Kırmızı Şemsiyeli yağmur çiçeği

Kamboçya’da yağmur yağıyor.
Kamboçya’da yağmur yağıyor.

Islak halimize bakıp gülümsüyor. Saçağın korunaksız köşesinde kalmış ve bu yüzden ıslanmaktan ölesiye korkan bir grup turisti görünce gülümseyerek yanlarına gidiyor. Herkes gözleriyle aynı anda bu küçük kızı izliyor. Esmer kız, kırmızı şemsiyesini uzatıyor onlara, tereddüt etmeden kabul ediyor turistler bu ikramı, ceplerinden çıkardıkları bozuklukları kızın eline boca ediyorlar.

Kamboçya’da yağmur yağıyor, serin ve tatlı bir yağmur. İçimden saymaya başlıyorum; West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin! Çekik gözlü olmayanlar (turistler, yabancılar ve sırt çantalılar yani) bir tapınağın bahçesindeki saçağın altında toplanıyoruz. Yağmur damlaları saçağın altına ulaşmadan dev bir tanrı heykelinin tunç parmakları arasından süzülüp önümüze doğru akıyor. Bir tapınağın içindeyiz, tropikal düşünüyoruz, yağmur sicim gibi. Çekik gözlüler ıslanmıyor ama, buna bütün saçak altı şahit. Kırmızı şemsiyeli küçük bir kız geçiyor önümüzden, saçları örgülü, yanakları çilli, kafasında üçgen bir şapka. Şemsiyesi ateş kırmızısı. Toplu fotoğraf çektirmeye hazırlanıyormuşuz gibi duruyoruz hepimiz, BM toplantısı sonrası gibi. Islak halimize bakıp gülümsüyor. Saçağın korunaksız köşesinde kalmış ve bu yüzden ıslanmaktan ölesiye korkan bir grup turisti görünce gülümseyerek yanlarına gidiyor.

Herkes gözleriyle aynı anda bu küçük kızı izliyor. Esmer kız, kırmızı şemsiyesini uzatıyor onlara, tereddüt etmeden kabul ediyor turistler bu ikramı, ceplerinden çıkardıkları bozuklukları kızın eline boca ediyorlar. Önce şaşırıyor, başını sağa sola sallıyor. Israr devam edince hiç konuşmadan, sakince, yanaklarındaki çilleri kanatlandıran tebessümüyle kabul ediyor bu bozuklukları, çilli, saçları örgülü çekik gözlü, esmer küçük kız. Kırmızı şemsiyesi artık yok. Yağmur çiçeği gibi yürüyor önümüzden. Tapınağın tam karşısında dilenen, olmayan ayaklarına gözlerini dikmiş ihtiyar bir dilencinin önündeki boş kutuya atıyor elindeki bütün bozuk paraları küçük kız. Çıkan şıngırtıyı duyuyoruz, güzel bir müzik yükseliyor sanki göğe. Kamboçya’da yağmur yağıyor. Kırmızı şemsiyenin altında 4 turist. Yağmur çiçeği.

  • “Paul Brousse akşamları”, “afyon ruhu ve apsent dinletileri”, “Pers hüznü”, “Bavyera sıkıntısı”... Ne çok seviyoruz bu havaları. Haritaları elimize alıp dünyanın bütün şairane isimli ülkelerinin üstünü çizsek okurlar kent aramak için dünya dışına doğru bir yolculuğa çıkar mı dersiniz? (G.T.Ç.)

COLORADO DAĞLARINDA KIZIL SAÇLI KÜÇÜK ÇOCUK

Ejderhalar kraliçesi, gümüş leydi, rüya tamircisi, fırtınadoğan Ursula K. Le Guin’den; “Annem seksen üç yaşında, kanserden, acı içinde öldü. Dalağı, bedeninin biçimini bozacak ölçüde büyümüştü. Onu düşündüğümde gördüğüm kişi bu mu? Bazen. Keşke olmasa. Bu gerçek bir görüntü, yine de, daha gerçek bir görüntüyü bulandırıyor, puslandırıyor. Anneme dair elli yıllık anılarımın arasında bir anı. Zaman içindeki en sonuncusu. Onun altında ve arkasında, daha derin, daha karmaşık, hayallerden, şayialardan, fotoğraflardan ve anılardan mürekkeb, sürekli değişen bir görüntü var. Colorado dağlarında kızıl saçlı küçük bir çocuk görüyorum, üzgün bir yüz, narin bir genç kız, nazik, gülümseyen genç bir anne, pırıl pırıl bir entelektüel kadın, rakipsiz bir flört, ciddi bir sanatçı, harika bir aşçı – onu dağıtırken, ot içerken, yazarken, gülerken görüyorum – narin, çilli kolundaki turkuaz bileklikleri görüyorum – bir an için, hepsini bir kerede, hiçbir aynanın yansıtamayacağı, yıllardan yansıyan o güzel ruhu görüyorum. Büyük sanatçıların gördüğü ve çizdiği şey bu olmalı. Rembrandt’ın portrelerindeki yorgun, yaşlı yüzlerin bize böylesine haz vermesi bundan olmalı: Bize güzelliği gösteriyorlar, cilt seviyesinde değil, ömür derinliğinde.”

EN MÜTEVAZI VE EN EVRENSEL GERÇEK

Sanatın ve sanatçının ‘toplumdışılığı’ bir tercih olarak -sıklıkla- yaratım/ilham/icra safhasını besleyen cazibeli bir döngü olarak önümüze konulur. Çünkü bir kabul biçimi olarak; topluma yabancılaşarak ’iç dünya’ adlı muhkem bir alanda söz alarak, konuşur ve eyler sanatçı. Makbul olanın mecburi istikametidir bu. Koza, kuyu, sığınak gibi imgelerle ‘kutsanarak’ hayatın dışına -hatta üstüne- çıkarılan müphem bir mekânda ikamet etmeye icbar edilen sanatçı’nın, ‘anlamak’ kapısı yerine ‘yargılamak’ duvarını seçmesinin kaçınılmazlığını konuşmalı mıyız? Sanatçının mesafe’nin anlamı üzerine düşünmeye mecbur olmasının, sanat’ın anlamını idrak etmeye mecbur olmasıyla doğrudan bir ilişkisi var elbette. Tolstoy’un (‘onlar’ gibi değil, bizatihi ‘onlar’ olarak) bu meseleyi derinlemesine düğümlediği o seviyeye küçük bir giriş olarak Albert Camus’ün 1957 Nobel Konuşmahatırlanabilir;

“Kendi adıma konuşmam gerekirse, ben sanatım olmadan yaşayamam. Ama hiçbir zaman onu her şeyin üzerinde tutmadım. Fakat ona ihtiyacım var, bunun nedeni onu dostlarımdan ayıramayacak olmam; sanatımın yaşamama izin vermesi; ona başvurmaksızın şimdiki düzeyde yaşamamın mümkün olmaması. Sanat, çok sayıda insana, ortak keyiflerin ve acıların imtiyazlı bir resmini sunarak, o insanları heyecanlandıran bir araç. Sanat, sanatçıyı, toplumdan uzak kalmamaya mecbur kılar, onu en mütevazı ve en evrensel gerçeğe tabi kılar. Çoğu zaman, kendini toplumdan farklı hissettiği için sanatçı gibi yaşamayı seçen kişi, bir süre sonra, eğer toplumun geri kalanına benzediğini kabul etmezse, ne sanatını ne de farkını koruyabileceğini görür. Sanatçı kendini, onsuz yapamayacağı bir güzellik ile kendini koparamayacağı toplum arasında bir yerde konumlandırır. İşte, bu yüzden gerçek sanatçılar hiç kimseyi ve hiçbir şeyi hor görmezler. İnsanları yargılamaktan ziyade, anlamakla yükümlüdürler”

RİLKE DEYİNCE GÜLÜMSEMENİN ‘BAVYERACASI’

Bavyera kralı II. Ludwig’in yaptırdığı muhteşem Neuschwanstein Şatosu önünde, Bayern Münih formalı, hayatı sorgulayan ve neredeyse neşeli iki Alman. Gözleri kıpkırmızı, uykusuzluk ve sayısız bira belli ki. Güneş çok kısık, bulutların sisi göz alıyor. Ellerimiz üşüyor. Başkent Münih’ten gelmişler. Neden başkent dediklerini ilk başta anlamıyorum. Ateş istiyorlar. Çabucak yakıyoruz evrensel barış çubuklarını. Dostça el sıkışmaları akılda kalıcı, soğuk ama kalender bir görünüşleri var. Çantalarından çıkardıkları küçük termoslarıyla sıcak kahve servisine başlıyorlar hemen. Alman usulü falan da değil. Sigaralarımızdan çıkan duman ardımız sıra dizilmiş karlı Bavyera Alpleri’ne el veriyor.

Gotik kuleleri soruyorum, Alman edebiyatından bahis açıyorlar. Ben puromu ateşliyorum. 1940 ile 1950 arasının 10 yıl sürdüğüne inanmanın imkânsızlığını anlatıyorlar uzun uzun. İkna oluyorum, en az yarım asır gibi tanıdık bir sancı. Birkaç kere Adolf diyecek olduysam da vazgeçiyorum. Rilke diyorum, gülümsüyorlar. Hiçbir şey Versay kadar Almanların kalbini kırmadı cümlesi kalıyor aramızda (ki bu Adolf’e giden yolu anla demek biraz da galiba) ve her ‘siz Almanlar’ deyişimde biz Bavyeralıyız diye nazikçe düzeltmeleri… Neuschwanstein Şatosu önünde / Rilke deyince gülümsemenin bavyeracası.

DÜNYALARARASI İNSAN

Octavio Paz’ın söylediği; “Eski çağda başkalaşım inancı, üç dünya arasındaki sürekli iletişime dayalıydı: Doğaüstü dünya, insan dünyası ve doğal dünya. Irmaklar, ağaçlar, tepeler, ormanlar, denizler her şey canlıydı, her şey başka her şeyle iletişim içindeydi, bu iletişim aracılığıyla her şey dönüşüme uğruyordu. Hristiyanlık, doğanın kutsallığını çiğnedi, doğal olanla insan arasına geçilmez bir çizgi çekti… Çağımız bu ayrımı pekiştirdi: Bir uçta doğa, ötekinde kültür. Bugün modernite sona ererken doğanın bir parçası olduğumuzu yeniden keşfediyoruz… Aşk bugün geçmişteki gibi, doğayla uzlaşmanın bir yolu olabilir. Kendimizi pınarlara ya da meşelere, kuşlara ya da boğalara dönüştüremeyiz ama onlarda kendimizi tanıyabiliriz.”

SIRADAKİ ŞARKI

Sardinyalı Elena Ledda’nın ‘Pesa’ isimli şarkısı, şarkı falan değil bildiğin gözyaşı şişesi. Dinleyenlerin kalbini yağmur ormanlarına çevirebilecek seviyede bir duygu yoğunluğu var Ledda’nın sesinde. Ve Pesa’nın her notasında ayrı bir gök gürültüsü. Replay.