Kendi Başına Buyruk Kahraman

Raskolnikof
Raskolnikof

Kahraman öyküden fırlayabilir mi? Öyküden çıkış var mı? Çıkarsa nereye gider bu kahraman? Ete kemiğe bürünüp Devlet Demiryolları’nda 8-5 mesaiye başlayabilir mi mesela? Öyküden fırlayan kahramanın öyküsü de bir öykü değil midir nihayetinde?

Bir arkadaş anlatmıştı, eskiden çocukça bir saflıkla, hikâye bittikten sonra kahramanların ne yaptıklarını merak eder, hikâye kahramanlarının bir arada yaşadığı bir şehir hayal edermiş. Gregor Samsa ile Raskolnikof’un kolkola yürüdüğü bir caddede Madam Bovary ile Ms. Daloway’in şemsiyeleriyle gezinip birbirlerine selam verdikleri bir şehir. Şimdilerde bu şehrin hikâyesi yazılsa pek postmodern bulurduk eminim. Elbette modernist edebiyatta karakterler hikâyenin içinde yaşar ve ölürlerdi. Fakat bugün, postmodern edebiyat denir bir türün karakterleri hikâyelerine sığmıyorlar. Çerçevesinden taşan portre misali öyküsünden kaçmaya çalışan, yazarına başkaldıran kahramanlarımız var. İşbu risaleciğimizde bu meseleye değinelim istedik.

Kahraman kimdir ve neye denir sorusunun cevabını vermek önceleri pek basitti. Aşil bir kahramandı, Odyyseus hakeza. Leylasını arayan Mecnun, dağları delen Kerem onlara yazılan senaryonun yönlendirmelerine canla başla uyuyor, hikâyenin yatağında akması için başlarını eğip usul usul yürüyorlardı. Bir bıçkın delikanlı edasıyla “kaderimiz buysa çekeriz canısı” dediklerini duyar gibiyim. Gel gör ki, eski İstanbul beyefendilerinin sayısı giderek azaldığı vakitlerde böyle karakterlerin de soyu kesildi. Kahramanlar önce içlerine kapandı, evden pek çıkmamaya başladılar, evden çıkanlar da sokaklarda dolaşıp kahvehanelere dadanan dandy’ler olup çıktılar. Bazıları masa başı iş bulup dünyayı ve hayatın anlamını sorguladılarsa da ekserisi dikiş tutturamadı. Tabii, daha göreceğimiz varmış ki, hikâyesini reddeden, hikâyesinden çıkmağa uğraşan ve yazarıyla didişip duran kahramanlara da şahitlik ettik. Bu kahramanlar yazarlarıyla öyle kavgalara tutuşuyorlardı ki zavallı yazar kahramanına söz dinletemiyor, ona biçtiği rolü oynatamıyor ve hatta kahraman özgürlüğünü ilan edip yazarın üzerinde tahakküm kuruyordu. Vah anam vah, ne günlere kaldık!

Önce o eli bi indir!

Kahramanı yazarın tepesine çıkarıp onun öyküdeki yerini reddetmesine sebep olan nedir diye sorsak vereceğimiz yanıtlar çeşitli olacaktır. Ancak en temelde şunu söyleyebiliriz belki: Geleneksel edebiyattan modernist anlatının sonlarına değin insanların, özelde de yazarın bağlı olduğu bir değerler sistemi vardı. Bu sistemin bir cüzü olarak hikâye anlatma yöntemi ve hikâyenin gerçekle ilişkisi belirgindi. Geleneksel edebiyatta hikâyenin kahramanı hakikaten bir kahramandı ve maceradan maceraya koşarak bir erginleşme sürecini tamamlamakla mükellefti.

Batıdaki örneklerini epik anlatılarda bolca görmekteyiz. Doğuda bu epik anlatıların yanında sembolik yahut tasavvufi hikmetlerle örülü hikâyeler de boy gösteriyordu. Bu haliyle geleneksel hikâyenin dinleyicileri, kahramanla bir ayniyet kuruyor, gaflet, tembellik, korkaklık, açgözlülük, kendini beğenmişlik vadilerinden geçerek Kaf Dağına varıyor, prensesi üç başlı devin elinden kurtararak sonsuza kadar mutlu yaşıyorlardı. Nitekim hikâye, yalnız bir estetik zevk nesnesi değil, kişinin ahlaki gelişimi ve toplumun değer yargılarını içselleştirmesi için bir alet olarak kullanılıyordu. Geleneksel ve epik hikâye evreninden pay alan bizim zibidi Frodo bile nice yollar aşıp kıymetli yüzüğünü dağın yüreğine bırakarak nihayetinde kırklara karışmadı mı?

Haliyle geleneksel hikâye evreninin belirli bir değerler dizgesi vardı ve bugün çocuklara uyku öncesi diye okuttuğumuz masallar, Kelile ve Dimneler, Bostan ile Gülistanlar hikâye olsun diye anlatılmıyor, şehzadelere ülke yönetiminde yol göstermesi niyetiyle siyasetname olarak ders kitabı diye önlerine konuyordu. Değerler dizgesi ve ahlaki normların belirli ve değişmez olduğu bir dünyada kişinin yürümesi gereken yol da belliydi.

Lakin ki, bugün öyle değildir. Modernist edebiyat belki de bu değerler dizgesinin ve dünyanın tutarlı, dengeli ve hiyerarşik düzeninin bozulmasına karşı yükselen itirazların sesi olarak okunabilir. Yürüyeceği yolu kaybedip intihar eden ilk karakter acaba kimdir? Genç Werther o acıları niçin çekmiştir? Sorunla yüzleşip dağları delen kahramanlar nasıl oldu da kendilerini tren raylarına bırakmaya başladılar. Anlamın ve değerlerin kaybolduğu bir dünyada çözümsüz ve çıkışsız kalan kahraman için intihar belki de bir Uzakdoğulu onuruyla anlaşılabilir bir tavırdı.

Tam bir karnaval!

Sonra gün döndü, birisi “intihar etmeyeceksek içelim bari” deyiverdi. Karamsar ve umutsuz kahraman rind oldu, neşe buldu. O sıralarda dünyanın batı cenahında edebiyatta postmodern bir devrim yaşanıyordu. İnsanların üzerinde ittifak ettikleri anlam ve değerler zahirde kayboldu. Depresif edebiyat manik hale geçiş yaptı. Hiyerarşiler alt üst oldu. Tam bir karnaval! Oyunlu, göndermeli, ucu bucağı belli olmayan metinler yazıldı. Şarap su olup aktı. Kırk gün kırk gece yenildi, içildi, eğlenildi. Anlam ve değer dizgesinin bu kaybının yalnız edebiyatın biçimine değil, içeriğine de yansıması kaçınılmazdı elbet.

Yazarına başkaldıran kahraman

Başta söylediğimiz üzre, değerler sisteminin reddiyesi kendini öykünün kahramanında göstermeye başladı. Öncelikle şöyle bir analoji kuralım: Şu bizim kesif oluş ve bozuluş evrenindeki aciz varlığımızın sebebi, gerçek fail, yapan ve eden bir Tanrı varken, öykü evreninde yazar bu tanrılık rolünü oynar. Kahramanlarına yollar çizer, onları yaşatır ve öldürür. Kahraman ise kaderin elinde bir kukla olarak ona ezelde yazılmış rolü bihakkın yerine getirmeye uğraşır. Fakat postmodern zamanlar tam da bu tanrıyı reddediyordu. Tanrıyı reddeden insanın edebiyattaki personası olan kahraman da, metnin tanrısı olan yazarı reddetmekte gecikmeyecekti.

Tüm değerlere başkaldırıp Tanrıyla göbek bağını zahirde kesen kişinin temsili olarak öyküdeki kahraman da sıcak ve güneşli bir güne uyandıktan sonra bir aydınlanma yaşayarak bir kukla olduğunu ve sırtındaki ipleri fark eder. Eder etmesine de artık kendi ayakları üzerinde durabildiğinden bu ipler ona ağır gelir. Tutar ipleri koparır. Ancak iplerin koparılması halinde kahraman öykünün ıssız çöllerinde tek başına dolaşmaya mahkûm kalmak da istemez. Siz olsanız ister misiniz canım? İpleri koparmak yetmez, nitekim öykünün içi de bir dizgedir ve kişi, topyekûn olarak dizgeleri reddetmiştir. Yapılması gereken, öyküden de çıkmaktır.

Dur yolcu!

Mesele biraz da, Tanrı tarafından verilen dizgeyi, anlam ve değer dünyasını reddettikten sonra insanın ne yapacağıyla ilgilidir. Rindane ve boşvermiş tavrın karşısında, alternatif bir gerçeklik yaratma, Tanrı’ya “işte bak ben de yapabiliyorum” deme kaygısıdır.

Kahraman öyküden fırlayabilir mi? Öyküden çıkış var mı? Çıkarsa nereye gider bu kahraman? Ete kemiğe bürünüp Devlet Demiryolları’nda 8-5 mesaiye başlayabilir mi mesela? Öyküden fırlayan kahramanın öyküsü de bir öykü değil midir nihayetinde? Bu sorular bizi öyküden çıkış olmadığı noktasına götürüyor. Zira kahramanın öyküden başka gidecek bir yeri yoktur. Ne diyelim, ateistler bunu da açıklasın.

Fakat postmodern edebiyatın alamet-i farikalarından biri olan gerçekle kurgunun iç içe geçmesini, gerçekle kurgu arasındaki ayrımın bulanıklaşmasını, diğer bir ifadeyle gerçeklik simülasyonunu hatırlayalım. Kurgunun gerçekmiş hissi vermesi zahirde kahramanın yazara posta koymasını sağlayabilir. Ama unutmayalım ki, gerçekmiş hissi veren kurgular da rüyalar gibidir. Rüyadayken tamamen mantıklı ve tutarlı gelen her şey, uyanıldığı anda bulanıklaşır, anlamsız ve seçilemez hale gelir. –Bir arasöz girelim, postmodern edebiyatta “meğerse rüyaymış”la biten öykülere sıkça rastlamamız da tam da bu sebepledir. Rüya metinleri gerçek olmayan bir şeye gerçekmiş hissi vermenin en kolay yoludur ve okuru %100 şaşırtma garantilidir.–

Ne diyorduk, postmodern anlam ve değer devrimi gerçeklik olarak tanımladığımız şeyi de sorguluyor ve reddediyordu. Üzerinde uzlaşılmış tek bir gerçek değil de bireysel alanın da en az nesnel alan kadar gerçek olduğu fikri, şahsi kurguları da gerçek statüsüne çıkarıyordu. Yazarına başkaldıran kahraman açısından bakacak olursak, kahraman, kendi adına yazar tarafından belirlenmiş olan gerçekliğe itiraz ederek kendi müstakil gerçeklik alanını kurmaya gayret ediyordu. Saykadelik akımın emeli ve meramı da salim kafanın bize gösterdiği dış gerçeklik algısını ve bu algı hapishanesini aşarak alternatif gerçeklik resimlerine ulaşabilmek idi. Başarabildiler mi, peh! LSD’lerini, disko toplarını ve elektronik müziklerini alarak uzak diyarlara göç ettiler.

Biraz tekrar geleneksel anlatıcıya kulak kesilelim. Mesela, onca şairin arasında Homeros’u ayrıcalıklı kılan, Eflatun’dan okuduğumuza göre Homeros’un tanrılardan ilham almasıydı. Böyle bir ilhamla konuşan Homeros değil tanrılar oluyor, diğer şairlerden böylece ayrılıyordu. Anlatıda Homeros’un benliğinin aradan çekilmesi sayesindedir ki, İlyada ve Odesa insanlara anlatılan en güzel hikâyeler oluyordu. Klasik Doğu edebiyatında da aynı mesneviler tekrar ve tekrar yazılıyor, içerik anlam bakımından aynı kalarak şairler ufak ayrıntılar ekliyor; daha güzel, daha seçili, daha hatırda kalıcı anlatmaya çalışıyorlardı. Şairin dehasının öne geçtiği oluyorsa da, hatırda kalan mesnevinin anlattığı hikâye oluyordu. Bu bakımdan klasik anlatıcının Tanrıyla bir yaratma savaşına girmek gibi bir derdi yoktu. Hatta onlara bunu söylesek muhakkak şöyle uzata uzata bir hafazanallah çekerlerdi.

Bireyin, özelde de Tanrının yaratma sıfatıyla sıfatlanmış yazarın postmodern zamanlarda Tanrıyla ve onun düzeniyle kavgaya tutuşması, yazarın ve dahi insanların personası olan kahramanları da bu savaşa soktu. Bu tarz öykülerin başta şakalı, eğlenceli ve muzip metinlerken kavganın sertleşip kahramanın başına buyruk ve inatçı tavırlarıyla öykünün kaotik ve içinden çıkılamaz bir hal alması tam da öyküden çıkış olmadığı içindir. İnsan bir dizge içinde yaşamaya mecburdur ve Allah’tan başka galib yoktur.

  • Kıpkısa öykü mini öykü, mismini öykü, küçürek öykü... Adına bir türlü karar veremediğimiz (bence kısa öykü) şu formda yazılan on öyküden dokuzu kötü bir espri ya da zeka gösterisi olmaktan öteye gitmiyor. (AE)