İmgeler ve Sûretler

Güzide Ertürk
Güzide Ertürk

Calvino kendi kurmaca dünyasında en çok tekrar eden imgenin kent olduğunu söylüyor; Borges’e sorsalardı (belki de sormuşlardır) labirent cevabını verirdi. Biz Atay için bunun “oyun”, Tanpınar içinse pekala “zaman” olabileceğini düşünüyoruz. Yeterince ısındıysanız artık sorumuzu soralım: Ya sizin? Sizce neden?

Güzide Ertürk:

Öykülerimde yer değiştirmeyi seviyorum. Bir yere saplanıp kalmak beni ürkütüyor. Ayaklarımın altındaki toprak biraz sarsılmalı. Kahramanlarımı hırpaladığımı düşünüyorum. Son bir gayretle, yeni bir hayat kurabilmek için çabalamaya zorluyorum onları. İmgeler de bu sarsıntıdan nasibini alıyor. Yeniden kurulan dünyalarda taze imgeler kullanmayı tercih ediyorum. Henüz işlenmemiş, yeni bir imge algısıyla öyküye başlamak metni canlandırıyor. Calvino’nun kurmacalarında gözlerimi kamaştıran unsur, tekrar eden imgeler değil, bir kere söyleyip geçtikleridir. Kent imgesini ortaya koyarken belki de iki kez kullanmaktan kaçındığı imgeleri saklamaya çalışıyordu. Mesela, “Görünmez Kentler” kitabındaki görünmezler nelerdi? Taze bir üslup ve bambaşka bir kurguyla kendini yeniden nasıl diriltebiliyordu? Borges de labirent imgesini o kadar ustaca kullanır ki, orada sıkışıp kaldığınızı hissetmezsiniz. Tabii, öykülerime sızan, ne kadar kaçarsam kaçayım peşimi bırakmayan imgelerin varlığını inkâr edemem. Görmezden gelmeye çalışsam da “ölüm” imgesi bir şekilde kahramanlarımın omuzlarına dokunuyor. Bir gölge gibi uzayıp küçülüyor.

Ama hiçbir zaman yok olmuyor. Mezarlıkları belki de bu yüzden seviyorum. Öte dünyadan gelen hayaletlere, gulyabanilere kapım her zaman açık. Ölümden sonra neler olup bittiğini merak ediyorum. Yaşamın içinde doludizgin koşan biri, ölüm algısıyla birdenbire durabiliyor.

Bu duruş da bir sorgulama getiriyor kurguya. Günlerce hastanede yatan Loretta’nın dilinden ölümle ilgili bir dua dökülüyor. “Eflatun’un Sonu” isimli öykümde, kahramanlar yazarlarına isyan edip ölmekte olan karakteri el birliğiyle kurtarmaya çalışıyordu. Eflatun’un kaderi bir şekilde ölüme dayanıp kalıyordu.

Kaplumbağa Gölgesi kitabında yaşamak için mücadele eden evsizlerle, bedenleri Ege kıyılarına vuran mülteciler, kurtarılmayı bekleyen çocuklar vardı. İlk kitabım Düşeş için kaleme aldığım ilk öykünün adı “Ölüm Kalım Meselesi”ydi. İkinci kitabım Öbür Dünya Öyküleri’nin öte dünyada geçmesi bir tesadüf olmasa gerek. Yaşamla ölüm arasındaki belirsiz çizgi, bir şekilde kalemime dolanıyor. Sınırlar bu yüzden öykülerimde önemli bir yer teşkil ediyor.

Yaşamla ölüm arasından sıyrılıp iki ülke arasındaki sınırlara geçiş yapıyorum. Mesafeleri aşabilmek bende biraz da meydan okumayı çağrıştırıyor. Zaman ve mekânın ucuna kadar gidip geliyorum. Kahramanlar bazen bu sınırlara çarpıp duruyor. Gerçekliğin soğuk duvarına bakıp donuyorlar. Bazen de kolaylıkla, fantastik unsurlara yaslanarak, hiç zorlanmadan kendilerini karşı tarafta buluyorlar. Öykülerdeki bu hareketli akış sayesinde ölümü bertaraf etmeye çalışıyorum sanırım. En azından, bir karabasan olup çökmesine izin vermiyorum. Onu sadece bir anahtar ya da bir geçiş kapısı gibi görüyorum. Oradan geçerken neler oluyor? Bu sorunun cevabını kolay kolay veremeyeceğimi düşünüyorum. Öyküler arasında uzun soluklar alıp vermek beni dinlendiriyor. Bir sonraki öykü için durmalı, bir süre hareket etmemeliyim ki kalemi elime aldığımda takılıp durmamı gerektiren hiçbir ağırlık olmasın.