Kurabiye Canavarları

Otursa ya, ayakta yenir mi hiç kurabiye. Hele kahvesiz. Cık cık cık.
Otursa ya, ayakta yenir mi hiç kurabiye. Hele kahvesiz. Cık cık cık.

Yook. Kare kesim. Babam bir gün kavala kurabiyesi almıştı. Yarım kiloluk değil de iki yüz elli gramlıklardan. Çabuk tüketemediğimden. Bayatlamasın hani. Küçük boy. İşte onlardan getirdim size. “Yaa,” diyor yayın yönetmeni. İsterseniz bana sadece Sen-Yönetmen de diyebilirsiniz.

Bir genel yayın yönetmeni, gençten editörüyle oturmuş, Yazar’ı bekliyor. Küçük, basık bir oda. Bakalım görüşme nasıl geçecek. İşte geldi Yazar. Buyrun, geçin şöyle. Çay isteniyor, su da olur deniyor. Yayın yönetmeni başlıyor sormaya, adınız? Yazarın ismini bilmiyor olamaz. Devam etsin.

Şey, pardon, nerelisiniz?

Size kurabiye getirmiştim. Kavala kurabiyesi.

Aman ne zahmet ettiniz efendim? Ay şeklinde mi bunlar yoksa?

Yook. Kare kesim. Babam bir gün kavala kurabiyesi almıştı. Yarım kiloluk değil de iki yüz elli gramlıklardan. Çabuk tüketemediğimden. Bayatlamasın hani. Küçük boy. İşte onlardan getirdim size.

“Yaa,” diyor yayın yönetmeni. İsterseniz bana sadece Sen-Yönetmen de diyebilirsiniz.

Editörün gözleri -bu erken atak yüzünden olacak- Sen haa, diye açıldı. İki dakkada Sen-Yönetmen, ha? Kendisi şahsen aylarca beklemişti bu hitap için. Kurabiye paketinin kurdelesiyle oynuyordu bunları düşünürken. Demek babası almış. Açalım denmişti ama açılmamıştı henüz. Paketi açarken, bir kahve söylemediğine pişman oldu Editör. Çayı her zaman içiyordu nasılsa. Üstü başı pudra şekeri olacağını bile bile yemeye başladı. Ham ham, hum hum. Yönetmen gözlerini kaydırdı. “Güzel mi bari?”

Cevabı beklemek yerine pakete uzanacak yönetmen. Yazar boş gözlerle bakınıyor. Uykusunu açamamış. Güneşte çok mu kalmış? Mayışmış mı yoksa? Kediii. Kimse ne düşündüğünü bilmiyor. Şunu düşünebilirdi ama. Otursa ya, ayakta yenir mi hiç kurabiye. Hele kahvesiz. Cık cık cık.

Şimdi Sen-Yönetmen adayı olan sayın GYY, Pudra Şekeri Adam ve babasının tatlı kızı yazar hanım karşılıklı oturuyor.

GYY, elindeki metinlere bakıp, aslında hepsini okuyamadığını ama kurgunun, dilin filan süper olduğunu söylüyor. Sevgili Yazar başını eğip, “öyle miii?” diyor. “Eksik olmayın.” Bir insan başını neden eğer söyleyin bakalım? Kaldıramayacağı yüklerden sebep olabilir. Başka? Aman hazza kapılmayayım endişesiyle de eğilebilir. Eğilmeli de. Ayrıca “eksik olmayın” herkese söylenmez.

Siz neden kurabiye yemiyorsunuz Sevgili Yazar, hım, söyleyin hadi?

Bunu soran yönetmen de olabilir editör de. Sorun değil. Cevaba bakalım. Evde yemiştir yazar. Hem yemese ne çıkar. Üstü başı pudra şekeri olsun istemez ayrıca. Daha yeni tanışıyorlar.

Bu samimi açıklamadan etkilenen Pudra Şekerli Editör atıldı: Sizinle harika işler yapacağız. Heyecanlı. Yönetmen iki öksürüp, daha kalın perdeden tekrarlayacak. Ama farklı şeyler de eklemeli. Mesela şöyle: Bir milyon satış bandı rüya değil. Belki daha fazlası. Siz bizim yıldızımız olabilirsiniz bence. Süper Star.

Yıldızımız, soğuk çayından bir yudum alarak -gerçi çay içmekte mahsur yok, ama neden içmediğini bilemiyor- dillendi. Cevabını tahmin edersiniz artık: Öyle mii?

“Öyle mii” demek, bir kaçış, bazen pekiştirme, bazen bir zaman kazanma yöntemi. Çok iyisiniz. Öyle mii? Çok güzelsiniz? Öyle miii?

Hayatlarında ilk defa “bu kadar ağırdan alan yazar” gören açık renk gömlekli sayın yayın yönetmeni, bari soru faslına geçelim de ortam ısınsın diyor.

Bir sorunuz varsa lütfen, lütfen çekinmeyin.

İşte kilit cümle söylenmiştir.

Buradan itibaren yazara bir şeyler oluyor. Elleriyle ufacık ağzını bantlıyor. Kafasını sağa sola oynatıp, haaaayııır, sooruum yoook. Diyor. Ekrana düşen bu ağır çekim ifadelerle akıllar allak bullak. Sonuç?

Editörün ağzındaki kurabiyeler biiir biiir halıya düşüyor. Biri yazarın ayakkabısının üstüne fırlıyor. Bir başkası masanın altına. Diğerleri şuraya buraya.

Yazara neler oluyor. Allah Allaaah. Hâlbuki ne kadar akıllı uslu gözüküyordu.

Lütfen, lütfen sorun, n’olur? diyor yönetmen. Anlıyor yazarı, çok anlayışlıdır Sen-Yönetmen adayı.

Ağır çekim sahnesi pat diye kesiliyor, editör yerden kurabiyeleri topluyor, kimi kırılıyor haliyle. Sevgili yazar da pes ediyor. Ellerini iki yanına bırakıp soruyor:

Kaç punto olacak?

Kaç punto?

Kitap kaç punto ile yazılacak?

Haa, o muu? Amaaan. Hiç önemli değil. Boşverin şimdi siz onu. (Biri müziği açsın, sen-yönetmen adayı, her an oooh, eller havaya modunda, çok ince bir çizgi kaldı)

Editör söz almalı burada. Yardımcı olmalı. Kaç punto ile yazılacağını kesin bilir o. Bilmeli.

Editör help!

Sizi ben buldum efendim. Öyle bir ağız bantlamayla, ağır çekim oyunlarıyla filan vazgeçecek değilim. Harika işler yapacağız. Hele bir başlayalım. Siz o tarafları bana bırakın. Ben bunun gibi kaç tane iş yaptım bir bilseniz.

Gözlerini yine çok fena kaydırıyor sayın GYY. Böyle göz kaydırma kabiliyetini büyük büyük babanesinden kapmış. Editör bakışlara karşılık ne mi yapıyor? Hooop, ağzına bir kurabiye daha atıveriyor. Elleri, bıyıkları, gözlükleri tümden beyaz. Puf puf puf yapıp temizleme dürtüsü dolanıyor ortalıkta.

Henüz Sen-Yönetmen olamayan sayın GYY açıklama faslında. Bizim editörler iyidir gerçi. Ama midelerine çok düşkündürler efendim. Bakınız kaç tane kurabiye kalmış, hım, hadi bakalım. Hiçbir fırsatı kaçırmaz bunlar. Görüyor musunuz efendim, sadece on tane kalmış geriye. Yarısından çoğunu lüpletmiş haylaz. Seni haylaz. Şimdi sadece editör değil, onun ellerine pat pat vurmak için yerinden kalkan yönetmen de ayakta sayılır. Çaktırmadan o da atıyor ağzına iki tane. Kavala kurabiyesi mi demiştiniz bunlara? Bayıldım, bayıldım.

Yıldızımız bu olanları olgunlukla seyrediyor. Az evvelki anlık çıkışı şaka olarak duruyor zamanda. Onun kafası başka yerde zaten, bu olanlar hayatın içinden, yesin çocuk ne var. Editör, koltuğuna büzülüyor en son yediği azardan sonra. Ellerine bakıyor öyle boş boş. Annesi bilem onun ellerine vurmamıştı öyle pat pat. Yoksa hatırlamıyor mu? İlginç bir çocukluk geçirmiş olmalı. Yıldızımız editörün ellerine kıyamaz hiç. Ben yine getiririm sana kurabiye, üzülme sen-sevgili-editör. Canım editör.

Sen-Editör. Vaay. Sen diyor işte. Hem de canımlı cicimli. Yok artık. Beş yaşında çocuk mu o. Öğrensin nerde nasıl yemek yenir. Şu üstüne başına bak haylazın. Yönetmenin bu laflarına aldırmaz artık editör. Yazar kişilik ona sen-editör dedi ya, gerisi umurunda mı dünya. Sen makamında oynayabilir şimdi. Sıra onda. Ellerini şaklatıyor. Hobaaa.

Ayaklanıyor sonra: Hemen iki limonata söyleyelim, kutlayalım bunu, kutlayalım.

Yönetmene sen yoook. Editöre sen haa, hem de kurabiyeli. Yönetmen durumu kurtarabilir hâlâ. Güüç oonda aartııık. Ah şu editörler, bazen hiç şakadan anlamıyorlar efendim. Diy mi ama? Sevgimden vurmuştum öyle pat pat. Limonatalar üç olsun ayrıca, canım editörüm. Hem bakmayın editör olduğuna kitabı bile var. Demek öyle. Demek bir kitabı var. Bu iltifattan sonra kesin sen-yönetmen olacak. Hak ediyor artık.

Öylee miii?

Çok afedersiniz öyle, hemen getireyim size bir tane.

Pekii, diyor takık-yazar, sizin kitap kaç punto?

Anlamadım,

Sizin kitap kaç punto işte? Kaç puntoyla basıldı?

Haa, o muu, önemli değil, önemli olan içerik. Size hemen imzalarım bir tane. Yani istersiniz di mi?

Sen-Yönetmen adayı durumu toparlaması gerektiğini anlıyor artık. Odası pudra şekerinden geçilmiyor. İyi bir temizlik şart. Şimdi öyle bir atak yapmalı ki… Nasıl bir atak yapsın da Sen makamına yükselsin. Şart bu. Kitaptan, okumaktan filan her şeyden anlar o. Neyi eksik.

Alo, sayın dizin?

Gözleri ayakkabısında olan yazarın başı birden yukarı kalkıyor, diiingg, limonatalar geldi.

Evet, efendim, kaç punto, bakın yıldız yazarımız merak ediyor, evet çok önemli bu.

Anladııım, hı hııı, tamam not alıyorum. Time, ne? Haa. Satır aralığı da…

Şaşkınlıktan limonatasını bir seferde hüpletiyor yazar. Demek sonunda öğrenecek. Hadi sorun, diye araya giriyor, ki bu çok ayıp, hadi öğrenin kaç punto?

Demek puntosu daaaa…

Yönetmen gerine gerine, ağzı kulaklarında kapatıyor telefonu. Arkasına yaslanıyor. Limonatasından ağır çekimde bir yudum. Bütün teknik bilgiler onda.

Eee?

Kurabiyeler güzelmiş gerçekten. Limonatadan bir yudum daha.

Sen-Yönetmen, diye kıpırdanıyor yazar, söylesene, söylesene kaç punto?

Yönetmen ağzını aralıyor. Ne dediniz? Sen yönetmen mi dediniz anlamadım?

Evet, sen olmak Sen-yönetmen. Söyleyin hadi kaç punto?

Hee, sahi onu soruyordunuz değil mi? Sizce kaç punto?

Bilsem sorar mıyım efendim.

Tamam söylüyorum. Puntosu oon …

Evet, on?

Hayır, hayır önce siz. Sonra ne oldu? Aldı mı babanız kurabiye?

Aldı demiştim ya. Elinde paketi görünce çok şaşırmıştım hatta. Bunu belirtmek için de, gerçekten mi, demiştim. Aldın mı babacım? Cevabı duymalıydınız Sen-Yönetmen, gözlerini görmeliydiniz. “Senin için her şeye değer tatlı kızım,” dedi. Evet, bunu böylece söyledi bana. Etkilendim. Anlıyor musunuz? Benim için her şeye değermiş. Söylesenize kuzum, çatlatmayın artık, kaç punto?

Editör elinde limonatasıyla odadan çıktı. Bozulmuştu. Suratı şiş, dudakları büzük. Kaç punto olduğunu niye öğrenememişti ki sanki. Sen makamına teşrif eden yönetmen, neredeyse oynayarak, temizlik bezi bulmaya gitti peşinden. Zaten her iş de onun üstünde. Neyse ki iyi iş kaptı. Sırtı yere gelmez artık. Şimdi yıldızımız odada -hâlâ kaç punto olduğunu öğrenmiş değil- tek başına sözleşmeyle n’apsın? İmzalasın mı imzalamasın mı? Hadi bakalım…

  • Kullanılmayan mail, vatsap grupları, bilimkurgu filmlerindeki terkedilmiş gezegenler gibi değil mi sizce de? Üzerinde eski yazışmaların, gülen suratların, üzgün suratların soluk izleri... İnternet biterse (yani yüzölçümü anlamında) oralar hep değerlenecek. Şifrelerinizi unutmayın. (AE)