İlla Kabak Çekirdeği

Çimlere uzanıp şekerleme yaptık. Sonrasında kimselere anlatamayacağım bir rüya gördüm.
Çimlere uzanıp şekerleme yaptık. Sonrasında kimselere anlatamayacağım bir rüya gördüm.

Ben rüzgârı duyacağım bir yerde oturmak istiyorum, o ise kasımpatıların rengini her hafta ölçüp Cihan’ın ananesine söylememiz gerekiyor diyor, eğer yaparsak kadıncağız çok mutlu olacakmış. Sonra illa kabak çekirdeği istiyor. Ben sevmem ki, çitlenmez bile doğru düzgün.

Bir solukta fırlatıp attığım uydumun peşinden koştum. Özür dilemektir bence, eğilip omzuma çıkmasını bekledim. Gönülsüzce bindi. Ama pişmanlığım sana değil, Merih. Sana koşup gelişim alışkanlıktan. Böyle yersiz öfkeleniyorum uyduma bazen. Cihan’ı bulacağım daha. Gerisingeri binaya girip çatıya tırmandım. Ne var ki dördüncü katta bir basamağa takılınca yüzüstü yere kapaklandım. Ben peygamber değilim, omzumdaki de iğne değil. Daha ağır, daha vasıfsız bir yumru. Yani kalkıp devam ettim, edebildim. Dört, on dört, yirmi dört. Omzumdakini kolluyorum bir yandan da. Merih hep anadan üryan, hiç utanması yok mu? Etten mi, pamuktan mı, neyden mürekkebse her şeyin bir çıplağı vardır dedirtiyor illa.

Terasın kapısını tek hareketle açtım, jilet manzara önüme serildi: gri. Cihan bir çanak antene sırtını dayamış, oturuyor. Rahat bir nefes aldım, hala yakalanmamış demek ki. Ona doğru seğirtince Merih heyecanla kıpırdandı. Cihan’ı içimle de dışımla da severim zaten. Kafasıyla omzumu işaret etti. “Gel otur ama o şeyi benden uzak tut, ufacıklığını yüreğim kaldırmıyor.” Kıyın kıyın yanaşıp antenin bir köşesine yaslandım. “Sırtımdaki battaniyeyi çekip alıyordun, Cihan. Rüyamda yani. Gelip hesap sorayım dedim.” Sırıttı. “Senden alıp sahiden üşüyen birine vermişimdir. Ha senin kalın derine battaniye, ha bugün gördüğüm motorlu, aynısınız. Motorun arkasına bildiğin semer yüklemiş adam. Yanlış yerde yanlış parça. Sema vardı hani, ilk aşkım, hatırlarsın sen de.” Başını geriye atıp gözlerini kıstı. Sonra elini kaldırıp dikine çizdi göğü. “Cilalı, şık laciverti izlerken gelen portakal çarpması gibi.” “Nasıl?”

“Yani herkesin hayatında bir kuyrukluyıldız anı vardır. Yörüngenden hızla, tasasız ve mükemmel geçen fiyuu. Sema işte. Az koşmadım peşinden. Altı yaşındaydık be. Parka gelinir salınırdı arkadaşlarıyla hani. Birgün sen yoktun, buna bakacağım diye ben pattadanak düştüm ağaçtan. Karizma filan cartlamış zaten, bir de n’olsa beğenirsin, bastı kahkahayı bu. Yara bere içinde kalan yalnız dizkapaklarım değil, Sema’nın canıma da cimcon diye gülerken görmediği kalbimdi aynı zamanda. Yani ısrarla, yanlış yerde yanlış parça.” Göz ucuyla omzuma baktım. Merih, çerçevelenip duvara hapsedilmiş fırtına tablosu kadar çelimsiz ve durgundu.

Çıplağıma salıncak

“Aşağısı bildik çayır. Ne yapacaksın oraya inip?”

Bana aldırmadı. Tıknaz, şaşkın, sadık ayaklarıyla tepeden aşağı koşmaya başladı Merih. Sinirlendim, burası daha güzeldi. “Kutlama yapmalıyız! Hayatta her anımızı bu tepede kutlamalıyız, Cihan.” Kahkahayı bastı. “Ulan ne hayatın var da daha hıyar. 10 yaşında veletsin.” İri cüsseli uydularımız ufacık birer nokta gibi görünüyordu şimdi tepeden. “Utarit de baya şımarık, üstelik küçüleceğine büyüyor sanki.” dedim. Cihan kolunun yeniyle burnunu sildi, yunuslara benzetiyordum onu çoğu zaman. Yüzünden silinmeyen bir gülüşü vardı. “Ben izin vermiyorum da ondan akıllım,” dedi. “O olmazsa ben essah olmazmışım, içimin sesiymiş o, ananem öyle söylüyor.”

“Öyle söylüyor ama alnında da bir ben var. Uydusu kendiliğinden ufalmadı ya o kadar.”

Başını öne eğip ayaklarıyla toprağı tekmelemeye başladı. “Zorunluluklar, diyor” dedi. Zorunlulukların Cihan’ın hayatından bir baba aldığını biliyordum, sustum. Elimi omzuna koydum yavaşça. Minik omuzlarına, bundan fazlasını da taşıyabileceklerini söylemek istediğim zaman böyle yaparım hep.

Çimlere uzanıp şekerleme yaptık. Sonrasında kimselere anlatamayacağım bir rüya gördüm. Üzerimde sadece pantolonum vardı. Kollarımla kendimi sarmış hemen burnumun dibinde duran aynaya bakıyordum. Yansımam benden bağımsızdı. “Aramızdaki bir arpa boyu mesafeye güvenerek soruyorum, doğruyu söyle. Merih’i yörüngeme sen mi soktun?” dedim. Cevap vermedi. Kızdım, “Eğer sen yaptıysan, söyle defolup gitsin! Güçlü nefes alıyor. Kafamda kurup kurup bozmam gerekiyor her hareketimi, onun suçu.”

“Onu mutlu etmek için bu çayıra geldin ama şimdi kutlamaları onsuz sürdürmek istiyorsun öyle mi?”

“Bazen korkutuyor beni. Kök salmasından sakınmam gerek. Görmedin mi nasıl şişti son zamanlarda, daha da büyürse sesimi çıkaramayacağım. Ben rüzgârı duyacağım bir yerde oturmak istiyorum, o ise kasımpatıların rengini her hafta ölçüp Cihan’ın ananesine söylememiz gerekiyor diyor, eğer yaparsak kadıncağız çok mutlu olacakmış. Sonra illa kabak çekirdeği istiyor. Ben sevmem ki, çitlenmez bile doğru düzgün.”

Yansımamın kulağının arkasından başlayıp omzuna kadar inen bir sarmaşık gördüm. Merih bu salıncakta usul usul sallanıyordu, ufacıktı, hastaydı. Korkuyla uzattığım elim aynaya çarptı. “Merih kaybolsa üzülür müsün?” dedi aynadaki.

Titreyerek yanda duran battaniyeyi üzerime aldım. “Bir parçam hep onunla, nasıl üzülmem?” Arkamdan bir elin bana uzandığını hissettim.

Telvede bigâh mahvolmak için mi?

Adamın göbeğinde hoplattığı kahkahanın altında temiz bir şeyler aradım inatla, bulamadım. İlla sevimsiz bir neşe, daha başka sevimsizlikleri örtmek için genleşip duruyordu. O halde uydusunu bırakalı çok olmuştur. Dikkatli bakınca burnunun üstündeki beni gördüm, içindekinden ona kalan tek izi. Merih de belime anca geliyor artık, eski iriliği yok, arkadan ceketimi tutmuş çekiştiriyor. Çaktırmadan elimi uzatıp bileğine yapışıyorum, buz gibi, isteksiz, kaygan. O kadar ki parmaklarımın arasından sıyrılması kolay oluyor. Birden küçülen, gittikçe çıtı pıtı ve sakıncasız sakarlaşan kollarını bu kez dizime dolayıp kendine çekiyor. İçime düşeceğim de çıkamayacağım korkusuyla, ayaklarıma balinalar otursun ki gıdım kımıldamayayım diyorum. Merih bu kez daha çok, boynunu hepten kırıp yıkılıyor. Müstakbel kayınbabam, etine iyice oturmuş altın saatine bakıp keyfini sigarasıyla taçlandırıyor. Bir anlaşmaya vardığımızı hissediyorum. Yakın zamanda dünya evine gireceğim. Bir yere girmek, halihazırda bulunduğumdan çıkmayı gerektirecek, ister istemez sırtımı döndüğümü küstüreceğim.

Merih’e baktım, uyutulmaya götürülürken uyuşturulmuş bir at kadar sakin. Ama akşama ateşi çıkacak, biliyorum. Gözlerine ejderhalar oturacak, kesik kesik soluyup astımlı nefesleriyle bakışlarını üstüme salacaklar. Bilhassa boynuma, gittikçe kalınlaşan boğazıma takılıp ademelmamın artık neredeyse görünmez olduğunu hissettirecekler. Bu ne demek farkındayım, kursağıma dizmezsem daha da yaşarım demiştim sadece. Böylece neyi iteklediğimi, neyi tutup da kendime zamkladığımı biliyorum. Merih’le burada çatışıyoruz işte. Geriden gelenin de yetişip anakaraya bağlandığı, gecikse de bağlandığı, topyekün yükselip alçalabilecek, iki adım arasındaki mesafeye kıstırılabilecek bir şeydi yaşamak ona göre. Sokak yakışıklı olsa bile dışarısı ekseriyetle soğuktu ve kimseyi orada bırakmak olmazdı. Ama benim endişelerim ve her an korkak dokunuşlarım varken yaşadığım yahut yaşattığım her şeye bunca vefalı olmamı bekleyemezdi. Sakin kalabilmek adına bazısını kapı dışarı edecektim elbet. Onun benim için istediği tabii ki tertemiz fakat muhal bir yoldu.

Ceza almak istemiyordum. Her ay gelip Merih’in boyunu ölçen görevlilerden nefret ediyor ama evimi, işimi, sürdürdüğüm sıradan hayatı da kaybetmek istemiyordum. Suç değil ya, korkuyordum. İçimin çıplağının gittikçe ufalması toplum nazarında normaldi. Ufalacaktı ki ben büyüyecektim, onların istediği gibi büyüyecek, etrafıma ve rugan ayakkabılarımın gıcır duruşuna ihanet etmeyecektim.

Eve dönüş yolu her zamankinden uzun geldi o gün. Merih iki adım arkamdan beni takip ediyordu. Eskiden özellikle ayağımı bastığım yere basmaya çalışır, gürbüz gülüşüyle bana anlatırdı: unutulmaması gereken şeyler vardı. Şimdiyse gelecek günlerin kastını seziyor ve ayakizlerimi takip etmiyordu.

İşten dönerken yanımızdan, elinde dondurmasıyla bir çocuk geçerdi bazen. Ayağı bir tümseğe takılır da düşecek gibi olunca boyunun iki katı uydusu uzanır, sağlam kollarıyla kaldırıma beş kala çocuğu yakalardı. Bu curcunada elindeki fıstıklı dondurma çocuğun tişörtüne bir ağaç çizer, onlar da buna bakıp gülüşürlerdi. Merih, bilhassa çocuklara, fizîken onlarla devasa tezat sergileyen uydularına bakardı bu yürüyüşlerde. Benzerliklerin bir bağ oluşturduğu muhakkak fakat zıtlıkların akıl almaz güzelliği... Baştan ayağa ütülü, stabil, kumpassız adamlar, kadınlar etrafımdan geçerken onlara benzemeye çalıştığım için kendime gücenir, bir yandan da sakinleşirdim. Devamlı yutkunur, ne var ki ademelmamın etimin katmanları arasında kaybolmaya yüz tuttuğunu da sezerdim.

Cihan’la da ayrı düşüyorduk git gide. Uydusunu olağan kontrollerde muayene ettirmeyi reddettiğinden beri o eski hastanenin çatısında kalıyordu. Ona verilen düşünme süresi dolunca Utarit yakalanacak ve uyutulacaktı. Cihan’ın çocukluğundan beri biraz bile olsun küçülmemiş olan Utarit.

Her zaman bir pişmanlığa mahkûm edildiğimizi söyleyen ananesi de, Cihan’dan sonra fal bakmayı bırakmıştı. Torununun fincanında gördüğü, yüzünde ben olan bir Cihan değildi belli ki.

El yordamıyla sakınmak

“O adamın kızıyla evlenmekte kararlı mısın,” diye sordu Cihan. Az evvel girdiğim teras kapısına sıkıntıyla baktım. “Aynı rüyayı on yaşından beri kaç kez görmüşsündür sence?” dedi sonra. Bunu bilmesine imkân yoktu. Yutkundum ve ademelmamı çok zamandır ilk kez hissettim. Karşımdaki Cihan değildi. “Sırtımdan battaniyemi neden çekip aldın Utarit?”

Cihan’ın bizi tanıştırdığı anı düşündüm. İpekli, keskin kokusunu es geçip de yüzüne bakabildiğimi hatırlıyorum. Elma mı, belki kollarımı alabildiğine ileri, gergince fırlattığımda ulaşabileceğim bir elma tadı almıştım. O aydınlığa borçlandığımı hissediyordum çocuk halimle bile. İşler sarpa sardığında çok da kızmayacağım, demiştim. Bu elmanın hatrına çok da kızmayacağım. Deli gibi öfkeliyim şimdi. Üşüyorum, Cihan’ı özlüyorum. O halde bunlar Utarit’in suçu.

“Rivayeti bilirsin,” dedi. “İsa göğe yükseltildiğinde yanında dünyadan bir parça, bir iğne olduğu için semanın dördüncü katında kalmıştır. Sorunsuz yükselmeni istedim, o battaniyeye ihtiyacın yok. Cihan olmadan da ilerleyebilmelisin ki bu zaten onun seçimiydi. Senin Merih’le ilgilenmen gerek. Ona bir bak, serçe kadar. Böyle giderse ondan sana kalan vücudunda ufak bir nokta olacak. Kaç günü var sence?”

“Ben peygamber değilim,” diye hırladım. Güldü, “Hiçbirimiz değiliz.”

Birden terasın kapısı çarparak açıldı. Uydu kontrol ekipleri silahlarıyla Utarit’in etrafını sardılar. Sivil bir görevli ihbarım için teşekkür ederek beni kenara çekti. Utarit şaşkın değildi, direnmedi. İçimden ince bir ip çekilmiş gibi hissettim. Merih’in gittiğini işte o an anladım.

Bir hafta kadar sonra nikahım için kendime takım elbise seçiyordum. Sağ elimin orta parmağındaki ufak ben, bana göre, sürecek bir tekinsizlik, Cihan’ın ananesi için bir vazgeçiş, Çin astrolojisine göre ise mutfakta maharetli olacağıma delaletti.