Kahrolsun pazartesiya da tüm başlangıçlar

Kolay mı öyle öykü yazmak?
Kolay mı öyle öykü yazmak?

Kolay mı öyle öykü yazmak? Önce iyi bir fikir bulacaksın. Sonra... Sonrası Allah Kerim. Hele sen iyi bir fikir bul da. “Pazartesi diye bir günün, bir zamanlar var olduğuna gerçekten inanmıyorsun değil mi? Efsane işte, adı üstünde...” diyerek, iyi fikrimi çürütmeye yönelik bir soru işareti yolladı, güzel gözlerine donuk bakmayı öğretmiş olan Tuğba, uzayın sonsuz boşluğuna.

“Ben bir dâhiyim ve harika bir fikrim var.” Çünkü dâhilerin daima harika fikirleri olur. “Pazartesi gününün haftanın günleri arasından çıkartılmasıyla ilgili bir öykü yazmak istiyorum.” Tek nefes pürhevesle bahsetmiştim yeni öykü fikrimden. Fikrimin yaratmasını beklediğim olumlu havanın yerine bir çift donuk gözle karşı karşıyaydım. Bir türlü öykü olamayan harika fikirlerimi dinlemekten haklı olarak sıkılmış iki donuk göz. Yine de harika fikirlerinin arkasında durmalı insan, kendisine kitlenmiş iki donuk göz olsa bile. “İki çay lütfen. Biri cam bardakta olsun.” Büyük, porselen fincanlarda çay, kahve içilmiyor. Fincanın dudakla temas eden dış kısmında mutlaka içeceğin bir damlası kalmış oluyor. O bir damla kendini ağırdan satarak ve bütün varlığını sergileyerek porselen fincanın aşağılarına doğru bir yolculuğa çıkıyor. Hatta sanki “Hey! Bak ben buradayım ve buradan aşağı doğru uzun uzun kayacağım” diye karşıma geçip bağırarak beni gıcık ediyor. Allah başka dert vermesin. Yok canım ne derdi. Alttan iki dersim var. Onları da verdim mi tamamdır. O iki ders yüzünden buradayız zaten. Birkaç masanın dolu olduğu bir kafe burası. Tavanı yüksek, havadar. Duvarları popüler kültür dergilerinin dağıttığı popüler kültür malzemesi olmuş ünlülerin resimleriyle dolu.

Alttan bıraktığım dersleri yüksek başarıyla geçmiş olmasıyla ünlü bir öğrenci.
Alttan bıraktığım dersleri yüksek başarıyla geçmiş olmasıyla ünlü bir öğrenci.

Maşallah herkes Frida Kahlo ile Vincent Van Gogh hayranı ama sorsan ömürlerinde bir defa müzeye bile gitmemişlerdir. Sana ne yahu, popüler kültür bekçisi mi kesildin? Bas git Twitter’da haştag aç, duyar kas, gündeme düş, sanal linçlere malzeme çıkar, başımızı şişirme burada bir şey anlatıyoruz. Ne diyorduk? Tuğba’yı bana ders anlatması için ikna ettim. Alttan bıraktığım dersleri yüksek başarıyla geçmiş olmasıyla ünlü bir öğrenci. Ondan bu yüzden mi hoşlanıyorum yoksa hiç hoşlanmıyor muyum henüz karar veremedim. Tanışıklığımızın ilk zamanlarında aramızda karşılıklı proton alışverişi oluşmuş gibiydi. Öykü yazma çabalarım hoşuna gitmiş, hafiften ilgi göstermeye başlamıştı. Tabii sonra öykü yazamadığımı, öykü yazmak için iyi fikirler bulduğumu ve bu iyi fikirleri iyi öykülere dönüştürmek için epey cebelleştiğimi anlayınca da yine hafiften soğumaya başlamıştı. Aramızdaki ilişki hep hafif duygular üzerine miydi acaba? Ne yapalım yani, iki güzel gözü kendimize meftun edeceğiz diye (ki bu iki güzel gözün toprak altında türlü haşereye akşam yemeği olacağı fikri beni kahru perişan ediyor) iyi öyküden vaz mı geçelim?

Efsane bu efsane. Biz inanalım diye var. Efsaneler geçmişin gerçekleridir. Birileri onları yaşamış, birileri onlara inanmış ki bugüne kadar ulaşabilmişler.

Kolay mı öyle öykü yazmak? Önce iyi bir fikir bulacaksın. Sonra... Sonrası Allah Kerim. Hele sen iyi bir fikir bul da. “Pazartesi diye bir günün, bir zamanlar var olduğuna gerçekten inanmıyorsun değil mi? Efsane işte, adı üstünde...” diyerek, iyi fikrimi çürütmeye yönelik bir soru işareti yolladı, güzel gözlerine donuk bakmayı öğretmiş olan Tuğba, uzayın sonsuz boşluğuna. Biraz daha kirlendi uzay. Tabii ki inanıyorum ulan. “Yok canım ne inanması. Sadece, iyi bir öykü için iyi bir fikir işte.” Efsane bu efsane. Biz inanalım diye var. Efsaneler geçmişin gerçekleridir. Birileri onları yaşamış, birileri onlara inanmış ki bugüne kadar ulaşabilmişler. “Çok saçma şeyler değil mi? Efsaneler falan... Hepsi uydurulmuş hikâye.” Bak bir de utanmadan saçma diyor. Şuradan şaman kılıklı bir kadın çıksa, el falı bakıyorum dese yağmur duasına çıkan köylü gibi el açar, hiç düşünmeden cebindeki son parayı falcının eline sayarsın, geçmiş karşıma efsanelere yalan diyorsun. Ah be güzelim, güzelliğini zekânla kirletiyorsun.

“Yani aslında kurmacanın olayı da biraz bu. Efsanelerden, masallardan senin deyişinle ‘yalanlardan’ yola çıkarak okurun kayıtsız şartsız inanabileceği bir dünya oluşturmak.” Kafasını olumlu anlamda aşağı yukarı sallıyor. Anlamadı bence. Yok ya, kesinlikle hoşlanmıyorum. Çıkar üzerine kurulu bir ilişki bu. Alttan dersler önemli. Bu sene de veremez... Masanın üzerinde duran telefonu titriyor. Mesaj bildirimi, onu muhabbetimden kurtaracak olan Nuh’un gemisine dönüşüyor. Mesajı okuyor. Dudağının hemen kenarında bir çukur meydana geliyor. Orhan Veli bu çukuru görse, bile isteye atlar içine. Höst ulan! Orhan Veli bu kadar basit mi? O kadarını bilmiyorum da karşımdaki posterin içinde donup kalmış olmaktan pek bir rahatsız gibi. Hop dedik. İlgi bende kalmalı. Öykü yazamıyoruz dediysek iyi fikirlerimiz yok demedik. Sonuçta ben bir dâhiyim. Evet hâlâ öyleyim. Ve hâlâ aynı masadayız. Ve perde...

Çıkar üzerine kurulu bir ilişki bu.
Çıkar üzerine kurulu bir ilişki bu.

“Bi’ düşün şimdi. Dünyadaki günlerden bir gün, yeryüzünün büyük adamları tarafından alınan bir kararla pazartesi günü haftanın günleri arasından çıkartılıyor. Bundan sonra bir hafta altı günden oluşuyor. Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi ve Pazar. Tüm dünya, bu kararı çok yerinde alınmış bir karar olarak değerlendiriyor ve karar dünya sakinleri tarafından coşkuyla karşılanıyor. Yeryüzünün büyük adamlarının aldığı her kararın zararlı yanlarını bulmaya çalışan küçük muhalif gruplar bile bu defa sessiz kalıyorlar. Pazartesi, ebediyen hayatın dışına atılıyor. Masanın sallanan ayağının tamirini pazartesiye erteleyenler, spora başlayacağına dair pazartesi üzerine yeminler edenler, yeni bir lisan öğrenmeyi pazartesiye bağlayanlar, bir yerleri bombalamak yahut bir gezegen istila etmek için pazartesi gününe sabırsızlananlar, pazartesi gününün haftanın günleri arasından çıkartılmasıyla ilgili bir öykü yazmak için pazartesi gününü bekleyenler...”

Tam burada göz kontağı kuruyorum. Kendime gönderme yaptım. Yine donuk gözler. Yine anlamadı. Güzellik ile zekânın doğru orantıda ilerlediği bir gezegen var mı acaba? “Yani her şeyin pazartesi gününe yüklenmesi sonucunda pazartesi nefret edilen bir gün haline geliyor. Bu yüzden de haftanın günleri arasından çıkartılıyor. Fakat bu sefer de salı günü haftanın günleri arasında ilk gün konumuna geliyor ve ezelden beri pazartesiye yüklenenler salıya yüklenmeye başlanıyor.” Garson siparişlerimizi getiriyor. Cam bardak benim. Işıltılı porselen onun. Her ikisinin yanında iki küçük kurabiye. Garsona da bizden yapmacık bir gülümseme. “Alt metindeki olay, günlerin isimlerinin ya da o isimlerin anlamlarının biz tarafından veriliyor olması. Biz toprağın altından çıkan taşa altın diyoruz diye o taş çok değerli bir hale geliyor. Günler, aylar da bu hesap işte. Değerli olanların değerli olmasının tek sebebi bizlerin onlara addettiği değerler aslında.” Sessizlik... Hâlbuki etkilenmiş olması gerekiyordu. Oysa çayının yanında gelen kurabiyeyi ufak ufak dişlemekle ilgileniyor. Bu arada fikir harbiden iyiymiş.

Unutmamak için hemen önümde duran beyaz kâğıdı iyi fikirlerimle kirletmeye başlıyorum. Ben kâğıdı iyi fikirlerimle doldururken, Tuğba’dan beklenmeyen bir ilgi seli bana doğru yağmaya başlıyor. “Öyküyü ne zaman yazacaksın? Merak ettim. Okumak isterim.” Sel dediğime bakmayın, bir bekleyiş içindekiler küçüğü büyük görmeye teşnedirler. Göz ucuyla bakıyorum. Donukluk uçup gitmiş. 360 pikselden HD’ye ışık hızında geçiş. Gözleri bende, ilgili ve anlamlı bakışlar üşüşüyor beyaz kâğıdımın üstündeki iyi fikirlere. Çukur da yerli yerinde. O nasıl bakmak mübarek. Toprak altında hangi haşere yiyecek bu kızın gözlerini, söyleyin soyunu kurutacağım. Davulcu vur davula, Mikailciğim üfle sura, bombalar yağsın başımızdan aşağıya. Ve evet sanırım bütün bunlar ondan hoşlandığımın göstergesi. Demiştim ya, güzellik ile zekânın doğru orantıda ilerlediği bir gezegen yok. Ve güzellik, zekâ karşısında daima hükmen galip durumda. Onunki kadar etkileyici olmasa da hafiften bir sırıtma yayılıyor yüzüme. Burada çok havalı olmalıyım. Nakavt vuruşu. Yarım bir bakış, önce tek kelime ardından bütün cümle. “Salı... Salı günü yazmayı düşünüyorum.”