İçimden Bir Ses

Annemin gelişi ve gidişiyle bütün dengem bozulmuştu.
Annemin gelişi ve gidişiyle bütün dengem bozulmuştu.

İşte İbrahim, işte ben o gün, göbek bağımı çekip kopardıkları gün, elimdeki kuşları kaybettim. Kendi suretimi görüyorum her dağın başında. Bana seslenmesi için Tanrı’yı bekliyorum.

Onunla tanıştığım gün çekirdek ailemin hayatında bir şeylerin değişmeye başladığını hissetsem de yeni yol arkadaşım olacağını bilemezdim. Bunu anladığımda ise onu öldürdüm. Nefes alıp vermeye devam ediyordu ama artık onu ölü olarak hayal ediyordum. Evine gömülü olduğuna inandığım göbek bağımı bana hiç uzanmayan ellerine bağlayıp nereye gittiysem peşimden onu da sürükledim. Koltuk kenarına, kapı eşiğine çarpa çarpa; merdivenden sürükleyerek o kokmayan, çürümeyen cesedi peşim sıra götürdüm. Çok zaman sonra cenneti yeniden hissedince onun benimle öldüğünü değil, hep benimle yaşadığını anladım. Madem benimle yaşadı öyleyse bir seslenmemle olduğu yerden bana gelsin istedim. Oysa ben kuşlarla konuşacak dili kaybetmişim İbrahim! Ben Tanrı’dan neyi isteyeceğimi unutmuşum. Hangi hikayede kim olarak var olduğumu bile artık bilmiyorum.

* * *

Kimse benimle vedalaşmadı, bu yüzden maruz kaldığım bu şeye ayrılık demedim. Belli ki suç işlemiştim ve bu da onun cezasıydı. Islahevi yerine büyükannemin evine gönderiliyordum. Buna sebep olan olaylar silsilesi şöyledir: Yerli malı haftası, sınıfa götürdüğüm portakallar, portakalları yiyen olmadı diye gösterdiğim alınganlık, tekini yolda yediğim portakallardan diğerleriyle de kek yapmaya kalkışmam, kek yapacak malzemeyi almak için o paraya dokunmam, o paranın elimin altındaki çekmeceye koyulması, annemin üç kuruş için çalışmak zorunda olması, babamın gitmeyi biliyor olup dönmeyi bilmiyor oluşu...

Artık olan olmuştu ve kek kabarmamıştı. Sınıfta yaşadıklarımdan sonra bu ikinci yıkımdı, üçüncüsü de gecikmedi. Annem babam kira parasından eksilen üç kuruşun hesabını yapmış, “Bi’çocuğa sahip çıkamıyorsun!” diye ikisi de birbirini suçlamıştı. Halbuki celseyi uzatmadan delil yetersizliğinden birbirlerini serbest bırakmaları gerekirdi. Her şeyi yanlış anlamakta mahir annem, babamı çok serbest bırakmış olacak ki babam o tartışmadan sonra da evi terk etti. Alışkındık bu huyuna. Geri gelir zannetmiştim ama bu sefer dönmedi. Suçluydum ve yediğim tırnaklarda yoğun bir portakal kokusu vardı. Yaklaşmakta olan karne günü af kararımı açıklamak için babam eve dönebilirdi. Beklemeye, şefkati de azabı da hissedebildiğim bir yerde beklemeye o yaşlarda alıştım.

Karnemi alıp eve geldiğimde babam evde yoktu, büyükannem olduğunu öğrendiğim o kadın evdeydi. Beni görünce üstümü değiştirmemi söyledi ve beni alıp kendi evine getirdi. Ben evden çıkarken annem mutfakta haşlanmış yumurta soyuyordu, onun evde yaptığı en iyi şey haşlanmış yumurtaları kusursuzca soymaktı.

İşlediğim suça karşılık on beş gün büyükannemin nezarethanesinde kalacaktım. Kalırdım, sayılı gün neticede. Ancak beni yeni bir okula kayıt ettirdiğinde buraya uzun süreli getirildiğimi anlayabildim. Üstelik okulda yatılı kalacaktım. Anlaşılan kimse şikayetini geri almıyordu. Annenin bile evladını tanımayacağı bir günün olabileceğine o zaman inandım.

Anneme mektup yazmıştım. Hatamı anladığımı, mektubu babama okutmasını, gelip beni almalarını söylemiştim. Postaya vermek için büyükanneme ihtiyacım vardı. Mektubu aldı, okudu, görüldü kaşesini bastı. Postaya verdi mi bilmiyorum. Cevap geldi mi, gelmedi mi bilmiyorum. Büyükannem benimle hiç konuşmazdı. On beş gün boyunca susmayan dikiş makinesi ile cızırdayan bir radyoyu dinlemiştim. Büyükannem o radyonun çalışmadığına kendini her gün bir kez ikna ederdi.

Tatilin bitmesine yakın büyükannem eline makası aldı ve yatılıda bitlenmeyeyim diye uygun gördüğü önlemi uyguladı, artık saçlarım oğlan çocuğu gibiydi. O an yeni annemin o olacağını, aramızda koparılmamış bir göbek bağının var olduğunu hissettim. Yatılıya da olsa bu evden gitmeye razıydım. Bu cehennemden kurtulurken başka cehenneme düşüyordum, cehennemin kat kat olduğunu o zaman anladım.

Yeni okulumda bir sürü aptal vardı. Mızmız, mıy mıy tipler, sümüklü sidikli veletler. Hepsi benim gibi. Bu yüzden nefret ederdim onlardan. Hepsi bana benzerdi ve ben bana benzeyenle karşılaşmaktan korkardım. Onların hiçbiri benim arkadaşım olamazdı, olsa olsa emir erim olurlardı, talimat verirdim hepsine; “Sen bahçede çelme takacaksın, sen suluğuna tüküreceksin, sen o cilalı ayakkabılarına basacaksın!” Bunları söylerdim, duygularını ele vermeyi seven biri olsaydım. Hedef tahtam da belliydi hani, şu hanım evlatları. Okula ana babasının getirip götürdüğü üç beş velet.

Pencereden onların gelişini izler ve sırıtırdım. “Gel sen, gel!” Madem kimse af kararımı çıkarmıyor, ben de müebbet yer otururdum. Saçlarına tükürüklü sakızımı mı yapıştırmadım, önlüklerine yapıştırıcı mı sıkmadım! Ballı kullar sizden nefret ederdim. Ayşe’den de nefret ederdim. Onunla aynı yatakhanede kalıyordum. Ağlak Ayşe! Hepimizin bahtsızlığını o temsil eder gibiydi, onu görünce boğasım gelirdi. Denemedim değil. Geceleyin sessizce yatağımdan kalkar, parmak uçlarıma basarak yatağına giderdim. O an ne olursa olurdu ve ben Ayşe’nin sırtını örtüp geri dönerdim.

Bu okulda suçlarıma suç ekleyerek aylar devirdim ve bir gün öğle paydosunda yemekhanenin kapısında bir sonbahar fotoğrafı gibi annem belirdi. Yine topuklularını giymişti. O ne zaman okula gelecek olsa kutudan ince topuklularını çıkarır, siyah elbisesini ütüleyip giyerdi. Saçını atkuyruğu yapar, bu kez cüzdanını eline almaz çantasını koluna takardı. Hoş kadındı, zarif kadındı, Aydan Şener’e benzerdi. Hani gülümserken bile ağlayacak gibi bakar ya, o haliyle güzeldi. Annem hiç değişmeyecek bir fotoğraf gibiydi, bense değişmiştim. Mahkumdum. Anneme karşı bile kuyruğu dik tutmanın derdindeydim. Kendimi dizginledim. Annemle arama görünmeyen parmaklıklar koydum, onu öyle karşıladım. “Sana geldim,” dedi.

Bu söz ilk bakışta ümit verici olabilir, ancak meali “gitmek için geldim” demektir. “Yatılıda kaldığını bilmiyordum, memnun musun buradan?” dedi, “Sıkıntı yok,” dedim. Eli kısacık saçlarımda dolaşırken “Öğrenciyken benim de saçlarımı kesmişti,” dedi. Bir süre sustuk, ders zili çalacak kadar. Sonra hızlıca anlatmaya başladı. Babamın yeni bir evlilik yaptığını, annemin evlenmek üzere olduğunu, bu şehirden gideceğini öğrendim.

O konuşurken tırnaklarımı yiyordum ve tırnak diplerimden gelen acı bir portakal tadı vardı. “Böyle olacağını bilsem yapmazdım,” dedim, “Seninle ne ilgisi var!” dedi. “O kek yüzünden” dedim, “Kekle ne ilgisi var!” dedi. Kek de ben de aklanmıştık ama bunun artık ne önemi vardı. “Bahane arıyordu, böyle olacağı belliydi,” dedi. Sen de mi bahane arıyordun, demedim tabii, sınıfa gitmeyi seçtim. Onun da söyleyecekleri bitmişti ki gitmeyi seçti.

Annemin gelişi ve gidişiyle bütün dengem bozulmuştu. Kim kimi affedecekti, suç işleyen kimdi, ortada suç mu vardı, bu fikir aklıma nereden musallat olmuştu? Günlerce bir kenara çekildim, düşündüm, ağladım. Ayşe’den ne farkım kalmıştı! Annem bana geldiği gibi büyükanneme de uğramış mıydı bilmiyorum ama sonraki hafta büyükannem geldi, beni yatılıdan aldı. İlahi adaletin bir gün vuku bulacağına o zaman inandım. Eve vardığımızda anahtarla kapıyı açmak yerine, büyükannem zile basınca içeride annemin olabileceğini düşünmüştüm. Kapı açıldı, annem yoktu, adının Gülbahar olduğunu öğrendiğim bir teyze vardı. Kapıyı açar açmaz “Ah yavrum, sensin demek” gibi anlam veremediğim bir şey söyleyip boynuma sarılmıştı. “Kim benim?” diye düşünmeden edemiyor insan.

Bu evde büyükannemle olduğu halde tek başıma yaşamaya alışmıştım. Ama artık farklı olacağa benziyordu, Gülbahar teyze vardı. Ben kıyafetlerimi değiştirince çekyatı açıp yatağımı serdi. Beni yanına oturtup ellerimi avuçlarının arasına aldı.

Bana bugüne dek hiç alışmadığım, göğsümü genişletip, omuzlarımı dikleştirecek dualar etti. Cennetin var olduğunu o zaman anladım. Beni uyutmak için yanına yatırdı ve çocukken annesinin ona anlattığı hikayeyi anlatmaya başladı. En güçlü atların çatlayarak öldüğünü anlatan bir hikayeydi.

Gülbahar teyze büyükannemin memleketten arkadaşıymış. İrtibatlarını hiç koparmamışlar. Kocası bir ay evvel ölünce, kılıbık oğlunun sünepeliklerini seyredip, gelininin dırdırını çekeceğine bu şehre, ahretliğinin yanına gelmiş. Devlet gibi kadın, kim inanır gelininden çektiğine. Kocasından kaçmıştı o, zamanla anlayacaktım.

Gülbahar teyze her gün bize kahvaltı hazırlar, sonra yürüyüşe çıkardı. Bir saatlik yürüyüşten sonra koltuğunun altına sıkıştırdığı gazetelerle eve dönerdi. Gazeteler okumak için değil kuponlarını biriktirmek içindi. Ne kadar fazla kupon, o kadar fazla yarın. Kuponları tamamlamadan ölmeyeceğine inanırdı. Onun bu umudunu sevsem de kibrinden korkardım. Demiştim, kocasından, yanına sokulan ölümden kaçmak için bu şehre gelmişti. Bense ilk üç gününü evde geçirdiğim yeni bir okula kayıt olmuştum. Bu okulun da sevebileceğim tek yanı teneffüslerde içine saklanabileceğim bir kütüphanesinin olmasıydı.

Zira sonradan dâhil olduğum sınıfta yeni yüz gören öğretmenler, tüm sınıfın içinde şeceremi sorarlardı. “Annem babam öldü” yalanının doğuracağı acıma hissini hesaba katsaydım, “annem ev hanımı, babam fabrikada işçi” gibi ilgi çekmeyecek bir yalanı tercih ederdim. Ama bunun sonucunda da aynı utanç beni işgal ederdi, çünkü kendi kelimelerim beni iyileştirmezdi. İşte bu yüzden kitaplara kaçar, tanıdık bir ses arardım onlarda. Bir keresinde o kitapların birinde bir ses duydum. Bir darp sesi. Bir babanın fırlattığı elmanın sırtta açtığı o ses. O kırılma! İşte o gün okulda geçirdiğim son gün oldu. Bir daha buraya gelmeyi de istemedim. Çünkü elmayı hissettim!

O gün eve döndüğümde, Gülbahar teyze pazara çıkmıştı. Büyükannem odasındaki kumaşları makinenin yanına taşımamı istemişti. Kumaşları kucaklarken odadaki sandık ilk kez ilgimi çekmişti. Kumaşları bırakıp büyükannemin makineyi çalıştırmasını beklemiştim. Çünkü o, yüzüne elma kabuğu dizdiğinde ve makineyi çalıştırınca yerinden uzun süre kalkmazdı. Makinenin sesini alınca sandığı açtım. Nizam içindeki sandıkta birkaç mektup hemen göze çarpıyordu. Bebek yelekleri, birkaç patik. Küçük bir poşette tedavülden kalkmış kağıt ve madeni paralar. Beyaz beze sarılmış bir gelinlik. Gelinliğin eldivenlerini ellerime geçirmiş, tüm sandığı boşaltmıştım. Bağdaş kurmuş ve ilk mektubu okumaya başlamıştım.

Zarfta annemin adı yazıyordu! “Bu evliliğin ömrü, uzatmaları da eklersek, senin söylediğin kadar sürdü. Kızımın da kaybolup gitmesini istemiyorum. Lütfen aramızda yaşananları bir kenara bırak, gel ve onu al.” Bu mektubu birkaç kez okudum. Meğer bu eve göbek bağımı annem, kendisi gömmüş. Diğer mektuplara bakacaktım ki büyükannemin sesiyle ayağa fırladım. “Onu bana ver!” Mektubu mu, eldiveni mi? Sormadım. Sanki bir el göğsümü yırtarak yukarı uzanmış gırtlağımı sıkıyordu. “Onu bana ver!” Mektubu mu, eldiveni mi! Sanki biri kelimelerle beni zehirliyordu. Kalbim bu zehrin etkisiyle büyüdükçe büyüyordu. Birazdan içimde bir intihar bombacısı patlayacaktı. “Onu bana ver!” Avucum sımsıkıydı. Kağıdı ezdikçe ezdim. Ne yaptım ettim, vermedim.

Burnumda bir sızı hissetmemle ağzıma acı bir tadın akması bir oldu. Kendime geldiğimde klinikteydim. Başımda Gülbahar teyze. Yavaşça doğrulduğumu gören doktor, iki eliyle omuzlarımdan tutup daha önceki doktorlar gibi samimiyetsiz bir ilgiyle “Söyle bakalım küçük hanım, seni ne üzdü bu kadar?” diye sordu. Yeryüzünde zebaniler her kılıkta, beyaz önlükle de karşımıza çıkardı değil mi! Tuzağına düşelim diye kelimelerle kışkırtırlardı bizi. Susmak lazımdı böyle anlarda. Bilirdim ki konuşursam kelimeleri diriltirdim, susarsam öldürürdüm. Ben hepsinden kurtulmak istiyordum. Ona beklediği kelimeleri vermedim. Doktor üç gün sonra kontrole gelmemi söyleyerek taburcu etti.

Eve geldiğimizde büyükannem mektubu da eldivenleri de yanıma bıraktı. “Ne istiyorsan öyle yap” dedi af diler gibi. Bense büyük bir utanç duyuyordum, ilk kez elini tuttum ve bir daha oraya gitmek istemediğimi söyledim. Çok pişmandım, o mektubu okumamış olmayı tercih ederdim. Yine o portakal kokusu yayılmaya başlamıştı. Gözümün önünde eldivenler, kokuyu bastırsın diye onları giyiverdim, sonra yapıştı o eldivenler. Yanlış şeyde şifa buldum. Ne zaman utansam o eldivenlere ihtiyaç duydum.

O günden sonra günlerim büyükannemden terziliğin inceliklerini öğrenmeye ve Gülbahar teyzenin hareketliliğine ayak uydurmaya çalışarak geçti. Büyükannemden yaka, kol ölçüsü nasıl alınır, bunlar birbirine nasıl eklenir, hangi kumaştan hangi elbise dikilir diye öğreniyordum, Gülbahar teyzeyle ise mahallenin kedilerini besliyor, kar yağınca saklandıkları yerleri bulmaya çıkıyorduk. Bazı sabahlar pencereyi açıyor “Kediler nerede?” diye küçük bir çığlık atıyordu. “Fatih Camii kedileriyle kaimdir,” derdim ona. Üşenmez, kara aldırış etmez oraya giderdi. Bazen de pencere önüne ıslak ekmek, bulgur koyardık. Bunlar şifa niyetine yaptığımız şeylerdi. Sığırcıkların sesine uyandığınız sabahlar düşleyin ya da ümit!

Büyükannem ve ben evin antikaları gibiydik, Gülbahar teyze ise evdeki renkti. Yaşım yirmileri de devirse aynadaki suret hep aynıydı. Gülbahar teyze büyükannemin duvarlarının ne kadar kavi olduğunu bildiği için onu bıraksa da, beni değiştirmek için az uğraşmadı. Bir keresinde annemle buluşturdu beni. Büyükannem; “O, bu eve giremez!” demişti. Rahmetli dedemin geçirdiği kalp krizinin bu küslükte etkili olduğunu anlamam zor olmamıştı. Biz de dışarıda buluştuk. Beş dakika içinde masadan kalkmış ve bir daha onu görmek istemediğimi söylemiştim. Annemin iki kızı daha olduğunu öğrenmem bu kararımda etkili miydi? Olabilir.

Gülbahar teyze kalbimi değiştiremeyeceğini anlayınca görüntümü değiştirmeye çalıştı. “Yirmi yedi yaşındasın, oğlan çocuğu değilsin,” diye günlerce dil döktü her hafta gittiği kuaföre beni de götürmek için. En sonunda istediğimden değil, sussun diye kabul ettim ve o büyücüye gittik. Camekanda şuh kadın fotoğrafları karşıladı bizi. İçeri girer girmez iksirlerinin kokusu kuşatmaya başladı. Üstelik hiçbiri portakal kokmuyordu. Hepsi ne kadar da kadındı. Bense zararsız görüldüğü için annesinin yanında hamama götürülen oğlan çocuğu gibiydim. Gülbahar teyzenin koluna yapıştım ve “Gülbahar teyzem lütfen beni bir daha hiçbir şey için zorlama,” deyip Fatih’in ara sokaklarına doğru koşmaya başladım.

Ara sokaklarda çocuk sesleri, güneşte tüylerini yalayan kediler, ölüme yaklaştıkça camiye yaklaşan ihtiyarlar ve yüzümü gıdıklayan yağmur vardı. Çiselemeye başlayan yağmur hızımı kesmiş, yavaşlatmıştı. Ahşap evin basamaklarına oturmuş, gözlerimi yumup işaret parmağımı göğe doğru uzatmış, yağmurun o ilk kopuş anını yakalamaya, o sesi duymaya çalışıyordum. Bu bende yatılıdan kalan bir huydu. O okulda bir tek yağmuru severdim, açılmayan pencereleri dövdüğü için. Bir ara gözümü açtığımda, yanıma oturmuş ve benim gibi gözlerini yumup parmağını göğe uzatmış bir ihtiyarla karşılaştım. Onu fark ettiğimi görünce toparlandı, gülümsedi.

Parmağıyla yağmuru işaret ederek; “Sesler Tanrı’nın kelimeleri gibidir, onları kaybetme,” dedi. Ne kim olduğu umurumdaydı, ne de söylediği. O susunca aklıma üşüşen tek düşünce babamın sesini hatırlamıyor oluşumdu. Zaman o sesi bugüne taşımama izin vermemişti. O an anladım ki, aslında babam gittiği gün beni öldürmüş. Bir paçavraya sarıp, çocuk bedenimi bir mezrada terk etmiş, leş yiyen hayvanlara ve zamana. İhtiyar ona tepki vermediğimi düşünmüş olacak ki ayağa kalktı. Ah bayım, siz yüzünüze aval aval baktığımı düşündünüz, aklımdan neler geçiyordu bir bilseniz.

İhtiyar sahaf, müşterisi gelince dükkana yöneldi. Gidişini seyrettim. Yumuşak adımlarla, yağmura rağmen sessizce yürüyordu. Oysa bir babanın gidişi asla böyle yumuşak adımlarla olmaz. Gürültülüdür. Uğultu başlar çocukların kulaklarında. Sağır eden bir ses. Perdeler uçuşur. Avizeler kırılıp dökülür. Duvarlar yıkılır. Enkaz altında kalır çocuklar. Ev artık ev değildir.

Sahafın müşterisine gösterdiği kitaplardan birinde hayali bir karakter olmayı isterdim. Bana, delileri anlatan bir roman dizisinin sabit fikirlisi, uğursuzu olmak düşerdi ama olsun. Birazdan kitap bitecek, her şey bitecek, der teselli bulurdum. Onu seyrettiğimi görünce kapıya kadar geldi, biraz daha orada kalırsam ıslanıp hasta olacağımı eğer istersem içeride bekleyebileceğimi söyledi ama yeterliydi. Onun daha fazla konuşmaması lazımdı. Ondan da koşarak uzaklaştım. Oysa tam bir hafta sonra, büyükannem ve Gülbahar teyze beni aynı gün terk edince bu sahafa gelecektim, benden bahseden kitabı arayıp bulmak ümidiyle.

O hafta, son hafta. Son olduğunu bilmeden yaşayınca... O son gelince anladım ki hızlandırılmış bir haftaymış. Ne mi hatırlıyorum? Gülbahar teyzeye biriktirdiği kuponlardan umre seyahati çıktı. O sevinçle kazaya kalan namazlarını kılmaya başladı. “Kupon biriktirirken alacaklıydım, namaz kılarken borçlu; borçlu ölmem ben,” demeye başladı. Gelinlik kız gibi umre için alışveriş yaptı. Büyükannem göğsündeki ağrılardan dolayı hastaneye gidip geliyordu, benim teslim etmem gereken üç sipariş vardı. O sabah, son sabah büyük annem siparişleri teslim edip hastaneye geçeceğini söyledi. Ahretliğiyle evde vedalaştı. Gülbahar teyze konu komşudan helallik almak için memlekete geçecekti, ben de onu uçağa kadar götürdüm. Bir daha bu şehre gelmeyecekti biliyordum. Üzgündüm.

Eve döndüğümde bakkalın çırağı kapıda bekliyordu. Büyükannemin beni hastanede beklediğini söyledi. İstemeye istemeye gittim oraya. Doktorun odasına aldılar, kimse yoktu. Doktor geldi, “Sizsiniz demek,” dedi. “Kim benim?” diye düşünmeden edemiyorum. “Kalp krizi, tüm müdahalelere rağmen döndüremedik,” dedi. “Torunuyum,” dedim. “Evet,” dedi. Yıllardır kavileşerek varlığını koruyan göbek bağını çekip kopardığının farkında değildi. “Çocukluğum doktor, çocukluğum göbek bağının mahiyetini sorgulayarak, önemini temellendirmeye çalışarak geçti. Şimdi siz, iki cümleyle onu çekip kopardınız!” dedim. Yüzüme aval aval baktı. “Geri döndürmeye çalıştık,” dedi. Ben kendi anne babamı geri döndürememişim, sen hiç tanımadığın birini nereye döndürüyorsun, demedim, konuşmaktan vazgeçtim.

İşte İbrahim, işte ben o gün, göbek bağımı çekip kopardıkları gün, elimdeki kuşları kaybettim. Kendi suretimi görüyorum her dağın başında. Bana seslenmesi için Tanrı’yı bekliyorum.