İzmarit

Bir çocuk kayboldu selde. Ne olduysa o çocuk kaybolduktan sonra oldu.
Bir çocuk kayboldu selde. Ne olduysa o çocuk kaybolduktan sonra oldu.

Son bir nefes daha çekip kimse görmeden iskemleye bastırıyorum sigarayı. Eciş bücüş hâliyle bırakıyorum orada. Kapıdan çıkarken, sıska adamın sesine karışıyor kapının metalik sesi: "Ne olduysa o çocuk kaybolduktan sonra oldu."

Başımın üzerinde güç bela tuttuğum postacı çantam da kâr etmedi, ıslandığım yetmiyor gibi yok yere güzelim çantam da cıbıt olmuştu. Hangisine üzüleceğimi düşünürken on dört on beş yaşlarından fazla göstermeyen parlak yüzlü oğlan, el pençe divan koşarak yanıma geldi. "Hoş geldin ağbi, buyur buyur şöyle..." Cevap vermedim, cümlesinin devamında bir şeyler söylediyse de işitmedim. Yalnızca gösterdiği yere uslu bir çocuk gibi çöküverdim. "Bu mevsimde pek yağmazdı ama O'nun işine belli olmaz yine de." Bu kez konuşan biraz önceki parlak oğlandan epey büyük, bıyıklarının uçları ağzına giren, sıska mı sıska bir adamdı. "O'nun işine belli olmaz yine de." derken işaret parmağıyla yukarıyı gösteriyor, bıyıklarının izin verdiği kadar da tebessüm ediyordu. Bana mı söylemişti yoksa arkamda duran parlak oğlana mı, kestiremedim. Onun da elleri göbeğinde birleşmiş, emir bekler gibi değil de mühim bir konuşma yapacakmış gibi dikiliyordu. Sabahın bu saatinde ne işin var, dese yadırgamayacaktım. "İki sene önce de yağdı usta, gerçi o zaman akşamdı." Konuşurken masadaki şekerliği ve küllüğü aynı hizaya getirip pek önemli bir iş yaptığını gösterdi sıska adama. Belli ki benimle konuştukları yoktu, beni görüyor fakat bana pek anlamsız gelen sohbetlerine dâhil etmiyorlardı. Gün boyu susuyorlar da bir müşteri içeriye adımını atar atmaz görev yerlerine gelip sohbete başlıyorlardı sanki.

"Doksan dokuzda bir yağmur yağdı, haziranın sonu mu, temmuzun başı mı, öyle bir zaman işte. Bir çocuk kayboldu selde. Ne olduysa o çocuk kaybolduktan sonra oldu." Sıska adam cümlesini bitirir bitirmez karşımdaki iskemleyi gıcırdata gıcırdata çekti, her an kalkacakmış gibi ucuna ilişti. Camları döven yağmuru seyre koyuldu, hâlâ aynı şiddette yağan yağmura deli bir rüzgâr eklenmişti. Birkaç dakika önce ensemden girip neredeyse bütün sırtımı ıslatan yağmurun soğukluğu kıpırdayınca tenime değiyor, değdikçe hafif bir titremeyle kaskatı kesiliyordum. Sıska adam hâlâ dışarıya bakıyor, parlak oğlan ise ustasının -muhtemelen defalarca dinlediği- hikâyeye başlamasını büyük bir saygı ve uysallıkla bekliyordu. Sıska adam yeniden başladı konuşmaya:

"Bu yaşıma geldim, öyle bir yağmuru ne gördüm ne işittim." Durdu birden, repliğini unutmuş da sufle bekliyor gibi başını parlak oğlana çevirdi. "Çocuk mu kaybolmuştu usta?" "Sel aldı götürdü çocuğu, döve döve götürdü hem de. Kaldırıma vura vura, bir ters bir düz ede ede. Anasının elinden kaydı gitti çocuk, zaten ne olduysa o çocuk kaybolduktan sonra oldu." İşaret parmağıyla karşımızdaki dereyi gösterdi, amatör bir turist rehberini andırıyordu o an. Yine de parlak oğlanla birlikte gösterdiği yere baktık. Sıska adam pek ehemmiyetli bir nutuk çekiyor gibiydi: "O çocuk, kaybolan hani, Kayra idi ismi, öyle değil mi?" Parlak oğlana dönmüştü. "Kayrahan, usta." "Öyle ya, Kayrahan. O çocuk kaybolduktan tam kırk bir gün sonra, işte şu Delibaş Deresi akmaz oldu. Kurudu da kurudu, kurbağalar öte öte çatladı. Ne ot kaldı içinde ne haşerat. Kaç kez yağmur yağdı, bana mısın demedi. Sünger gibi damla düşse emdi de bir yol bulup akmadı. Delibaş kuruduktan tastamam kırk bir gün geçti ki sabah ezanıyla birlikte bir gürültü koptu. Cümle ahali don mintan koştu sokağa, ya rabbelâlemin, o nasıl bir sesti öyle! Ezan sesi bile işitilmez oldu, ne yana koşsak aynı. Evlere kapandık, bir Allah'ın kulu çıkmaz oldu sokağa, nasıl çıksın! Kimi doğudan kimi batıdan, kimi öteden kimi beriden, karga sürüsü gündüzü geceye çevirdi. Göğe baksan hep kara, bir de öyle bet öyle bet sesleri var ki, sorma! Kafayı camdan uzatabilene aşk olsun!"

Sıska adam nefeslenecek oldu, bu sırada pencereden tek tük koşuşanlara, gelip geçen otomobillere baktık. Parlak oğlan ustasına: "Kaç gün sürdü usta? Gitmedi mi bu kargalar?" dedi. "Altı gün bekledik. Altı gün, altı aydan uzun sürdü. Ne geceyi bildik ne gündüzü. Kulaklarımız mı alıştı yoksa onlar mı çığlık atmaz oldu, sesleri kesiliverdi. Mart dokuzundan sonra güneş açar ya, öyle bir aydınlık oldu. Ne zaman ne yöne gittiler, anlamadık. Yolda sokakta ne karga pisliği vardı ne tüyü. Hiç mi gelmediler rüya mı gördük diye diye gidişlerine de alıştık. İnsan nisyan ile maluldür derler ya, bir hafta ona güne kalmadı unuttuk. Gerçi bir iki damlara çatılara bakındık, olur ya bir yere saklanmış karga bulur muyuz diye."

Yeniden durdu, anlattıklarının tesir edip etmediğini kontrol eder gibi sezdirmeden baktı. O an bir âşık gibi göründü gözüme. Giyimi kuşamı değil belki ama rahatsız eden sıskalığı, ağzına giren bıyıklarıyla bir sazı eksikti. "Gel zaman git zaman, aradan iki üç ay geçti geçmedi, mahallenin göbelleri ellerinde kuş lastiğiyle koşa koşa Delibaş'ın kenarına gidiyorlar. Delibaş'ta su var var olmasına lâkin üğül üğül akıyor. Deliliğinden eser yok anlayacağınız. Çevirdim yoldan tekini, ne diye koşuyorsunuz, diye. Beyaz kargayı vurmaya, deyip fırladı. Karganın beyazı mı olur ülen, demeye kalmadı, bir korku çöküverdi şurama. Güvercindir o, dedim kendi kendime; bu göbeller karga sanmıştır, dedim ama nafile! İçim içimi yedi de duramadım. Vardım Delibaş'ın yanına. Beyaz karga orada, hem de ne beyaz... İpekten sanki, parıl parıl, ışıl ışıl. İnanmıyorsunuz değil mi, ben de inanmadıydım öyle..."

"Allah Allaaaah..." dedi parlak oğlan, başını göğe kaldırıp gözlerini kapatarak. Ses etmedim, ne söylenir onu da bilmiyordum gerçi. Devam etsin diye bekledim. "Vallahi de billahi de tillahi de beyaz karga! Göbeller kuş lastiğine taşı koyup koyup fırlatıyor, biri de isabet ettiremiyor. Kaçmıyor da hayvan, kılını kıpırdatmıyor. Sağından solundan vızır vızır geçiyor taşlar da kafasını şöyle bir oynatmıyor. Ülen dedim kendi kendime, varayım yanına, tutayım şunu. Kahraman oluruz, fena mı?" "Yakaladın mı usta?" Parlak oğlan benden meraklı. "Ne gezer..." dedi. "Onca taştan ürkmeyen hayvan beni görünce bir uçuş uçtu, şehrin üstünde dolandı durdu. Eh, her şeye alışıveriyoruz ya, beyaz kargaya da alışmamız uzun sürmedi. Sağda solda bir iki konuşuldu, hayretler edildi sonra herkes işine gücüne... Çok geçmeden göbeller de bıraktı peşini." "Sonra ne oldu?" dedim, bu kez sahiden merak ediyordum. "Gitti mi karga?"

"Yok..." dedi, pencereden bir artıp bir azalan yağmura baktı. Kimsecikler kalmamıştı caddede. Sesi gittikçe daha az çıkıyordu. "Kış boyu durdu orada, ne yedi ne içti bilmem. Cemre toprağa düştüğü vakit Delibaş'ın suyu da bollaştı. Kâh suyun üzerinde süzüldü kâh dibinde tünedi. Bir gün yağmur çilerken kaybolan çocuğun anasını gördüm. Neydi adı?" "Kayrahan." dedi parlak oğlan. "Hah!" dedi, "Kayrahan'ın anasını. Mırıldana mırıldana geçip gitti şuradan. Nereye gidiyor, diye düştüm peşine. Ayağını sürüye sürüye beyaz karganın yanına vardı. Kargayı avuçlarının içine alıp öptü. O güne kadar kim yaklaşacak olsa kaçan karga, kadının kucağında uslu uslu durdu. Bu kadında bir iş var amma nedir, diye düşünürken kadın bağıra bağıra sevmeye başladı kargayı."

"Ne diyordu usta?" "‘Tombul yürekli oğlum, tombul yürekli oğlum,' diyor başka da bir şey demiyor. O kadar bağırıyor ki duyan gören toplandı Delibaş'a. Bağırmaktan sesi kısıldı, sustu. Şimdi ne olacak diye beklerken kargayı havaya fırlatıverdi. Bütün kalabalık havada ışıl ışıl dönüp duran kargaya bakıyorduk. Döndü, döndü, birden Delibaş'a daldı. Herkes Delibaş'a doğru koşarken ok gibi göğe fırladı. Tam görünmez oldu derken alçaldıkça alçaldı, üstümüze çamur tükürdü, ama ne tükürmek... Avurtlarına doldurup doldurup tükürdü çamurları."

Her kelimede sesi daha da azalıyordu ama ben daha ziyade beyaz kargaya ne olduğunu merak ediyordum. Bir an evvel söze girsin istiyordum, o ise nefesinin peşinden yetişmeye çalışıyor gibi inip kalkan göğsünü sakinleştirmeye çalışıyordu. "Kaçtık hepimiz kaçmasına ya, aniden karardı ortalık. Sağdan soldan yüzlerce binlerce karga çığlık çığlığa döndü gökte. Kulaklarımızın zarı patlayacak diye korka korka vardık evlerimize. Yine tam altı gün ayrılmadılar tepemizden. Bu kez de altı gün, altı yıl sürdü, geldikleri gibi birden kayboldular." "Beyaz kargaya ne oldu?" dedim. "Bir de şu çocuğunun anasına?" "Kayrahan..." dedi parlak oğlan. "Ne beyaz kargayı gördük bir daha ne o kadını. Bir tek damlarda çatılarda çamurlar kurudu kaldı." Konuştukça daha da sıskalaştı, iskemlenin ucunda küçüldükçe küçüldü, ne sesi onun sesiydi ne ikide bir çenesini öne çıkarıp ısırdığı bıyıkları.

O küçüldükçe parlak oğlan büyüdü, büyüdü, büyüdü, favorileri uzadı, sakalları çıkmaya başladı tek tük. Gözümü her kırpışımda sıklaştı sakalları, çenesinde gürleşip yanaklarına yayıldı. Sıska adam oduncu gömleğinin içinde kemikleri sayılır hâle geldi, nefesi uzun cümlelere yetmez oldu, her kelimeden sonra biraz daha yoruldu. Bıyıklarını ısıracak takati kalmadı. O sırada parlak oğlanın yüzü kararmaya başladı. Şakaklarında tek tük beyazlıklar belirdi, gözlerinin altı kara mı mor mu seçemediğim bir renge boyandı. Alnı kırıştı, jilet kesiğini andıran çizgiler belirdi. Sıska adam son gücüyle "Ne olduysa o günden sonra..." diyebildi, nefesi daha fazla yetmedi. Çenesini ileri çıkaramayınca bir gayret elleriyle indirdi dişlerinin arasına bıyıklarını, bir iki ısırıp bıraktı. Bu kez parlak oğlan sufle vermedi, ne bana baktı ne ustasına. Elleri de göbeğinin üzerinde değil arkasındaydı. Seslendim, duymadı. Bir daha ve daha yüksek sesle yineledim, duymadı. Vazgeçtim, ustasına seslendim, duydu fakat cevap verecek gücü yoktu. Kurşun kalemin ucu kadar kalmıştı gözleri, bir kırpsa o da silinip gidecekti. Öyle de oldu, ağır ağır indirmeden önce göz kapaklarını, son kez baktı yağmura.

Deli rüzgârın arada bir pencerenin kurumuş, çokça da dökülmüş macunlarının bıraktığı boşluklardan girip vınlaya vınlaya ötüşünü dinledi son kez. Uçlarını ısırdığı bıyıkları titrer gibi oldu, gözlerini kaparken bakamadım. Bir saniye sonra iskemlede sönmüş bir izmarit vardı. Çantamdan bir sigara çıkardım, ıslanmayan tek şeydi. Çakmağın çarkını çevirdim birkaç defa, inat etti. Ceplerimi yokladım, parlak oğlan elini siper yapıp yakıverdi. Yüzüne bakmadım, ilk nefesi verdiğim sırada kapının metalik sesi duyuldu. Kollarını sevgilisine siper etmiş bir delikanlı nefes nefese girdi içeri. Parlak oğlan el pençe koştu kapıya, her adımda döküldü sakalları, saçları karardı, yüzü beyazladı. "Hoş geldiniz, buyrun buyrun şöyle..." diyerek arkasına taktı delikanlıyla sevgilisini.

Genç kızın canı sıkkın, saçlarının suyunu sıkıyor. Delikanlının aklında kızın bacakları. Ah, koşarken çorabı da kaçmış. Kızın canı daha da sıkkın. Parlak oğlan, delikanlının arkasında. Karşısından uzun iri bir adam nefes nefese yürüyor. Her adımında badem bıyıkları uzuyor, göbeği eriyor, elleri önünde birleşiyor. Beş adımda sıskacık oluveriyor, "Bu mevsimde pek yağmazdı ama O'nun işine belli olmaz yine de." diyor. Kızın canı sıkkın. "İki sene önce de yağdı usta, gerçi..." Yağmur tak diye başladığı gibi tak diye kesiliyor. Son bir nefes daha çekip kimse görmeden iskemleye bastırıyorum sigarayı. Eciş bücüş hâliyle bırakıyorum orada. Kapıdan çıkarken, sıska adamın sesine karışıyor kapının metalik sesi: "Ne olduysa o çocuk kaybolduktan sonra oldu."