa inanmadığımı belirteyim. okuyucuyu, yazarın karşısında görürüm, altında ya da başka bir yerde değil. okuyarak bilinç sahibi olan ile yazarak bilinç sahibi olan denktir. bu ayrım halkı “aydın” tarafından aydınlatılan bir topluluk olarak görür, anlamsız ve bundan ötürü ahlaksızdır. böyle bir tablo her türlü sivil direnişin ruhuna da aykırıdır. “aydın” yoktur. aydınlık vardır, kimileri yazarak kimileri okuyarak bu aydınlıktan hissesine düşeni alır.

sıcağı sıcağına yazılan bir metin de estetik bir değere sahip olabilir. koşul şudur: doğrudan insanı, doğrudan bir dille görmek. bunun en güzel örneklerinden biri necip fazıl kısakürek’in dersim katliamını konu aldığı metindir. o metin edebi ya da kurmaca bir metin olmamasına karşın okuyucuyu öncelikle dilinin, sunduğu gerçeklerin doğrudanlığı ile etkiler. politik değil, insanidir. kısacası tüm halkı ilgilendiren bir olay karşısında takınılacak tavır: bireyi, yeryüzündeki bir insanla ortak kılabilecek gerçekliği işaret ederken dilin gerçekliğini ıskalamamaktır. bu ülkede bir insanın tecrübe ettiği acıyı tokyo’da çay içen bir insana iletebilecek güce sahip olursak hakikati de onu ifade ettiğimiz dilimizi de yaşatırız. halkın direnişini de insanlık tarihine kaydedilmesi gereken bir gerçek olarak belirtmiş oluruz.

MUKADDER GEMİCİ:

1. O gece hikaye yazarı olarak hiç bir şey hissetmedim. Acz içinde, devletinin bekası için “Ya Rabbi içimizdeki cahiller ve zalimler yüzünden bizi cezalandırma. Biz de gidersek hiç kimse kalmayacak...” diye dua eden biriydim sadece. Bizden öncekilerin zaferlerini, kahramanlıklarını, imkansızlık içinde verdikleri mücadeleleri, uğradıkları büyük ihanetleri masal gibi okurken içinde buluverdik kendimizi. Böyle bir olaya şahit olmak, kaderde buna denk gelmek çok büyük bir ilahi lütuf.

2. Soru dar bir anlam içeriyor gibi duruyor ama sanatla uğraşanın sorumluluğuna uzanıyor aslında. Yazmak, iyi yazmak, daha iyi yazmak, bunun için gayret etmektir sorumluluk. Yani 15 Temmuz sabahı ile gecesi arasında hikayecinin mesuliyetinde bir fark da yoktur. Bu bahiste, daha temel bir soru sorarak başka bir parantez açmak isterim; hepimizin vatan, millet, bayrak, şehit kavramları ve çağrışımları üzerine muhakkak şahsi bir tenkit yapması gerektiğine inanıyorum. 15 Temmuz’un kafamıza vura vura vatan, millet, bayrak üzerinden hatırlattığı müslümanlığımız ve coğrafyamızla karılmış, kaderimiz olan hakikat, neden bizim hikayelerimizde çok fazla yer almadı? Hiç birimiz kaçmayalım bu sorudan. Çünkü ancak samimi bir şekilde bu asli sorunun cevabını verebilirsek sorumluluk bahsine giriş yapabiliriz.

3. Çok büyük handikaplar bekliyor. Zayıf cümleler, gereksiz paragraflar, yazmış olmak için yazılmış satırlar... Ben kalemi elime almaya korkuyorum.

4. Merhum Mehmet Akif, Çanakkale harbinde hiç bulunmadan, o dehşeti hiç görmeden hepimizin ezbere bildiği şiirini yazmış. Çölün ortasında bir yerlerdeyken zafer haberi gelince abdest alıyor, secdeye kapanıyor, kalıyor öylece, uzunca bir süre... Kalktığında bakıyorlar ki kumlar yapışmış yüzüne gözyaşlarından. İşte size sıcağı sıcağına yazılmış ve hâlâ aşılamamış bir eserin şartları. Belki yazmak isteyenlere yol gösterir.

NAİME ERKOVAN:

1. Sanırım o anda hiç kimse vatanı için endişelenen ve onu korumak isteyen bir insanının kimliğinden uzak bir şekilde düşünememiştir. Bir öykü yazarı gibi değil; önyargı, korku, nefret gibi gereksiz yüklerinden kurtulup büyük bir kardeşlik ve merhamet duygusuyla kuşanmış gibi hissettik. Bir süreliğine bize emredilen gerçek kardeşliğin farkına vardık. Elbette bir öykü yazarı olarak farklı bakış açıları geliştirdik zaman içerisinde ama o bakış, olaydan uzaklaşınca ortaya çıktı. Sanattan bize daha yakın duranın iman olduğunu da gördük böylece.

2. Öykücü de tıpkı diğer sanatçılar gibi kişisel kavgalarından sıyrılıp bir üst bakış geliştirmelidir fakat bu üst bakış, bize emredilmişin dışında bir hüviyete sahip olmamalıdır. Herkesin vicdansız davranabileceği yerde, sanatçı çok daha büyük bir vicdanla hareket etmeli ve bunun çağrısını yapabilmelidir. Meydanlarda konuşacak gerçek sanatçılara ihtiyaç duyduk. Düşünce dünyası bize uzak olduğu halde mevcut güç dengesi yüzünden bizdenmiş gibi davranan sözde sanatçılara değil. O yüzden 15 Temmuz eksiklerimizi gösteren bir ayna görevini de üstlendi.

3. Böyle zamanların en büyük yanlışı, sıcağı sıcağına kaleme sarılıp duygulara geçit vermektir. Aklın kontrolünü devre dışı bırakan her metin başarısızlığa mahkûmdur. Aynı şey, duyguları göz ardı eden eserler için de geçerlidir. Var olan durumu dönüştürme gücüne zamanla ulaşılır. Bu nedenle duygulara kapılıp bir şeyler kaleme almak için acele etmemek gerekiyor.

4. Bu dönemde sadece not alınması gerektiğini düşünüyorum. Gerçek bir sanat eseri ortaya koyabilmek için olayı bütün boyutlarıyla ele alabilecek bakışın gelişmesini ve olgunlaşmasını beklemek zorundayız. Yemek, içmek gibi asli ihtiyaç olarak görürsek yazmayı, o zaman tıpkı diğer ihtiyaçlarımız gibi ona da ölçülü yaklaşmamız gerektiğini biliriz. Kaldı ki şu anda herkes yazıyor. Her zamanki gibi bir seri üretime ve ne yazık ki klişe ifadelere geldik dayandık. Birbirini tekrarlayan söylemler kimsenin kalbine ulaşamaz. Kalbe ulaşabilmek için, olayla bir mesafeye ihtiyacımız var. Bu da sıcağı sıcağına elde edilemez.

NUMAN ALTUĞ ÖKSÜZ:

1. Ömer Halisdemir’in ilk kurşununun sesini duyan herkes meydana koşmuş ve bayrak bayrak ülkemizi teröre karşı savunmuştur. Bu tabloyu görüp gururlanmamak elde değil. Buradan başlayarak Yenikapı’daki birliği görünce yitirdiğim güven duygumun tamir olmaya başladığını hissettim. Son beş yılda benden giden güven ve ümit yavaş yavaş geri gelmeye başladı.

2. Edebiyatın bir sorumluluğu olduğuna inananlardanım. Yazılan tek bir harfin dahi geleceğe büyük katkı sunduğu ortadadır. Öyle olmasa hâlâ Akif okur mu nesiller? Necip Fazıl, Nazım Hikmet bu kadar sevilir mi? Öykücünün sorumluluğu tüm boyutlarıyla olaylara uzanmak ve yaşananları bugünden başlayarak değil, sebeplerine de işaret ederek dünüyle edebiyata katmaktır. En azından bu tarz toplumsal olaylarda buna önem vermek gerektiği kanısındayım. Ayrıca diğer bir sorumluluk ise 16 yaşında şehit düşen kardeşimizden başlayarak yaş yaş ve dalga dalga büyüyen cesur insanları ölümsüzleştirmektir. Asıl mesele isimlerin yaşamasından öte gelecek nesillerin, özellikle çocuklarımızın, ülkelerinin topraklarından her dönem kahramanlar çıkabileceğini bilerek ve kendilerine, vatanlarına inanarak büyümeleridir.

3. Türk insanının tamamında karşılığı olan bir olay ve türlü olgulara sahip olması elbette büyük bir avantaj; fakat öfkenin büyüklüğü ve olayların açtığı derin yaralar kuru bir hamasete yahut ajite birer cümleye dönüşürse işte o zaman bu dezavantajlar yazılanları rehin alır. Galiba öykücüye biraz sükûnet gerekiyor.

4. Olayları sıcağı sıcağına yazıyla buluşturmak halkın duygularına tercüman, acılarına ortak olmak bakımından bir hayli kıymetlidir; ancak bu tarz metinlerdeki analizlerde eksiklikler bulunduğu düşüncesindeyim. Olayları detaylarıyla görmek metnin gücünü arttıracaktır.

Bir de şu var ki öykü bir “durumu” en iyi anlatan edebi türdür. 15 Temmuz’a dair en küçük kıvılcım öykünün sınırları dahilinde büyüyecek bir konu olabilir. Öykücü, aşırı duygulara yenik düşmezse elindeki Türk milleti kokan taze topraktan muazzam öyküler çıkarabilir.

Tüm bunlar için az da olsa sükûn gerekli.

ÖMER YALÇINOVA:

Öyle veya böyle 15 Temmuz şiir, hikaye ve romanda kendini gösterecek. Mesele nasıl göstereceğidir?

Bu konuda Türk edebiyatı yeterince deneyimlidir. Türk edebiyatının başından iki dünya savaşı, bir var veya yok olma savaşı (İstiklal Harbi), iki askeri darbe (27 Mayıs ve 12 Eylül), bir postmodern darbe (28 Şubat) geçmiştir. Şimdi geriye dönüp bakalım. II. Meşrutiyet, II. Yeni, 60 Kuşağı, 80 Kuşağı ve 90 Kuşağı edebiyatlarına. Bunların hemen hepsinde siyasetin, toplumsal olayların izlerine rastlarız. Bu şekilde geriye doğru okuma yaptığımızda zaten yine iyi sanatçıların eserlerinin bugüne kaldığı, etkilerini devam ettirdiği, diğerlerinin ise unutulduğu fark edilir. Günümüzde de böyle olacak, binlerce kalem 15 Temmuz’u yazacak, fakat geriye yine iyi eserler kalacak.

Halk 27 Mayıs ve 12 Eylül’e apansız yakalandı; ne yapacağını bilemedi. 15 Temmuz’da ise halk çok şuurlu ve azimli bir şekilde hareket etti. Halk ilk iki darbede ezildi, dolayısıyla yenildi. Taleplerini ortaya koyamadı, talepleri doğrultusunda mücadele edemedi. Zaten halkın bunları yapmasına fırsat da verilmemişti. Yani ilk iki darbe korkunun, umutsuzluğun egemenliğini kurduğu tarihler oldu. 15 Temmuz’da bunların hiçbiri yaşanmadı. Toplumsal hafıza veya psikoloji mi demek lazım, nesiller boyunca olgunlaştı, büyüdü, ne yapılabileceğine dair inançları kuvvetlendirdi ve darbe kelimesini duyar duymaz halkın harekete geçmesini sağladı.

İlk iki darbenin işlendiği şiir, hikaye ve romanlara baktığımızda kapalı anlatımın, muğlak ifadelerin yoğun bir şekilde kullanıldığını görürüz. O korku, umutsuzluk ve özgüvensizliği bu ifade ve anlatımlardan çıkarırız. Tehlikeli Oyunlar’ın Hikmet’i albayın ismiyle aşağılayıcı bir kelimeyi aynı cümle içinde kullandığı için sevinmiş, intikam aldığını sanmıştı mesela. Ya da II. Dünya Savaşı’nı imgesel şiirle karşıladı II. Yeni şairleri ve öykücüleri. 27 Mayıs’ı imge kullanımında doruğa ulaşarak işledi 60 Kuşağı. 12 Eylül’ü 80 Kuşağı tamamen soyuta kaçarak anlattı. Çünkü aslında halkın bu büyük olaylar karşısındaki tavrı da böyleydi. Her ne kadar askere itimadı olmasa da, karşı çıkacak cesareti de yoktu. Bunun edebiyatta karşılığı da kapalı anlatım; aşırı soyut, muğlak, imgesel, sembolik bir dil kullanımı oldu.

Şimdi böyle bir handikaptan atlayıp gelmiş, kendine göre biçim, üslup, tarz geliştirmiş Türk edebiyatı, 15 Temmuz’u aynen halk gibi, açık seçik, olduğu şekliyle, bütün tecrübelerini hiçbir kısıtlamaya pirim vermeden işleyecektir. 90 Kuşağı 28 Şubat baskısı, halkı sindirme girişimi karşısında bir yarma/huruç hareketine ihtiyaç duydu. İçe değil dışa dönük gerçekleştirilen bu hareket 2000 Kuşağını da ortaya çıkarmıştır. Huruç sadece şiirde değil hikayede de gerçekleştirilmiştir. 2000’lerde hikaye/öykü dergileri çoğalmış, ardı ardına hikaye kitapları çıkmış, 80’lerin muğlak anlatımı terk edilmiştir. Meydana atılan bir şiirimiz ve hikayemiz var bugün.

Bu büyüklüğe sahiptir Türk edebiyatı. Artık Ahmet Haşim gibi içine düşülen karamsarlık, ölüm isteği, “o belde” özlemi sembollerle anlatılmayacak. Aslında Ahmet Haşim’in bu sembolik dili de I. Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi’nin mahsulüdür. Mehmet Akif gibi doğrudan değil, dolaylı bir İstiklal Harbi anlatımıdır. Ki son dönemlerinde Mehmet Akif hatıralara ağırlık vermiştir şiirlerinde. Bunlardaki mistik ve tasavvufi yön de gözden kaçmamaktadır.

Günümüz şair ve hikayecileri ne yapacağını biliyor. Aslında “sanatçının içtimai sorumluluğu” gibi problemli bir konuyu da aşmış bir edebiyat günümüz Türk edebiyatı. Mehmet Akif veya Ömer Seyfettin gibi mi, yoksa Ahmet Haşim veya Bilge Karasu gibi mi yazmalıyım diye düşünmüyor bile. Nasıl yazarsan yaz, bu gelip siyasete dayanacak. Siyasi konuları öyle veya böyle bir şekilde anlatacaksın. Sonuçta bir toplum içinde yaşıyoruz ve onun etkilerini her geçen gün inkar etsek bile üzerimizde hissediyoruz. Bu etkiyi yazıya dökmek, sanatçının mizacına kalmıştır. Mizacına en uygun biçimi sanatçı bulacaktır. Bulamadığında zaten o kişiye sanatçı demiyoruz.

SEDAT DEMİR:

1. Açıkçası bu konudaki düşüncelerimin tamamını öykü yazarlığımdan bağımsız biçimde değerlendiriyorum. Öyle de değerlendirmek zorundayım. Elbette herkes korku, öfke, ardından heyecan, umut, coşku ve sevinç duygusunu -dönüşümlü olarak aynı anda- yaşadı. Benim gibi.

2. Öykücü olarak değil, insan olarak sorumluluklarımın olduğunu düşünürüm bu gibi olaylar hakkında. Gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: edebiyatla ilgilenenler ve kurmacayla uğraşanlar çok daha coşkulu ve diğer duyguları daha yoğun yaşıyorlar.

3. Yaşananların ilham verici olduğu kesinlikle doğru. Ancak, olayın içinde bulunmanın yakıcılığının da metin kontrolünü zayıflatacağı bir gerçek. Bence en iyisi, yazanın kurmacasını saklaması/ demlemesi.

4. Bana sorarsanız -ki sormuş bulundunuz- olayın sıcaklığı esnasında yapılması gereken sadece not almak gibi. Anlatının bir zemin, soğukkanlılıkla yapılan estetik ve anlam ile oluşturulduğu bir zemin olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, olayların olup bittiği sürecin “iyi bir öykü” çıkarmak için zorlayıcı bir süreç olduğunu söylemeliyim. Geçmiş yıllarda farklı dünya görüşlerine sahip bir çok insanın bu şekilde yazma eylemine geçmesinin, ister istemez yıllar sonra kendilerine bakıldığında diğer metinlerinin niteliğinden uzak olması sonucuyla karşılaşıldığını biliyoruz. Okur tarafından. Öte yandan elbette “doğruyu söylemek” öncelikle edebiyat metinleri üretenlerin sorumluluğu. Tepkilerini dillendirmeliler. Ama kurgu ve onu geliştirmek başka bir şey. Ayrıca yıllardır çaba sarf etmeme rağmen aydın-halk diye iki farklı sınıfı zihnimde oluşturamıyorum. Özellikle bu gibi felaketler karşısında tekiz gibi geliyor bana. Sanırım bu da 15 Temmuz sürecinde ispat edildi.

SELÇUK ORHAN:

1. Heyecanları değil düşünceleri konuşmayı tercih ederim. Düşünce de bir kuluçka süresi istiyor. 15 Temmuz gecesi, olayın bir kalkışma olduğu dile getirildiği andan sonra büyük bir korku yaşadım. İnsanlar sokağa akmaya başladığında rahatlamıştım. Halka kurşun sıkacaklarına ihtimal vermiyordum, ama o da oldu! İşte o zaman ülkenin kaçınılmaz bir iç savaşa sürüklendiğini düşündüm. Neyse ki halkın canı pahasına kararlılığı ve siyasetin de bu kararlılıkla bütünleşmesi ülkemizi yıkıcı bir savaştan çekip aldı. Şehitlerimiz ve kayıplarımız oldu; bunun için çok üzgünüm, çok değerli canlar kaybedildi. Hanemize çok büyük borçlar yazıldı.

2. “Bu zamana kadar neredeydim?” demek iyi bir başlangıç olabilir. Geçmişten bugüne bu “cemaat” meselesiyle ilgili dolaylı ya da doğrudan öykümüze romanımıza ne yansımış? Gündelik hayatın en ince damarlarına kadar bunaltıcı bir tahakküm oluşturmuş bu örgüte karşı ne yazılıp çizilmiş? Böyle otokratik, içe kapalı ve insanı hiçe sayan yapılar üstüne neler söylenmiş? Neden bu kadar az iş çıkmış? Örneğin dergiler bu meselelerde dosyalar neden düşünmez? Zamanında edebiyat kamusunun bunlarla ilgili görüşü neymiş? Kültür dünyamızdaki çürümelerle ilişkileri olmuş mu?

3. Sanatçıyla gazeteci arasında bir fark var. Gazeteci için güncel bir meseleyi parlaklığı ve heyecanıyla soğumadan sunmak gibi bir sorumluluk var. Sanatçı iç dünyasında alevlenen bir çatışma dünyasına gerek duyar. “Şu olayı öyküleştireyim,” diye yola çıkılmaz açıkçası; bu biraz yerleşik bir görüş gibi gelebilir, ama maalesef böyle.

4. Sıcağı sıcağına çıkan işlerin pek bir şeye benzeyeceğine inanmıyorum. Üstelik bu tür iş çıkarmanın iyi niyetli ama iki yüzlü bir yanı da var. Toplum hafızasına gelince, o da artık gerçek olay kayıtlarıyla oluşuyor. Kamera görüntüleri, ses kayıtları, gerçek tanıklıklar, gerçek belgeler… Kimsenin öyle bizim öykülerimize gönül indireceğini sanmam gelecekte. “Aydın” sözcüğü ise uzun zamandır bir nitelemeden çok bir aşağılama gibi kullanılıyor. Halk / aydın bütünleşmesi nasıl olur bilmiyorum, ama öykülerle olacağına pek ihtimal vermiyorum. Olmasa da olur… Yapabileceğimiz şey bana göre başka: Zamanında cemaate kaptırılan gençler öykü ve roman okumuş olsaydı içinde bulundukları duruma çok erken uyanırlardı diye düşünüyorum.

Gerçekten de, bu örgütün edebiyat ve sanat alanındaki bağnazlığı parmakla gösterilecek türdendir. Sınavlarda soru cevaplayacak kadar roman adlarını, roman karakterlerini ezberler ama kesinlikle okumazlar. Jusdanis, edebiyatın en önemli işlevlerinden birinin kişiye kurmaca olan ile olmayanı ayırmayı öğretmesi olduğunu söylüyor. Bu örgüte bağlanmış kişiler edebiyat okuyucuları olabilseydi, örgütün kendilerine söylediği ve vaat ettiği şeylerin kötü bir kurmacadan başka bir şey olmadığını ayna gibi görecekti. Demek; öykü, roman, şiir, senaryo ya da deneme yazarları olarak bize düşen iyi işler çıkarmak. İyi öyküler, iyi romanlar yazmak. Halktan bütünleşme beklemeden iyi işler üretip iyi işleri çoğaltırsak, bu direnç duvarına kalıcı bir tuğla koymuş oluruz.

YAHYA ARSLAN:

1. Bir halkın, bu kadar güzel bir halkın binlercesi ile birlikte tankların önünde durmak, tanklara kafa tutmak müthiş bir şeymiş. Onlarcası ile yüzlercesi ile bir arada bulunduğumuz olmuştur sokakta ama 15 Temmuz gecesi bir başkaydı. İlk ânda tabii ne olacak, nasıl olacak diye bir tereddüt hali içindeydik, sokağa çıkıp yürümeye başlayınca tüm tereddütler silindi. 15 Temmuz gecesinden sonra hem güldük hem ağladık. Hâlâ devam ediyor ağlama ve gülme. O Kazanlı amca mesela yüzümüzü güldürdü, Allah da onu güldürsün. Şehitlerimizin, gazilerimizin hikayeleri yine üzüyor, bir yandan gurur duyuyoruz.

2. Her zaman olduğu/olması gerektiği gibi halkı koşulsuz şartsız sevmek ve yanlarında olmak. Şimdi haklarını aramak, haklarını korumak gibi şeyler söyleyeceğim, komik olacak. Bu halk için ölünür.

3. Sanırım en zoru -normalde- gerçeği olduğu gibi anlatmak, anlatabilmek. Burada milyonların gözü önünde gerçekleşmiş ve milyonların tanka, tüfeğe karşı çıplak elle gerçekleştirdiği bir “devrim” söz konusu. Kaçamayacağımız kadar büyük bir gerçek var ortada.

Avantajı; bir gecede halkı en yakından, tüm çıplaklığıyla görmek, tanımak fırsatımız oldu. 50-100 yılda belki rastlanabilecek bir imkan. Dezavantajı şu olabilir: Gerçeği yazabilenle yazamayanı ayırt edecek belki de bu “devrim”. 15 Temmuz gecesini, o birkaç saati aylarca, yıllarca yazıp konuşacağız. Konuşmaya mecburuz.

4. Şimdiye kadar hep Çanakkale’de, 1. Dünya Savaşı’nda yine halkımızın kahramanlık hikayelerini dinledik, okuduk. Canlısını o gece gördük, yaşadık. Bunları anlatacağız biz de, yazacağız. Halk güzellemesi yapıyorduk, en azından yapmaya çalışıyorduk. 15 Temmuz’dan sonra güzelleme çok kuru, yavan kalır. Methedeceğiz artık halkı.

YAVUZ AHMET:

1. O gecenin açık ara hayatımdaki en farklı gece olduğundan eminim. İlk duygularım, hissettiğim şaşkınlıktı. Aklın egemen olduğu bir zamanda bir darbe teşebbüsü asla ihtimallerim arasında yoktu. Ardından, halk coşkusunun bir parçası olmakla bu memleketi ne kadar çok sevdiğimi anladım. Ancak bu tür durumlarda, en azından o anın hareketli sıcağında, galiba insanın düşünebildiği en son yönü öykücülük. Öncesinde bir aileniz var, mesleğiniz var, her şeyden öte bağlandığınız bir memleketiniz var. Öncelikli değerlendirmeler arasında öykücülük olmuyor. Dolayısıyla benim o geceye dair yaklaşımım yazarlıktan ziyade diğer kimliklerimle ilgilidir. Evet, insanımız o gece sokağa çıktı ve hem ne kadar güçlü olduğunu fark etti hem de halkın hesap dışı tutulduğu planların ters tepeceğini gösterdi. Özellikle sağ zihniyet açısından bunu bir çağ değişimi kabul edebiliriz. Umarım bu destanın uyanışı, geçmişte söz konusu örgüte her ne şekilde olursa olsun destek sağlamış her kademedeki sorumlulara da gerekli tepkiyi ortaya koyabilme aşamasına geçer.

2. Bu soruyu genellemeden çıkararak cevaplamak istiyorum. Zira her yazarın bakış açısı, metne yüklediği anlam ve sorumluluk farklıdır. Şahsım adına ben, biraz da şiirdeki öz şiir anlayışına benzer şekilde, öz hikaye yanlısıyım. Yani edebiyat, her zaman merkezde yer almalı. Nitelikten taviz vermemeli. Bir de zaten bana göre edebiyat, her gün kötü bir haberle savrulduğum ülkemde, bir anlamda kaçış alanıdır. Büyük toplumsal olaylar karşısında bir sorumluluğum olmamalı. Zaten gerek mesleğimle gerek hayatın diğer alanlarında temsil ettiğim görevimle sosyal olanın bir parçası, sorumlusuyum. Bari yazarken özgür olabilmeliyim. Bu, bütünüyle bireysel olunacak anlamına da gelmez. Nitekim benim hikayelerimin hemen çoğu sosyal sorunlara odaklı olur. Fakat bunun kaynağı herhangi bir beklentinin güdümü değil ben öyle istediğimdendir.

3. Yazmak, aynı zamanda bütünü görmek demektir. Duygu ve düşüncenin eş doğrultuda hareket edebilmesi gerekir. Özellikle duygu öne geçtiğinde sonradan pişmanlık duyulacak aşırılıklara yol açabilir. O yüzden bu tür bir olayı hikayeleştirirken ana değil sonrasında olabileceklere de bakmak lazım. Mesela o gece sokağa düşen insanlar arasında, geçmişte yaşanan Ergenekon soruşturmasında tamamen medyadan duyduğu şekilde düşünen insanlar da vardır. Aslında Türkiye gibi gündemi hızla değişen bir ülkede gündeme takılmak başlı başına bir sıkıntıdır. Mesele, o günceli evrenselliğe genişletebilmektir. Ben bu genişletmenin de ancak güncel ele alınırken sadece gündemin tartışmasına göre değil, başta felsefe olmak üzere tarih, sosyoloji gibi katmanlı bir bakış açısıyla değerlendirmekle mümkün olacağı kanaatindeyim.

4. Sıcağı sıcağına yazılan yazılar, genellikle yazara hizmet eder. Ya da yazar, bazı hesaplar nedeniyle buna girişir. Tabi kastım kurgu türlerle ilgilidir. Yoksa düşünce yazılarının makbul olanı zaten sıcağı sıcağına olmasıdır. Uzun vadede ise aslında bu tür metinlere de gerek vardır. Geçmişteki bir dönemin toplum profilini, o dönemi eserlerine yansıtmış yazarlar aracılığıyla daha rahat görebiliriz. Sosyoloji, tarih, hatta psikoloji için öncelikli kaynaklar arasında da bu tür metinler olmalıdır. Ama ben, kameraların nerdeyse her bir ayrıntıyı yakaladığı bir olayda sıcağı sıcağına yazılan metinlerin, amaca hizmet noktasında görselliğin gerisinde kalacağı kanaatindeyim.

Bu nedenle olaylar durulduktan, meseleye daha salimen bakabildikten sonra derin analizleri de içeren metinler üretmenin doğru olduğunu düşünüyorum. Elbette milletin meclisini bombalayabilecek cüretkârlıktaki bir olayı, başkalarından ayırıyorum. Destanlar sokakta yapılır, masa başında yazılır. Bedenlerini siper eden o yüce insanların, çeşitli türlerde edebiyatta ele alınması, verilen mücadelenin destanlaştırılması gerekir. Bu, hem toplumsal hafızaya hem halkla aydının bütünleşmesine hizmet eder. Ama her şeyden önce, mücadele sırasında hayatını kaybedenlerin aziz hatırasına saygı anlamına gelir. Dolayısıyla ortaya konular yazılar, liderleri yahut ideolojik güdümleri değil, öncelikle insanı görmelidir.

YUNUS EMRE ÖZSARAY:

1. Yaşadığım, şahitlik ettiğim olaylara ne yazık ki ilk etapta bir öykü yazarı olarak bakamıyorum. Hangi olay olursa olsun durum bende böyle gelişiyor.

Mesela iki kişinin kavga ettiğini gördüğümde, belki fıtratımla alakalı bir durumdur, olayı çoğunlukla oturup izleyemiyorum. Bir süre sonra kendimi olayın içinde bulabiliyorum. Ya ayıran taraf olarak, yahut da taraflardan bir taraf olarak. Olayın sıcaklığı geçtikten sonra (bu bazen belki bir yıl oluyor, belki on yıl) yazdığım bir öykünün fragmanına mutlaka oradan bir şeyler dahil oluyor. Meseleye buradan yaklaşırsak ne yazık ki şu günlerde 15 Temmuz’da yaşadıklarıma bir öykü yazarı olarak bakmayı henüz beceremedim. Bakkal Mehmet Amca, Berber Salih Dayı bu destanın uyanışına nasıl şahitlik etmişse, benim şahitliğimde şimdilik en fazla onlarınki kadardır. Bu yaşanmışlığın üzerinden belli bir süre geçtikten sonra ancak meseleyi kurgunun sınırlarına sığdırabilirim.

2. Eğer ki soruda öykü yazarının değil de şairin sorumluluğu sorulmuş olsaydı, hiç aralık vermeden sıcağı sıcağına bu gibi toplumsal olayları destanlaştırmalarını isterdim. Çünkü şiir, biraz ateşin en harlı olduğu anlarda doğuyor. O ateşin, alevin arasından çıkan kelimeler ancak yürekleri yakabiliyor. Ama öykücünün, öykünün doğası gereği bir bekleme süresi var. Ateş sönecek, geriye közler kalacak. İşte öykücü bu közün öyküsünü yazacak. Yazacak ki o közler hiçbir zaman kül haline gelmesin. O közü yazacak ki aradan yüz yıl geçse bile o közün harlı bir alev kaynağı olduğu toplumsal belleğe yerleşsin ve unutulmasın.

3. Mesela bir öykü yazarının orada evladı, kardeşi şehit olan babalardan birisi olduğu düşünelim. Sanırım bunun öyküsünü uzunca bir süre yazamazdı. En azından ben yazamazdım. Geceleri el ayak çekilince ağlardım içten içe. Ama elim bir türlü kaleme gitmezdi. Hani şiir sıcağı sıcağına alevin içindeyken yazılmalı dedim ya belki o esnada dilimden düşen her kelime şiir olurdu. Kendimi toparlamam zaman alırdı. Bir öykü yazarı olarak belki aradan uzunca bir süre geçtikten sonra yazacağım öykülere bu acı sinerdi. Orada şehit olanların hepsi, bizim öz evlatlarımız, kardeşlerimiz, abilerimiz… En azından diyelim ki bir öykü yazarı babanın öz evladını kaybettikten sonra eli kaleme ne zaman gidebilirse, bizim de en az o kadar beklememiz gerekir diye düşünüyorum.

Ha, durum bende böyle gelişiyor diye bu böyledir demek istemiyorum. Bir başkası için süreç çok daha farklı işleyebilir. Ama ben biraz olayların etkisini uzun süre üzerinden atamayan bir yapıya sahibim. Diğer taraftan öykü yazarı yaşanan olayın toplumsal bellekte canlı kalmasını sağlamakla mükelleftir. Olayın sıcaklığıyla yazılan öyküler, bir süre sonra alevlerin yitip gitmesiyle birlikte değerini yitirebilir gibi. Bizler yaşanan olayların ardındaki değişmez ilkeleri keşfedip kurguyu onun üzerine inşa etmeliyiz sanki. Böyle yaparsak biraz önce yaptığım benzetmeden yola çıkarak söyleyecek olursam alevin değil közün öyküsünü yazmış oluruz. Ve bu közün öyküsü sayesinde toplumsal belleğe aradan yüz yıl geçmiş olsa bile aynı yerden yeniden alevler çıkabileceği şeklinde bir bilinç eklemlenmiş olur.

4. Açıkçası bilmiyorum. Sanırım önceki cevaplarımdan da anlaşılmıştır ki sıcağı sıcağına yazma taraftarı değilim. Bir süre beklemeli, olaya dair önemli anektodlar not edilmeli değilse zihinde olayın demlenmesine müsaade edilmeli.