Kabuk

Hikâyemi taşıdım gövdemle birlikte dağdan dağa.
Hikâyemi taşıdım gövdemle birlikte dağdan dağa.

Adım Ezman. Acı ve yokluk ile taşıdım gövdemi dağdan dağa. Kime dedimse bir hikâyem var benim. Kime dedimse hikâyemi taşıyamaz oldum. Kime dedimse hikâyemi kime anlatayım. Ez var dediler, Ez’e git. Kendinden bil onu dediler. Onun günü güneşlidir, onun göğü geniştir. Ez’e anlat dediler.

Adım Ez. Sesi, sözle bir edince varım. Dilin canı, sözün yükü, insanın özüyüm. Hatırda kalanın yaşandığı, unutulanın uğurlandığı yerde başlarım söylemeye. Ses sözü tutmazsa, dil derya olup akmazsa ben var değilim. Ayın, güneşin sesi yüzüme vurur. Dağların, taşların sesi sesimde yürür. Onlardan aldığım sesle söze can veririm. Yabani atlar yeri yırtarak koşunca toprak konuşur. Öfkeyi ve acıyı duyar, onların hikâyesini konuşurum. Sesimi ekmek gibi böler, onlarla paylaşırım.

Dün, bugünden çok uzaktı. Toprakta otun bitmediği, güneşin gökte çok durmadığı o çağlarda bir rüya gördüm. Rüyamda yere bakıyordum. Toprağın içinden kanat çırparak bir kuş çıktı. Ama kuş etten kemikten değil, odundan yapılmıştı. Sonra bana avucum kadar bir odun verildi. Elimde bıçak, o odunu kuş biçiminde kesip biçtim. Kuşu tahta yontar gibi yonttum. Ama ellerim şaşırmadan, hiç şaşırmadan işledi. Sonra tekrar yere baktım. Toprağın alev alev yandığını gördüm. Toprağın benimle konuştuğunu gördüm. Uyandım. Ayaklarım ay gibi soğuk, ellerim güneş gibi sıcaktı. Uyandım ama ağaçlar yapraklanana kadar yataktan çıkamadım.

Ayaklarım yeri bilince, karşı dağda yaşayan ihtiyarın yanına gittim. Rüyamı anlattım. Rüyamı dinledi. Karşısına oturdum. Duvarın sesini, ihtiyarın ellerini dinledim. “İnsanın bedeni nerede başlar, özü nerede biter?” dedi ihtiyar. “Onlar iç içedir, toprak ve ateş gibi. Toprak sakin, ateş hararetli. Toprak katı, ateş değişken. Elinde tuttuğun tahta ne kadar cansızsa, tahtadan yonttuğun kuş da o kadar canlı. Ölüye yaşam veren bir kudret bu. Sözü sesle bir etme sanatı. Tahtayı, ses ve söz ile işleyeceksin. Böylece bir kuşa ruh vereceksin. Toprak hiç yanar mı? Toprağın yanması bir değişim. Güzel, canlı bir söz söylendiği zaman duyan kalpler için değişim vardır. Kuru tahtanın can kazanması, sözü duyunca yumuşayan kalpleri anlatır. Özün toprak ama ateşin sebebi de sensin. Toprak olmaktan korkma. Toprak tamam olmaktır. İnsanın özü, topraktır.” Elimi, yüzümü, dağılan her zerremi oturduğum yerden topladım. Kapıdan çıktım. İhtiyar seslendi. “Yeryüzünde ne kadar ses varsa...” dedi. “Kulağına topla. Yeryüzünde ne kadar kuş varsa yuvana topla.” Dilimde yalnızca bir söz kalmıştı:

Bir gün. Gökten su aktı. Toprak yumuşadı. Güneş bir mıh gibi gökte çakılı durdu. İşte o gün söylemeye başladım. O günden beri hiç susmadım. Sesim vadiyi doldurana kadar söyledim. Sesim söz yükünü taşıyana kadar. Bütün dünya kulağımda çağlıyordu. Gök yere indi, yer göğe çıktı. Zaman ağacı meyveye durdu. Durmadan, hiç yorulmadan verilen bu yeti ve yetkiyle söyledim. Soğuk havalarda, Acısu Nehri’nin yanında hem yürüdüm hem söyledim. Gençtim, nefesim gökyüzünü doldururdu. Bütün dağlar çıkılasıydı, bütün çiçekler koklanası. Sular çağladı baktığım her yerde. Kulağım sessizliği işitmedi. Hem söyledim, hem yürüdüm. Ay, toprağa ışığını dağıtırken hem yürüdüm, hem söyledim. Sesim karşı dağlara, dağların da ardına gitti. Bir gün, rüzgârlı bir gün. Soğuk ay ışığı önce durdu. Sonra geri çekildi. Gözüme kara sular inince ışık nedir bildim. Dilimde yalnızca bir söz kalmıştı:

Yıldızların gökten silinmesiyle ayaklarım işlemez oldu. Bundan gayrı evimi hudut bildim. Nefeslendim, duruldum. Her sabah bir parça ekmek, her akşam bir yudum su. Hep aynı geceye uyandım, hep aynı gecede uyudum. Sanki söylediklerimin üzerinden bin yıl geçmiş idi. Geçmiş zaman bu günden çok uzak idi. Savaş destanları eskimiş, sevda hikâyeleri gücünü yitirmiş idi. Baharı pençesiyle tutup getiren turnalar artık beyaz değildi. Dilimde yalnızca bir söz kalmıştı:

Gökler ısınınca toprak da ılıdı. Işık çiçek olup toprağa ulaştı. Ağaç kabuklarını döktü, arındı. Bir sabahtı. Sesini duydum. Sesini duyunca yarasını da bildim. Kırık kanadını aldım, ince bir kumaşla sardım. Ona eski zaman masallarını anlattım. Benim gibi eksikti. Ona kocamış zamanın bilgisini söyledim. Eksiklik bir edermiş ikiyi. Geceyi söyledim ben. O, gündüzü anlattı. Bir tek yeri bilirdim ben. O gökleri de getirdi. Bir akşam, güneşin ısıtmakla yorduğu gövdemi örtülere sardım. Erkenden uyudum. Bir uyandım, ay ışığı odaya vurmuş. Soğuk ay ışığı. Karasu Nehri’nin yanına uzandığım zamanlardaki gibi soğukluğundan ve ışığından bir şey kaybetmemiş. O gece gözlerimi açtığımda dilim değil gözlerim söylüyordu. Dilimde yalnızca bir söz kalmıştı:

Gözlerim bir kapı olup ardına kadar açılınca turnamın yanına koştum. Kırık kanadını yokladım. Kanadı toprağı yaran kökler gibi sağlamdı. Göğe yöneldi. Daha sesli söylemeye başladım. Uçtu. Sesim göğe yettiği kadar, kuşdilince söyledim. Turnam gidince ve ışık gelince dünya başka türlü olmuştu. Her zaman altında oturduğum elma ağacı başka bir renge bürünmüştü. Yapraklar bir bir yere düşmeden kara toprak katılaşmadan gün doğumu tarafına bir ev yaptım. Kapısı güneşe, pencereleri poyraza dönük bir ev. Elinde tohum, bir kadın çaldı kapımı. O çalsın diye bir kapı, o girsin diye bir ev. Oturunca, önüne koydu elindekileri. “Ruhu var bunların.” dedi. “Çünkü tohumdur.” O yürüsün diye bir halı, o otursun diye bir minder. “Sana anlatacak bir hikâyem var.”

“Adım Ezman. Acı ve yokluk ile taşıdım gövdemi dağdan dağa. Kime dedimse bir hikâyem var benim. Kime dedimse hikâyemi taşıyamaz oldum. Kime dedimse hikâyemi kime anlatayım. Ez var dediler, Ez’e git. Kendinden bil onu dediler. Onun günü güneşlidir, onun göğü geniştir. Ez’e anlat dediler. Hikâyemi taşıdım gövdemle birlikte dağdan dağa. Evine geldim elimde birkaç tohumla. Ruhu var diye tohumun. Bir toprak bulunca doğacak diye. Bir oluşa duracak diye. Sırtında bir ağaç taşıyacak diye. Bir gölgeyi büyütecek diye. Bir yuva olacak diye. Ruhu var diye tohumun. Getirdim sana. Hikâyemi de taşıdım gövdemle birlikte dağdan dağa. Anlatacağım hikâyeyi sen de sırtında taşıyacaksın. Sesinde, sözünde taşıyacaksın. Sana yardım etsin diye, tohum getirdim avucumda.” dedi. Dünya seçilmez oldu, gözüm Ezman’ı görünce. Dilimde yalnızca bir söz kalmıştı:

“Adım Ez.” dedim. “Sana verecek bir avuç tuzum yok. Ama dök gövdendeki kabukları. Bir hikâye getirdinse bir hikâye taşıyacak gücü de getirdin bana.” Ezman anlatmaya başladı. “Güneşin gökte durduğu, toprağın çatlayacak gibi olduğu bir zamandı. Rüya gördüm. Rüyamda babam konuşuyordu. Dört kere ağladı babam. Dört kere sustu. Onu dört kere dinledim, dört kere sustum. Söylediklerini sadece ben duyuyordum. İnsanlar konuşuyordu. Kimse babamı dinlemiyordu.”

“Sonra.” dedi Ezman. “Babamın dört farklı sesini dört farklı taşa işledim. Sözü, taşa işlemenin kanunu vardı. Rüyamda öğretildi. Önce işlenecek sözü seçmek gerekli. Söz, insana insandan bir pay getirmeli. Bilginler, ‘Yürekte bir değişiklik yaparsa taşa işlensin. İnsanın yüreği hâlâ katıysa; söz, taşa işleneceği güne kadar beklesin.’ dedi. İnsanlar babamın sözlerini dinledi. Kalpleri güzelleşti. İlk önce, birbirine bir nefes miktarı kadar uzak sözler söylendi. Sonra bu sözler tek nefeste söylendi. Sonra sözler güneş kadar sıcak, ay kadar parlak söylendi. En son taşa işlenen sesin sorumluluğunu alan Bilgin, taşları toprağa yerleştirdi. Babamın anlattığını böylece taşa işledim. Söylediği, taşa işlenecek kıymetteydi. O taşları sırtladım, babama getirdim.”Ezman sustuğunda dilimde yalnız bir söz kalmıştı:

Ezman’ın sözleri duvarda dolaştı, ellerimde gezindi. “İnsanın rüyası ne zaman başlar, ne zaman biter Ezman?” dedim. “Rüyanda baban sana dört defa anlattı. Sen dört defa dinledin. Çünkü o baba, sen çocuksun. O anlatma sanatında mahir, sen henüz değilsin. Onda yaşam bilgisi var, sende yalnızca yaşam coşkusu. Babanı ve babanın yaşam bilgisini bu yüzden önemsedin. Babanın gözyaşını gördün çünkü acıyı bildin. Sözü anlayan yürekler için gözyaşı vardır. Sen, Ezman, sen babanın yolundan gideceksin. Ama kararı veren o değil, sensin. Babanın sesini dört ayrı taşa işleyen sensin. Taşları sırtlayıp babana götürdün. Sen, sözü sesle bir etme sanatında mahir olacaksın. Sen ne isen rüyan da odur Ezman. Sen güzelsen rüyan da güzeldir.” Sesim yitince dilimde yalnızca bir söz kalmıştı:

Ezman, gitmek için ayağa kalktı. “Dur.” dedim. “Gitme. Sana bir sorum var. Soruma cevap verebilirsen eğer git. Ama sorduğum soruya karşılık sen de bana bir soru sorabilirsen, burada benimle kal.” Ezman’ın gözleri büyüdü. Tereddütle bir bana bir de kapıya baktı. Üç nefes miktarınca sustu. “Sor.” dedi. Sözü sesime, cesareti kalbime topladım. “Rüyamda...” dedim. “Bir kapı gördüm. Bir ses, bana ‘Kapı, bugünü yarına bağlıyor.’ dedi. Bir kapı düşün şimdi Ezman. Bir kapı, bugünü yarına nasıl bağlar?”Ezman sustu. O sustukça rüzgâr konuştu. Halının üstündeki tohumlar konuştu. Tohumların ruhu konuştu. En sonunda “Sözün ruhu var, değil mi Ez?” dedi. “Evet.” dedim. “Sözün ruhudur ruha değen. O ruh bazen yaşlıdır, bazen genç. Bazen yorgundur, bazen hırçın.” Başımı eğdim. Ezman konuşsun diye sanki tüm sesleri yutmuştum. “Söz...” dedi Ezman. “Bugünden yarına nasıl kalır?” Sorusu beni nefessiz bırakmıştı. Uzunca bir çağ geçti. Yıldızlar geçti üzerimizden, güneşler geçti. En sonunda cevap verdim. “Sözün ruhu var değil mi Ezman? Tohumun ruhu gibi. Ancak bu ruh, bir bedene tutunmalı. Bir toprağa. Et ve öz birbirini sarmalı. Söz, bir kabuğa tutunmalı.” Ezman, gözyaşlarımı gördüğü anda kapıyı usulca açtı. Dışarı çıktı. Artık yalnızdım. Ruh bedene, hikaye taşa, söz kabuğa doğru koşuyordu. Ben de kapıya koştum. Ezman gitmişti. Söylediği gibi, hikâyesini ömrümün sonuna kadar sırtımda taşıyacaktım.

Zaman ağacı büyüdü, zaman ağacı çiçeğe durdu. Zaman ağacı yeşerdi, zaman ağacı kurudu. Ben, hâlâ önümdeki taşa bakıyordum. Taşa işlenmiş olana. Şöyle söylüyordu taş: “Adım Ez. Sesi, sözle bir edince varım. Dilin canı, sözün yükü, insanın özüyüm. Hatırda kalanın yaşandığı, unutulanın uğurlandığı yerde başlarım söylemeye. Ses sözü tutmazsa, dil derya olup akmazsa ben var değilim...” Anlatacaklarım bittiğinde taşın göğsünde yalnızca söz kalmıştı: