Kauai ‘O’o Kuşunun Son Şarkısı

Bir yolculuğa ne çok şey sığıyor: Bir aşk. Bir ömür. Bir hikâye. Bir bülbül. Bir şarkı.
Bir yolculuğa ne çok şey sığıyor: Bir aşk. Bir ömür. Bir hikâye. Bir bülbül. Bir şarkı.

Kauai ‘O‘o kuşunun ses kaydını ilk dinleyişimde dağıldığımı anımsıyorum. Eş bulmak için yaptığı bir çağrıydı bu. Türüne ait son sesti. Ve sonsuza dek yankısız kalacaktı. Ah! Denk gelmese miydim!.. Her şey denk gelir işte böyle.

O son şarkı için... “Gülümse!”...

I. Adam’ın Şarkısı

Uçağın penceresinden Mezopotamya’nın engin düzlüklerini tarıyordu adamın gözleri. “Burada, tam da burada!” diye söylendi içinden, “Göğün yüzünü çizen bir uçakta mı karşılaşacaktık seninle?”

Saçlarının dalgasıyla içinin dalgası birbirine karışıyordu. Yaşı ilerledikçe, geriye kalanların hüznü daha bir oturmuştu yüreğine. Konuşsa olmayacak, sussa hiç konuşamayacak. Kendi kendine oyalayıp durduğu kalbini ellerine aldı. Gözlerini kapadı. Kaç yıl geçmişti aradan? Bir iki üç beş...

Arada bir koridor uzansa da... Yakındı. Uçağa binerken aklında böyle bir karşılaşma yoktu. Aynı şehirde görüşmediğiyle, uçakta karşılaşmak neyin nesiydi? “Yok, yok, benzetiyorum!” dedi içinden. Hiçbir yüzün diğerine tam olarak benzemediğini bilse de...

Bir çift öfkeli gözle karşılaştı ilkin. Bakışları çakılı kaldı. Israrla. Kızgınlıkla. Alayla. İçinde türlü türlü duyguyla... Kadın, sadece bakıyordu. Oysa ne kadar dingin bakardı eskiden. “Kadınlar ne kadar değişken,” diye düşündü Adam.

En sonunda hışımla çevirdi başını Kadın. Yanındakine dönüp bir şeyler söyledi. Hiç görmediği biriydi bu. Yaşantıların üzerinden nice ırmaklar akmıştı ve Adam, bu adamın kim olduğunu bilmiyordu. Görünüşe bakarsa dost olmalıydılar. Oldukça samimiydiler. Sonra kulağına sesleri çalındı. “Dünyanın en güzel aşk öyküsüymüş.” diyordu Kadın elindeki Aytmatov kitabını göstererek. “Cemile...” Bir zamanlar birlikte okudukları kitapları düşündü Adam.

Kadının yanındaki adam, onun iş arkadaşıydı. Bir belgesel senaryosuyla uğraşıyordu o sırada. Mardinli bir yönetmen dostunun çektiği belgeselin senaryosuydu bu. Notlarına dalmıştı.

“Bahe’yi manastıra bıraktı ve Suriye’ye gitti.” (Bir Kadın)

“70 yıldır annesini bekliyor manastırda.” (Patrik)

“O hem çocuktu hem de saf biriydi ve annemiz onu manastıra bıraktı. Manastır onun hem annesi hem babası oldu.” (Bahe’nin Kız Kardeşi)

“Hepimiz misafiriz. Şimdi siz, biz ve ben hepimiz misafiriz.” (Bahe)

“Bahe amca bu manastırın bir taşı hâline gelmiş. Allah etmesin eğer Bahe amca ölürse manastırda bir taş eksilecek.” (Bir Adam)

II. Kadın’ın Şarkısı

Aylardan mayıs, zamanlardan gelincikti. Yanımdaki arkadaşım Mardinliydi. Görevli olarak gidiyorduk Barış’ın şehrine. O, bir yönetmen dostuyla da görüşecekti ayrıca.

Baharın türlü türlü rengini görebileceğim bu mümbit ova daha uçaktayken beni şaşırtmaya başlamıştı bile. Hiç ummadığım biriyle karşılaşmak sarsıcıydı. Öyle bir kapandasın ki... Kaçsan nereye kaçacaksın? En iyisi yüzleşmekti. Bakmak, bakmak, bakmak... Neden öyle baktığını anlayacaktı zaten.

Elimdeki Aytmatov kitabını çıkarmış, okumaya koyulmuştum. O sırada birilerinin beni izlediğini hissettim. Başımı kaldırıp koridorun ucunda, ayakta bekleyen yolcuyu gördüm: Onu. Epey zamandır karşılaşmamıştık. İçimden geçen duygular dalgalıydı. Görmezden gelmeyi denedim önce, yapamadım. Aynı anda çakışmıştı bakışlarımız çünkü. Baktım. Baktı. Bakışlarımız uzayıp çoğaldı sonra. Zaman orada durmadı. Akarken bizi de sürükledi peşinden. Bütün kızgınlığımı, öfkemi, hıncımı; biriktirdiğim onca duyguyu gözlerine boca ettim. Dönüp kitabımı okuyacaktım ki Barış sordu: “Ne okuyorsun?”

“Aytmatov’dan... Cemile. Dünyanın en güzel aşk öyküsüymüş,” dedim ona. Sanırım, insan -en çok- dağıldığı zamanlar güçlü görünmek istiyor. Sohbete koyulduk Barış’la. Şen şakrak bir muhabbetti. Bir dolu hikâye anlattım ona. Mutluluktan dem vurdum. Sonra biraz sakinleştim. Durgunlaştı kalbim.

Uçağın penceresinden bakar gibi yapıp onu izledim. Yıllar geçse de çok değişmemişti. Saçlarındaki kırlıkları saymazsak... Buralarda ne işi vardı acaba?

Gerginliğim belli olmasın diye mi böyle çok konuşuyordum ne! Barış, bendeki gerginliği uçak yolculuğuna verdi. Rahatlatmak için mi bilmem, Bahe’nin hikâyesini anlattı bana. Hikâyesini ilk duyduğumda bir filmi olmalı diye düşündüğümü anımsıyorum. Ne yapıp edilmeli onun belgeseli çekilmeliydi. Oysa zaten “Misafir” belgeseli için yoldaymış Barış da.

III. Bahe’nin Şarkısı

Adını harcına katılan safran (zafaran) çiçeklerinden alan o kilisenin, Deyrülzafaran’ın bülbülü: Circis Kaplan, namıdiğer “Bahe Binebil”... Yaklaşık yetmiş yıl önce Mardin’den Suriye’ye gitmek zorunda kalan üç çocuklu Süryani bir annenin bakamadığı için manastıra bıraktığı küçük oğluymuş. Circis’e “Bahe” lakabını takan annesiymiş. Mardinliler de Süryanice bülbül manasına gelen ve doğduğu köyün ismi olan “Binebil”i eklemişler. Böylece “Bahe Binebil” adıyla anılmaya başlanmış.

Bahe, altı yaşındayken babasını kaybetmiş. Annesi Vedia, çaresiz kalmış ve Suriye’deki babaevine dönmek istemiş. Ancak Bahe’yi yanında götüremeyeceğini bildiğinden onu manastıra bırakmış. Annesi son bir defa sarılmış Bahe’ye ve “Biz geleceğiz,” demiş. Kapıya kadar da tekrar etmiş o cümleyi: “Biz geleceğiz Bahe”.

Bahe çocuk gibi saf biri olarak kalmış hayatı boyunca. Buna sebep de çocukken başından geçen bir olaymış: Bir buçuk yaşındayken annesi onu bir kuyunun yanındaki yatağa yatırmış. Uyurken yanına yanaşan horozun saldırısına uğramış. Çığlığına annesi yetişmiş yetişmesine, ama Bahe’nin yüzü gözü yara bere içindeymiş yetiştiğinde. Bu olay onda kalıcı izler bırakmış. Bahe konuşma güçlüğü de çeker olmuş yaşadıklarından dolayı.

Manastır onun hem annesi hem babası olmuş. Buradaki rahip ve rahibeler tarafından büyütülmüş. Bahe, yıllarca manastırın bahçıvanlık, çobanlık, temizlik işlerini yapmış. Manastırın kapısı her çalındığında koşar, ilk o açarmış. Sadece özel günlerde manastırdan çıkarmış. Yıllar boyunca manastırdan çok sayıda metropolit, rahip, rahibe gelip geçmiş ama o hep orada kalmış.

Bahe bir ömür annesini beklemiş. Annesinin öğrettiği Arapça’yı konuşmuş hep. Yaklaşık yetmiş yıl manastırda kalmış ama hiç Süryanice konuşamamış. Sadece annesinin öğrettiği dili bilirmiş. Son demlerinde gözleri de görmez olmuş. Bir çocuk gibi anne yolu gözler, onun geleceğine inanırmış.

Barış’ın Mardinli yönetmen arkadaşı, Bahe’nin hayat hikâyesinden çok etkilenmiş. Hatta yakınlarına ulaşmak için Suriye’ye bile gitmiş. Bahe’nin Haseki’deki kız kardeşini bulmuş, onunla görüşmüş. Çekmeyi planladığı belgesele de “Misafir” adını vermiş Hazırlıklar tamammış, senaryo da. Barış’ın elindeki o senaryoymuş.

IV. Bülbül’ün –Son– Şarkısı

“Turnam gidersen Mardin’e...” diyen türküyü açmasaydı şoför, muhtemelen ben hâlâ elimdeki kitabı okuyor olacaktım. Kendimi bir an için, yaptığım o uçak yolculuğunda buldum. Şimdi yine bir yolculuktayız. Yine Barış var yanımda. Mardin’deyiz yine. “Bülbül”ün son şarkısını dinledik ve onu sonsuz bir âleme uğurladık. Dönüyoruz.

Dile kolay yetmiş yıl beklemiş Bahe annesini. Deyrulzafaran Manastırı’nın bir taşı olmuş sonra. Şimdi manastırın o taşı eksilmişti. Belediye başkanından Süryani Kadim Vakfı başkanına, hayat hikâyesini filme çeken yönetmenden şehir dışından gelen misafirlere kadar... Son yolculuğuna uğurlayanlar arasında daha birçok kişi vardı.

Cenaze töreni öncesinde manastırın ayin salonunda bir tören düzenlendi. Metropolit ve başpapaz ilahi grubuyla birlikte ilahi okudu. Sonra Bahe’nin hayat hikâyesini dinledik. Metropolit onu anlatırken, “Hristiyan, Müslüman, Arap, Süryani, Ermeni, bütün halklar gerçekten Bahe’yi manastırda görmek isterdi. Herkesin hayır duasını alırdı. Bütün dualar Bahe içindi. Ve böyle de oldu. Gördüğünüz gibi kilisede bütün halklardan, dinlerden katılımlar var. Başımız sağ olsun. Hristiyanlar’ın, Müslümanlar’ın, Araplar’ın, Türkler’in, Kürtler’in, Süryaniler’in tümünün başı sağ olsun ve mekânı cennet olsun,” dedi.

Mardin’in güzelliklerinden biri de buymuş. Barış anlattı. Cenazelerde, bayramlarda, birlik-beraberlik içinde olurmuş herkes. Özlemini duyduğumuz iklim burada zaten hüküm sürüyormuş.

Acı ve hüzün de vardı, Bahe için duyulan mutluluk da. O, arayıp durduğu huzura kavuşmuştu sanki. Sonsuzluğuna, sesinin yankısına, annesine... Bir tarafımız buruk kalsa da bu böyleydi. İnsan yaşarken eksikti, ancak ölünce tamamlanırdı.

Annesiz bir çocuk ve çocuksuz bir anne olarak değil, bir anne-çocuk olarak devam edeceklerdi zamana. Huzurlu bir duyguyla kaplandı içim. Cenazeden dönerken, Mardin’in o taş buğusu gelip konuverdi ruhuma. Yıllar öncesinden. Bir titrek hüzün. Bir kesif koku. O manastır yalnızlığı. O bitimsiz ova. O alacalı sarının kapladığı düş.

V. Kauai ‘O’o Kuşunun -Son- Şarkısı

İçimden konuşurum bazen. Sesime ses gelmez. En çok da, arabanın penceresinden sola bakarken seslenirim ona. Niçin dersen, en çok orada bulut görürüm, en çok orada yeşil, en çok orada mavi...

Issızlığımı bazen o kuşun, karşılık bulamayan yankısına benzetirim. Sesi içine gömülen bir ihtiyara ya da. Duvardaki tablolarla konuşan. Okuduğu kitaplarla sohbet eden. Radyodaki spikere seslenen boş yere. Bir kuş olmadığımı biliyorum. Ancak o kuşun hikâyesini duyduğumda hissettiğim şey tam da bu olmuştu.

Kauai ‘O‘o kuşunun ses kaydını ilk dinleyişimde dağıldığımı anımsıyorum. Eş bulmak için yaptığı bir çağrıydı bu. Türüne ait son sesti. Ve sonsuza dek yankısız kalacaktı. Ah! Denk gelmese miydim!.. Her şey denk gelir işte böyle.

...Bazen kalbimizin yüz ölçümü genişler ve “misafir” olarak ağırlarız geçip gidenleri. Geldiğinde bilirsiniz gideceğini. Yolu bir gece durağı olacaktır gelenin. O durakta soluklansın istersiniz yine de; biraz nefes alsın, sesi sesinize karışsın soluğu soluğunuza kelimeleri kelimelerinize... Karışır. Elleriniz ellerine değer, diliniz diline; yazılanı yaşarsınız, yazgı dersiniz adına. Herkes kendi ezgisini söyler vakitler denk geldiğinde... Uyanırsınız. Bir hiçliğe... Yazarsınız. “Gece uyumadım ki rüyam olsun,” diyen o sesi duyarsınız. Günün birinde... Geçip gidersiniz. Geçip gitmiştir çünkü. Geçip gittiğiniz, aslında geçmişinizdir. Ölenlerin ardından öldüğünüz, doğanlarla beraber dirildiğiniz... Geçen bir dost kervanına benzer dilinizdeki hikâye. Ölüme en yakın olduğunuz anda bile... Yaşadığınız, hayattır ve hayat, şarkısını fısıldar kulaklarınıza hiç durmadan. Bir Süryani ezgisinde çoğalır kelimeler: “Seyidne Hanna. Yönetici. İsmi sonsuza kadar kaldı.” Başpapazın cümleleri çınlar zihninizde: “Yüce Allah aydınlığı herkesin üzerine getiriyor ve demiyor ki bu benim Hristiyan’ımdır bu benim Müslüman’ımdır bu benim Yahudi’mdir. Çünkü insan..! Hepimiz Adem’in çocuklarıyız.”

Bulutlar şimdi göğün yüzünde, dağılıyor, turnalar katar katar... Aytmatov’un “Cemile”si var elimde, yine aynı kitap... Kitabın yapraklarını çevirişim, kalbin zarını yırtan bir tırnak hareketine benziyor. İnsan, aynı kitabı okudukça aynı an(ı)ları yaşayacağını sanıyor. Oysa yıllar sadece bizim yüzümüzdeki çizgileri değiştirmekle kalmıyor, kitap yapraklarını da değiştiriyor. Hayat, bazen yaşamaktan öte bir şeye dönüşüyor ve bazı güzellikler o kargaşada kaybolup gidiyor.

Bir yolculuğa ne çok şey sığıyor: Bir aşk. Bir ömür. Bir hikâye. Bir bülbül. Bir şarkı.

  • * Kauai ‘O’o Kuşu, Hawaii adalarına özgü bir kuş türüymüş. Yıllardır görülmüyormuş. Sesi ise son kez 1987 yılında duyulmuş.