Hiç değil hem de

O gülmeye devam ettikçe -nasıl söylesem- kahkahasından beslenen koca bir anafor oluşuyor sanki.
O gülmeye devam ettikçe -nasıl söylesem- kahkahasından beslenen koca bir anafor oluşuyor sanki.

"Bizim bağ evindeydik" diye kestirip atıyorum konuşmasını. "Birkaç günlüğüne kafa dinlemeye geldik. Orman, temiz hava, sessizlik... Bildiğin şeyler işte." "Sizi gidi romantik kumrular..." "Bırak dalgayı şimdi." "Eh, yakışır ama." "İkimizden başka kimse yok. Sen de gelsene." Cevap yerine birtakım anlaşılmaz hırıltılar duyuyorum. Teklifimi gülerek geçiştiriyor.

  • Birini arkadan bıçakladığında, ucu er geç sana dokunan bir döngü başlatmış olursun.
  • Oscar Wilde

Eminönü alt geçidindeki oyuncak kuşlar gibi. Aynı şeyi ısrarla tekrar ediyor. Vazgeçmek şöyle dursun sert gagasını daha sert olan berkimiş toprağa birbiri ardınca vuruyor. Tıktık. Tıktıktık. Tıkıtık... Hırsla çarpan siyah gaga her defasında geri sekiyor. Sakinleşiyor, yavaşlıyor, duruyor. Kursağını şişirip göğsündeki tüyleri kabartıyor. Önce bana, sonra kanatları altındaki karga leşine, sonra tekrar bana çeviriyor başını. Bakışları üzerimde takılı kalıyor. Kozalakların arasından dikizlediğini bildiğim halde tekrar koyuluyorum. Kadim rolleri bugünlüğüne değişiyoruz. İçine girip boyuma nispetle ölçüyorum. Derinliği rahat bir, bir buçuk metre var. Yabani hayvanların açlığını göz önüne alıp belgesel bilgime de riayet edince yaklaşık kırk santimlik bir iş kalıyor geriye. Kaldığım yerden devam ediyorum. Sırtlamasıydı, taşımasıydı, kazmasıydı... Kolay iş değil. Hiç değil hem de. Yığılan beden ağırlaşıyor. Ya da ruh bedeni hafifletiyor. Belki de her ikisi birden, ayrımsayamıyorum. Neticede altmış beş kilo oluyor sana doksan kilo. Meşakkatli uğraş, tıknefes bırakıyor. Başlangıç heyecanından da olsa gerek hızlı girişip çabuk kesiliyorum.

Kollarımdan aldığım güçle çıkıyorum çukurdan. Yorgun bacaklarımı içeri sarkıtıp sırtüstü yatıyor ve alabildiğine uzayıp giden berrak göğü seyrediyorum. Kıvrımlı tepelerin ardından dolanan ılık rüzgâr, beraberinde taşıdığı çam kokusuyla birlikte boynumu ve yüzümü yalayarak esip gidiyor. Tabiat; yeri geldiğinde öylesine gösterişli, öylesine ilham verici, öylesine ayartıcı oluyor ki... Hani perde aralığından sinsice sızan sabah güneşi yorgan dışındaki çıplak ayaklarına vurur ya; için gıdıklanır, kanın köpürür, o sıcaklık kemiklerine işledikçe sebepsizce sırıtır durursun. Çarşafın içinde kaburgalarına ağrı saplanıncaya değin gerinirsin hani. Mevsimlerden ilkbahar, günlerden sakin, huzurlu, hafif esintili bir hafta sonudur o gün. Kim önce yarışı yaparak odaya dalan çocukların ‘Hadi babaa’ eşliğinde çekiştirir seni. Hoşuna gider, gözlerini yummaya devam edersin. Sonra yanaklarında patlayan bir dizi masum öpücük... O tatlı ıslaklıklar... "In the hall of the mountain king" isimli şaheserin kulaklarımın pasına el atmasıyla da iyice kendimden geçiyorum.

Girişindeki o enfes dinginlik, çifte su verilmiş yatağan gibi içime içime işliyor. Göz kapaklarım süzülen bir martının hafifliğiyle düşüveriyor. Mırıldanarak eşlik ediyorum. O güzelim parça tam zirveye çıkacakken, tam sarsacakken, tam vurucu kısmı gelmişken pat diye kesiliveriyor. Sonrasında kısa süreli bir durgunluk, zamanı yutan koyu bir boşluk, olan biteni anlamlandıramama hali. Zaten öyle olmaz mı? Hiç bitmesin istenilen anlar, kıymetli mutluluklar, kışkırtıcı hayaller... Tam da yeni başlamışken, olacak gibiyken, gerçekleşiyor sanılırken, ulaşılabilir gözüktüğünde... Pat diye... Ne olduğunu bile anlayamadan... Sönmüş bir balon gibi... Telefon tekrar çalmaya başlıyor. Cebi yeniden titriyor. Aynı dingin giriş, aynı güzellik... İnatla aramayı sürdürüyor. Her çalışında uçuşan vızıltı bulutu, telefon susar susmaz o pis kokuya tekrar üşüşüyor. Birbirine fırsat vermeden parçalarcasına saldırıyorlar. Gözü dönmüş minik canavarları elimle uzaklaştırıp telefonunu çıkarıyorum cebinden. Kaydedilmemiş tanıdık bir numara imleç gibi belirip kayboluyor. Ensem kaşınıyor. Tanıyorum bu hissi. Daha önce de oldu. Defaatle hem de.

Böyle durumlarda en olası şey, içine etmektir. İş birden çığırından çıkıverir. Üstelik hiç yok yere. Bir anlık dalgınlık, yersiz bir telaş, lüzumsuz bir fevrilik, hesapta olmayan bir öfke nöbeti... İnsan böylesi anlarda bir kez bocalar, sonra alt üst olur her şey. Alnıma yapışan saçlarımı geriye atıp derin bir nefes alıyorum. Ekranda kırmızı bir şerit oluşturarak açıyorum telefonu. "Alo." Cevap vermiyor, öylece bekliyorum. O da bekliyor. Daha tedbirli. Kapatıp kapatmamak arasında gidip geliyor. Çünkü dünden beri ulaşamadı. Çünkü benimle birlikte olduğunu biliyor. Çünkü bu numaradan ilk kez arıyor. Çünkü ilk kez o küçük ihtimali göze aldı. İlk taviz, ilk açık. İçinde taşıdığı hep o korku. O korku ki insana yapışmaz siner, biliyorum. "Alo?" Kuşkuyla yoklayıp yeniden bekliyor. İkinci bir cümleden çekiniyor. Kelimelerin riskini bilen her insan çekinir. Bırak çekinmeyi konuşamaz bile. Nitekim öyle de oluyor. Telefon hattı mezarlık sessizliğine bürünüyor. Nefeslerimizi dinliyoruz.

Bekleyişim devam ettikçe solukları hızlanıyor. Birkaç saniye içinde kapatacak, anlıyorum. Bunca yıllık dostumun numarasını bilmezlikten gelip tedirgin bir ses tonuyla cevap veriyorum. "Buyurun?" Geçici bir sersemleme hali... "Ohhoooo! Şükür kavuşturana be oğlum!" diyerek cırlak bir sesle karşılık veriyor hemen. Zaten ne zaman teklese, ne zaman sesi incelse ve ne zaman atılgan bir halde yüksek sesle konuşmaya başlasa... "Tuncay?" "Oğlum benim lan, ben. Nerelerdesin yahu? Kaç gündür... Arıyorum arıyorum ulaşamıyorum. Bizimkilere sordum. ‘Haberimiz yok.’ dediler. Galeriye gittim birkaç gündür uğramıyormuşsun da. Merak ettim. Son çare, bir de yengeyi arayayım dedim. Belki ondan öğrenirim diye." Nasıl da kıvırıyor namussuz herif. Yengeyi arayayımmış... "Bizim bağ evindeydik" diye kestirip atıyorum konuşmasını. "Birkaç günlüğüne kafa dinlemeye geldik. Orman, temiz hava, sessizlik... Bildiğin şeyler işte." "Sizi gidi romantik kumrular..." "Bırak dalgayı şimdi." "Eh, yakışır ama." "İkimizden başka kimse yok. Sen de gelsene."

Cevap yerine birtakım anlaşılmaz hırıltılar duyuyorum. Teklifimi gülerek geçiştiriyor. O gülmeye devam ettikçe -nasıl söylesem- kahkahasından beslenen koca bir anafor oluşuyor sanki. Kıskanılası evlilik hayatım, dünya tatlısı çocuklarım, sevgili karım, tüm bu olanlar, sonrası... Hepsi o anafora kapılıp birbirine giriyor. Anafor büyüyor, genişliyor, güçleniyor. Üstüme üstüme gelip beni yutacak gibi oluyor. Ensemdeki yangın tekrar harlanıyor. Çenemde dün geceki zonklama. Kanımda aynı hızlanma. Dilime gelen metalimsi tat. Soğukkanlılığımı kaybetmeden tekrar araya giriyorum. "Alo?" "Alo?" "Ciddiyim bak! Sana da iyi gelir. İşin yoksa eğer..." "Araç bende bugün, birazdan servise çıkacağım." "E çocuklardan birine ver. Olmadı nöbeti bizimkilerden biriyle değiş. Ne bileyim ayarla işte bir şeyler." "Yok yok. Bugün olmaz. Ama sözüm olsun. Başka zaman mutlaka..." "Alo? Dostum?" "Alo, duyuyorum." "Muhakkak bekliyorum bak! Ona göre!" Telefonu yüzüne kapatıyorum. Anlamış mıdır? Bir ihtimal. Yine de gelir mi? Koşa koşa hem de. Peki, bu hep böyle midir? Hep böyledir. İhanet tek seferle kalmaz.

Bir kez ihanet eden hep eder! Toparlanıp kalkıyorum. Telefon parçalarını da attığım çukuru tekrar doldurup önceki halinden hiçbir farkı kalmayıncaya dek düzleştiriyorum. Elimdeki küreği, mezar taşı niyetine baş kısmına saplıyorum! Ortalığı toparlamasıydı, hortumu çıkarmasıydı, bagajla arka tamponu yıkamasıydı, eve geçmesiydi, kıyafetleri değiştirmesiydi... Evin önündeki kamelyaya oturmam bir buçuk, iki saati buluyor. Her şeye yeniden, ta en başından başlayacak olmanın verdiği o çıldırtıcı iştah, o doyumsuz mutluluk, o zaptedilemez baştan çıkarıcılık bilmem kaçıncı kez geliyor geliyor geliyor ve çekik gözlü kamikazeler gibi yüreğimde infilak ediveriyor. Biraz önceki kaygılarım, can sıkıntılarım, dudaklarımı yoldurtan düşünceler paramparça oluyor. O coşkun dürtünün beni istediği gibi sürükleyişine çaresizce, içten içe de hoşnut olarak teslim oluyorum. Vakit tik tak’lar halinde ilerlemeye devam ededursun beyaz transit, ardındaki toz bulutuyla birlikte çamların arasında beliriveriyor. Aceleye mahal yok elbette.

Diyafram egzersizimi bozmadan kucağımdaki kamayı silmeye devam ediyorum. Patikadan aşağı doğru hızla ilerliyor, yavaşlıyor, son dönemeci sert bir manevrayla alıyor, tekrar gaza yükleniyor. Silmeye devam ediyorum. Evin önünde durup araçtan iniyor. Ellerinde poşetler, bahçe kapısını ayağının ucuyla itip içeri giriyor. Çıkmayan birkaç kurumuş parçayı da tırnaklarımla kavlatarak tertemiz ediyorum. Yüzünde yine o gülümseme, kollarını açarak bana doğru geliyor. "Kardeşim benim!" Sedef kakmalı sapı sıkıca kavrayıp ayağa kalkıyorum. Belimi iyice dikleştiriyor, gelen misafirimi karşılamak üzere son hızla koşmaya başlıyorum. Her şey yeniden birbirine giriyor. İçinde bulunduğum anın büyüsünden istifade eden Edvard GRİEG, başyapıtını kesildiği yerden icraya başlıyor. Kafamın içinde; onca uğultunun ortasında, onca karmaşanın arasında eşsiz bir resital... O ani tırmanış, o sürükleniş, o gerilim... Birinin bu parça için kıyamet koparken çalmalı gibisinden bir şeyler yazdığını anımsıyorum. Sahne gözümde canlanıyor.

Ayaktayken, tam göğsünden kanırtarak, bileklerimden dirseklerime doğru ılık ılık... Arka fonda bu. "Tabii ya!" diye bağırıyor, var gücümle abanıyorum. Ayaklarımın dibine öylece... Boğuk bir gürültüyle... Çimento torbası gibi... El altından randevulaşmaları, gizli kapaklı buluşmaları, küçük köşe kapmaca oyunları, yedek telefonlar, o vıcık vıcıklık... Hayatımı içinden çıkılmaz hale getiren ne varsa hepsi dağılıveriyor kafamdan. O an, o tatlı rüzgarı yeniden hissediyorum boynumda. Tüy misali bir hafiflik iniyor üzerime. Rahatlıyorum. Planımda herhangi bir aksaklık yok. Yeri hazır. Doğruca kömürlükteki dip köşeye. Ama önce... Önce bir yorgunluk sigarası... Dediğim gibi; sırtlamasıydı, taşımasıydı, kazmasıydı... Kolay iş değil. Hiç değil hem de!